Kimi kitap isimleri vardır ki, o kitabın
muhtevasının münadisi olarak öne
çıkmakla kalmaz, ona dair erken bir vaat
de sunarlar.
Hüseyin Su’nun beşinci öykü kitabı, bu cümleden bir isme sahiptir: Kırklar Cemi(1).
Bu isimlendirmede, Jacques Ranciére’in yazma eylemini “pencereyi açık tutmak” olarak yorumlayışından çok daha fazlası vardır(2). Çünkü, açık tutmak, önceden açılmış olanın açıklığını muhafaza etmek iken, aynı zamanda onun açılma maksadına dair okur merakı tahrik eden olarak, önceden açılanın açılma nedenine ve onu açan ilk elin niteliğine dair bir bilgiyi elde etmeyi zorunlu kılar.
Dolayısıyla, vaadi olan bir münadi olarak Kırklar Cemi ile, bu terkibin bir hikayeyi temsil yetkisini nasıl ve hangi ilk el yoluyla özel bir dokunulmazlık içinde donandığına dair merakımızla bizi daha kitabın dışındayken onun içine çeker. Diğer bir söyleyişle kitabın isminin değeri cihetinden onunla kurduğumuz ilk temas, bizi kendiliğinden önce adı nedeniyle ilgili bilginin, sonra metnin kendisine doğru bir okumanın yoluna-düşürür.
Bu manada, Kırklar Cemi, Kırk’ın ne’liği, Kırklar’ın kim’liği ile Cem’in niteliği esasında, üç ayrı ayrı kategoriye oturan “bir terkip” halinde çıkar ilkin karşımıza.
Kırk rakamı, semavi dinlere dayandırılan çeşitli yorumlar eşliğinde kutsiyet, uğurluluk alanına taşınarak muhtelif kültürlere, efsanelere, halk hikâyelerine ve dînî kimi uygulamalara zemin teşkil etmiştir.
Onun bu geniş zeminine ve anlam çeşitliliğine dalarak konumuzdan sapmamak için, mezkur isim esasında onun İslam’daki karşılığına dair şu bilgileri nakletmekle yetinelim:
“Kur’ân-ı Kerîm’de kırk (erbaîn) rakamı dört yerde geçer. Bunlardan üçü Hz. Mûsâ ve kavmiyle (el-Bakara 2/51; el-Mâide 5/26; el-A‘râf 7/142), diğeri de (el-Ahkâf 46/15) insanın bu yaşta kemale ermiş olmasıyla alâkalıdır. Hadislerde kırk rakamının on sekiz defa kullanıldığı tesbit edilmiştir. (...) Kırk rakamının âyet ve hadislerde anılması, kırk âyet veya hadisin derlendiği eserlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. (...) Hz. Muhammed’e kırk yaşında nübüvvetin gelmesi, müslümanların sayısı kırka tamamlanınca açıktan tebliğe başlanması, ayrıca İslâm hukukunda malın kırkta birinin zekât olarak verilmesi müslüman geleneğinde kırk rakamının önemli bir yer tuttuğuna işaret sayılabilir.
Tasavvuf geleneğinde de kırk rakamı sıkça kullanılmıştır. Tarikata intisap edenlerin kırk günlük ön perhizini simgeleyen çile, Hz. Ali’nin kırklar meclisinin sâkisi kabul edilmesi, dünyayı tedvîr eden ermişlerin sayısının kırk oluşu ve buradan türeyen ‘kırklara karışmak’ deyimi, Bektaşîlik’teki kırklar meydanı, kırklar şerbeti, kırk budak ve kırk makam, insan hamurunun kırk gün boyunca rahmet yağmurlarınca yıkandığı vb. hususlar bunlar arasında sayılabilir. (...)
Kırk rakamının eski Türk kültüründe (de) önemli bir yeri vardır. Kırgız (Kırk Kız) efsanesinden itibaren Türk destan ve masallarında kırk ve kırklar motifi önemli bir yer tutar. Orta Asya kökenli destanlarda yiğitlerin yanında kırk er, hatunların çevresinde kırk kız bulunduğu bilinmektedir. (...) Kırk vezir ve kırk harâmiler gibi halk hikâyelerinde, Kırkçeşme, Kırkanbar, Kırkgöz, Kırkpınar, Kırklareli gibi yer adlarında ve ‘kırkı çıkmak, kırklamak, kırk oruç, kırk kurban, kırk gün kırk gece’ gibi sosyal hayatı ilgilendiren alanlarda Türk geleneğini zenginleştiren kırk rakamı Türk atasözleri ve deyimlerinde de sıkça anılır. ‘Acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır; kırkından sonra azanı teneşir paklar; kırk kurda bir aslan ne yapsın; kırk derviş bir kilime sığar ama iki sultan bir iklime sığmaz; birisine kırk gün deli dersen deli olur’ gibi atasözleriyle ‘kırklara karışmak, kırk deveye bir eşek, kırk gün günahkâr bir gün tövbekâr, kırk serçeden bir börek, kırk yılın başı, kırkı on paraya’ gibi deyimler bu türdendir. (...)
İslâm kültüründe bazı kitapların kırk bölüm halinde düzenlenmesi (meselâ İmam Gazzâlî’nin İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn’i) ve masallarda kırk durak veya kırkıncı kapının bir mutlu son oluşu, arınmanın kırk gün sürmesi gibi hususlar bu sayının bir olgunluk ve tamlık ifadesi için kullanıldığını gösterir.”(3)
Heretik bir metin olduğu halde, ilgili rivayete bir ciddiyet ve itibar yükleme adına İmam Cafer-i Sadık’a mal edilen Buyruk(4) adlı kitabın ilk bölümünün başlığı da Kırklar Cemi’dir. Kimi doğru rivayetlere göre orada verilen bilginin, yapılan tanımın asıl maksadı şudur: Hz. Peygamber’in bir şari olarak, hikmete dair hususları kendi diliyle zikretmesi halinde, bunlardan ümmeti üzerinde yeni emrî sorumlulukların, amelî yüklerin doğacağını düşünüp, bu konularda bizzat bilgilendirdiği isimlerden biri olan Hz. Ali’ye konuşma ruhsatı vererek, o hususları zahirde kendi şeriatının dışında tutmuş olması...
Kadimiyet, semavi dinler, medeniyetler, kültürler, mitolojiler, efsaneler, kıssalara, menkıbeler... genelinde nasıl bakarsak bakalım Kırk sayısı, Kırklar ve Cem terimleri yepyeni içerikler yüklenerek İslam metafiziğinde (tasavvufta ve tarikatlarda) kendisine mahsus bir yer dinmiş, diğer bir söyleyişle İslami bilginin ve uygulamalarının içine kolayca çekilmiştir.
Örneğin Cem terimi, tasavvuftaki yüz basamağın (makamın ya da mertebenin) doksan dokuzuncusudur ki, “Halk olmaksızın Hakk’ı görmeyi ifade eden” bir terim olarak, tefrika ve fark kelimeleriyle birlikte kullanılmaktadır.(5) Son / yüzüncü basamak olan Tevhid’in, aynı zamanda İslam düşüncesindeki döngüselliğin (daireselliğin) karşılığı olarak ilk basamağa yani Yakaza’ya tekrar bağlanması ise, tasavvuf müessesinin tasavvur ve tefekkür olarak sağlamlığının bir göstergesidir.
Hüseyin Su’nun Kırklar Cemi’ni, isminin bir münadi oluşundan hareketle, hakkındaki bilgilenme ihtiyacımızı da giderdikten sonra okumaya-duruşumuzda karşılaşacağımız ilk şey de bu mezkur sağlamlık olacaktır.
Şöyle ki:
Zikir Pınarında Kalbimizi Yuduk başlıklı (Romen rakamlarıyla belirlenmiş VII bölümlük) ilk öykü, genç anlatıcısının yakazasıyla başlar. Zira gencin babasının ölüm uykusu, şu cümlelerinden görüleceği üzere onun hayata uyanışı olarak belirir:
“...son nefesini verip de ruhunu teslim ettiğinde bir perde çekiliverdi babamla aramızdan ve sanki ben de o gece birdenbire hareketlenen siyah beyaz fotoğraflar hâlinde bütünleşen sonra da tamamlanan hayata uyanıverdim, olgunlaşıverdim ve hep sonsuz ve sorunsuz bir geleceğe doğru bakarken ve tabii daha çok çok çok zamanımın olduğunu sandığım haytalıklarıma devam edip güle oynaya koşarken bir taşa ayağım takılmış ve birdenbire büyüyüvermişim, meğerse babası önünden çekilen her çocuk kaç yaşında olursa olsun birden büyürmüş böyle...”
Sonrasında anlatıcı çocuğun / gencin yaramazlıkları, haylazlıkları (s. 40) planında sunulan öyküler gerçek manada ona mahsus ya da onun idrakini inşa eden farkların konumlandırılması amacını taşır. Çünkü, olumsuz gibi görünse de aslında ilmek ilmek örülen bir hayatın karşılığıdır yakaza ile başlayan bu farklar ve nihayetinde zikir meclislerine çok küçükken katılmakla eriştiği erken Cem hâlinin yap taşlarıdır.
Hüseyin Su’nun Gülşefdeli Yemeni öyküsünden buraya da uğramış olan hala ile anne, dayı, amca ve şeyh Bilal Efendi’nin hayat - tarikat tabloları cüz kesesi, hatim töreni, hatim şerbeti, sohbet, zikir halkası, ihvan, cezbe vb. terimlerin eşliğinde ancak öykü diliyle mümkün olabilecek –ve bizzat okunmak suretiyle mahiyetine, manasına ve tadına varılabilecek- bir telvin elde edilir.
Kırklar Cemi’nin Işık Selinde Billur Parıltısı adlı (Romen rakamlarıyla belirlenmiş V bölümlük) ikinci öyküsü, asıl karşılığını meşhur süt metaforunda (s. 116) bulan benzer bağlamdaki yeni ve müstakil bir düzeyin öyküsüdür. Bu öykünün anlatıcısı, ilk öyküdeki çocuğun / gencin üniversiteli hâli midir, bundan pek emin olamasak da, anlatıcıyı yine bir tarikat bağı, ihvan halkası içinde buluruz.
İlginç olan, okur olarak her iki öyküde de ilk bakışta mazîleşmiş durumlara tanık kılındığımızı sandığımız halde, aslında mazîlik anlamında bitmiş bir şeyden çok, geleceğe eklemlenerek süreklileşmiş bir durumun içine çekile-duruyor-oluşumuzdur.
Öykülerde sıkça zikredilen yaygınlaşmış kötülüğün, sosyal tahribin, değer yitiminin... ağırlığı ya da yoğunluğu, hayatın güzelliği, insan olmanın ve ilişkilerinin değeri konusunda bizi yer yer endişeye düşürse de, gerçekte Kırklar Cemi’nin yok edilmediği, onun kendisini mezkur olumsuzluklardan korumak için geriye-çekmiş olduğu bariz bir şekilde ortaya çıkar.
Aşikâr Sır başlığı altında, Hüseyin Su’nun Tüneller (1983) adlı ilk öykü kitabından arta kalan Meşhet ile Ateş’in biçimsel, dilsel ve tematik nedenlerle burada yer bulduğu belirtilse de, bunların yine aynı nedenlerle ilk iki öykünün içerdiği manaya ve kurgusal yetkinliğe tam tam uymadıkları da ileri sürülebilir.
Müzekkinnüfûs’tan mülhem olarak yazılan Temmet’in ise, okuru, sanat ontolojisi esasında bir tefekkürün katına yükseltirken, aynı zamanda öykülerin yeryüzü ekinleri ve yukarıda da zikrettiğimiz şekilde hayatın döngüselliğine dahil olmaları itibariyle, dilin hakikatine ve dolayısıyla öyküsel bir gerçekliğinin içine çektiği malumdur: Oluş ve bozuluş; bozuluş ve oluş...
Nitekim, Michel Foucault da kelimelerin bizi “edebiyata dönüşecek bir sürekli namevcudiyetin eşiğine” götürdüğünü söylemez mi?(6)
KAYNAKLAR:
1-Hüseyin Su, Kırklar Cemi, Şule Yayınları, İstanbul 2020
2-Jacques Ranciére, Kurmacanın Kıyıları, çeviren: Yunus Çetin, Metis Yayınları, İstanbul 2019
3-TDV İslam Ansiklopedisi, “Kırk” maddesi
4-İmam Cefer-i Sadık, Buyruk, haz.: Fuat Bozkurt, Kapı Yayınları, İstanbul 2009
5-Abdürrezzak Tek, Tasavvufî Merteber –Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevi Örneği, Emin Yayınları, Bursa 2008
6-Michel Foucault, Büyük Yabancı – Dil, Delilik ve Edebiyat Üstüne Konuşmalar, çev.: Savaş Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul 2020
(Şiraze dergisi, Eylül-Ekim 2020)
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.