Aslında koca bir salonun kitaplarla örülü duvarlarında başladı onun kaderi. Yok hayır. Daha öncesine dayanıyor. İkindi Tepesi’ne dayanıyor tabii ki. O pek küçükken yaşadığı aşkı nasıl unutur? O da biliyor ki o tepeden düştü gökyüzüne. Dizleri yıldız beresi. Babasında mı annesinde mi daha tutkuluydu o ilahi ask? Hangisinden ne kadarını alıp ta üstüne sayfalarca anlam kattı o da bilmiyor. Fakat kaderini o İkindi Tepesi’nde; kara denizle kara göğün birleştiği o kilitte akan gözyasları çizdi. Bunu bunca yılın ardından çözebiliyordu. Şimdinin bilmişliğinden geçmişin toyluguna bakmak ne büyük zevkti böyle. Toyluğu, o tıpış tıpışlığı şimdinin büyüklügü ile okşamak ve masumiyetini garip ve acınası bir hinlikle sevmek. Artık o kadar da masum değildi şükür.
Bir çocuk ağlamaya çıkardı o tepeye. Annesi mi pataklamıs, babası mı kızmıştı? Hayır. İkisi de değil. Sebepsiz gibi duran bu damla rahmetin en saf haliydi. Kesin olarak soyut bir yagmurdu. Tanrı’yı düşünürdü çocuk o tepede. İkindi Tepesi’nde. Biraz gökte balık yüzdürür, biraz denizde kuş uçururdu uzaktan. Sonra bir kırk ağırlığıyla dönerdi hayata…
Bu erken ağırlık bütün hayatı ezgin bir yükseklikte tutacaktı sonraları. Eline aldığı bir kitap bin kitaba dönüşecek ve pek çok gece onu zırıl zırıl ağlatacaktı.
Belli ki o büyük salonun duvarlarını kaplayan kitapların suçuydu bütün bunlar. Bu ağırlıklar. Bu keder nöbetleri. Bu yalnızlığın izdihamı. Hepsi, hepsi onların başının altından çıkmıştı.
Tepeden inip bir anda salona dalardı. Karanlık olurdu. Işığı yakmazdı. Babası -ışığı kapat artık- dediği vakitler ışıksız kalmasın diye devlet bir lamba dikmişti onun için. Sokak lambasının ışığı karanlığı bölerek etkisiz hale getirirdi. İçinden bir sis dağılırdı o vakitler. Bu fantastik havayı severdi. Bir anda kütüphanenin raflarına düşlerin taştığı o cok sevdigi kafataslarını sıralardı.O yıllarda hepsi birbirinden değerli ve özellikle doğudan gelen bir çok düş başı duruyordu kütüphanenin orta katındaki raflarda. Yabancılar, batının düş başları ise kendi eliyle kaçak giriş yapıyordu. Babası yukarıdaki üç büyük sırayı Tanrı’ya ayırmıştı. O raflardan duraksız bir kutsanmışlık akar dururdu. Evleri hemen her zaman bu susmayan çisiltinin bestesinde yaşardı. O raflardan başını kaldırdığında gaybı görürdü adeta…Kaybetmemesi gerekeni. Kaybolmayanı ya da… Fakat bu asla bir baş ya da bir düş değildi. Tam olarak gerçeği söyleyebilirdi. Babasının söyleyişiyle “hakikati.” Sanki yukarıdaki raflarda gökyüzü sıralanmıştı da, ona, gözlerinin içine içine bakıp duruyordu. Ne zaman kaçak bir kitap görse elinde, gücenmiş bir mavi dalgalanıyordu kütüphanede.
Kaçak kitapları da elden ele alıp içti durdu. Fakat kaçıramadılar onu bu tutukluluktan…
Bir gün çok garip bir rüyaya yakalandı. Aslında uyanmayı öğreten. Kütüphane tamamen boşalmıştı. Tek bir baş yoktu. Tek bir düş…Sadece en yüksekte bir kitap! Sonra birden iki kapıya açılıyor iki kapağı. Biri hayat, diğeri de hayat!
Büyük büyük insanların para pulun bir türlü yetmemesi ve üstüne üstlük bir de artırılamaması adına ağlama duvarına çevirdikleri yüzlerinden ırakta bir küçük tepede, salt ilahi aşkı hissetmek için çocuk pembesi yanaklarını elma tepeciklerinin tersine çevirmeye çalışması abartılıymış gibi dursa da, üstüne inen kaynağın saf tadını emerek avunurdu. Yükseklerde bir şeyler vardı. Fakat çok yükseklerdeydi. Bunu hissedebilmesi için henüz boyu çok kısaydı. Uzanamayacağı kadar mavi bir raftaydı sevilesi şeyler. Hatta minik sancılar çekiyordu okuldan ve oyundan arta kalan zamanlarını bu tepeciğe kondurarak.
Bağlanmıştı bir kere. O yaşta. Fakat nasıl?
Evinde Yunus yaşamışsa, Ahmet Yesevi dolaşmış durmuşsa kütüphanesinde, ağzına tıka basa ekmek peynir basıp annesinden gizli yatağına kaçıyorken koridorda Sadi onu selamlamış ve ardından Nedim’in gülüşlerini duymuşsa onun da yapacak bir şeyi yoktu. Babasını dilinde beyitlerle görmüştü annesinden çıktığında. Ikisinden çıktığında da Tanrı’yı…Hep annesinin rahminde yaşamaya devam ediyordu öte yandan. Ona saklandığında ana dilinde ilahi kıpırtılarla yüzleşiyordu. Hayattan arta kalan her zaman bir seccade üstündeyse rahminin sahibi, onun da yapacak bir şeyi yoktu.