Haşmetli ellerini nasıl da nazlı nazlı uzatıveriyor gök, kar taneleri vasıtasıyla yeryüzüne… Ve nasıl da kar taneleri menzile varmak için yarışırcasına atılıyorlar zemine… Milyarlarcası süzülüyor birbirine değmeksizin ve her biri ayrı bir deseni ayrı bir çizgiyi, ayrı bir varlığı dillendiriyor görmesini bilen gözlere, hayret etme nimetini tadabilenlere…
Aslında kar, gözleri sürekli betona, griye alışan insanın, biraz olsun grilikten sıyrılmasına imkan veriyor. İlkbaharın ve yeşilin sevilmesi de bu olumsuz normalleşmenin (ki her normalleşme olumsuzdur) kırılmasına bir nebze imkan verdiği için olsa gerek. İnsan farkına varmasa da bir değişim arzusunda, tekrardan sıkılıyor. Değişikliği sağlayacak araçlar arıyor, bulduğunda ise seviniyor. Tabiatın cilveleri de bu noktada ona yardımcı oluyor.
Öte yandan bazı zaman insan eski günlere uzanmayı istiyor. Evin sadece bir tek odasını hamam misali ısıtan, üzerinde ekmek, yumurta, kestane gibi şeylerin kokutula kokutula pişirildiği sobalı günlere. Sobada kendi hallerini çıtırdayarak anlatan odun parçalarının seslerinin dinlendiği ve sıcaklığın etkisiyle hafifçe uykuya adımlayan gözlerin lapa lapa yağan kar tanelerini izlediği geceler. Her haliyle sessiz ve beyaz geceler. O dışarıdan gelenin içeriye kışı getirdiği, kardan bitkin bir halde kendini sobanın yanına dar attığı, içeriden kimsenin ne sebeple olursa olsun dışarıya çıkmayı istemediği geceler. O bakılabildiği kadar beyaz, o kulak kabartılabildiği kadar sessiz geceler. Tefekkür imkânı veren geceler.
Şimdilerde ise kar, o eski günleri hatırlatıyor hatırlatmasına ama şehirde daha bir farklı sanki. Evet, sanki sadece grilikleri üzerimizden atma vesilesi olmaya başladı kar. Öteleri hatırlatmaktan ziyade tatil vesilesi olarak kodlandı zihinlerde. Artık onu önemsemez, onu seyreylemekten zevk alamaz oldu insanlar. Hem modern insanın tabiat ile ilişkisinin, ibret ekseninden sömürü eksenine evrilmesi hem de kar mevsiminin farklılaşması bunda etkili olsa gerek. Aslında buna farklılaşma tabirini kullanmak ne kadar doğru kestirmek zor. Çünkü determinist algının, “süregelenin dışına çıkılamazlık” yönündeki telkini insanı bu şekilde düşünmeye itiyor olmalı.
Öte yandan insanın beyaza olan tutkusu malum. Kundağı da beyaz, gelinliği de, kefeni de. Temizlik, duruluk anlamına geliyor aslında beyaz. Belki de bu yüzdendir beyaza ve beyaz kar tanelerine olan aşinalığı insanın. Belki de bu yüzden çoğu insanın yüzünde kar tanelerini görünce istemsiz bir tebessümün oluşması, gönlünde bir nereden geldiği belli olmayan bir huzurun dirilmesi. Belki de kar ölümü hatırlatıyor. Belki ölüm gerçekten de kar-beyazdır.
İnsanın doğduğu andan öldüğü ana kadarki en sürekli eylemi, önce yük almak, sonra yük atmak. Bilgi, eşya, insan, dert… “Madem atacaktın neden aldın zamanında?” denilemiyor işte. Kurgu böyle: Önce yük bil, sonra yok bil! Gerçekte hiçbiri insanla yürümüyor sonsuzluğa. Bulduğu, alıp vermediği, sadece biraz dikkatle muhâfazasına gayret gösterdiği temiz fıtratının yansıması olan selîm kalbi kalıyor ona yolun sonunda ya da gerçek yolun henüz başında. Ve bu kalbin işaretiyle eyledikleri yâren oluyor ona. Ölmek gerçekten sonsuzluğa başlamak demek, beyaz bir sayfa demek. Gözün alabildiği kadar beyaz, hatta ihata edemeyeceği kadar beyaz. Tıpkı bakmaya doyulamayan kar taneleri gibi.
Kar tanelerinin dokunduğu sıradan ellerden ziyade, kar tanelerine dokunan ve bunu ahdinin bir parçası olarak gören seçkin ellere sahip olmalı insan. Aradaki fark çok büyük.