Gazali, nur’u “kesif cisimlerin yüzlerine akseden şey” ile tarif eder. Nur, kendisi görülen ve kendisi vasıtasıyla başkası görülen şeyden ibarettir. Gazali’nin nur tarifi, Batılı “bilme”nin yaklaşmadığı bir alan oluşturuyor. Çünkü Batılı bilme için kalp, akıl-idrak cihazı değil. Gazali ise bilme-idrak meselesinde duyularla bağıntı kurar. Gazali’ye göre, idraklerin en kuvvetlisi duyulardır; nurun sırrı ve ruhu, idraklere görünmesidir; idrak de ancak nurun ve gören gözün bulunmasına bağlıdır. İdrak eden ruh, basıra (görücü) dır. Nur, ne idrak eden ve ne de kendisiyle idrak edilen değilse de; idrak sadece onun yanındadır. Bu nedenle göz nurdur. Ancak gözün nur olması Gazali’ye göre avama ait bir görüştür. Çünkü Gazali’ye göre göz nurunun kusurları vardır. “Göz”ler içinde bu eksikliklerden uzak bir göz varsa, o, nur ismine daha layıktır. İşte Gazali’ye göre bu “göz” kalbtir. “İnsan kalbinde olgunluğu haiz bir gözün mevcut olduğu bilinmektedir. Bazen ondan akıl, bazen ruh, bazen de nefs-i insan diye bahsedilir” (GAZALİ, 2011: 17- 18). Gazali kalbi nur olarak değerlendirdi ve onu “basar” bildi.
Müslüman düşüncede duyu organlarının “basar” ve şehadet etme” vasfı olduğunu Kur’an’î beyanlara göre biliyoruz. Fussulet suresinde “Hatta oraya geldikleri zaman yapmış oldukları şeylere, onların gözleri, kulakları ve derileri, aleyhlerine şahitlik etti/ Kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz” (41 Fussulet 20/ 22) ayetleri ile insan uzuvlarının “basar” ve şahitlik edeceğini bildirmektedir. Böylece “kalb”in de basiret olarak değerlendirilmesinde garabet bulunmamaktadır.
Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi kitabında kalb ile bilgi arasında ilinti konusunda Gazali’nin yukarıda aktardığım görüşünü teyid eder. Kalbin manevi bir cevher ve hakikati kavrayan bir mahal olduğu konusunda Hilmi Ziya, Gazali’ye dair görüşleri beliğ bir şekilde anlatmıştır. Hilmi Ziya, Gazali’nin insanın kalbini bilmediğinde Allah’ı da bilmez bir varlık olarak gördüğünden bashsediyor. O’na göre kalbin iki anlamı vardır. Biri insanın bedenindeki bir et parçasıdır ki, onunla uğraşmak hekimlerin işidir. Öteki manevi bir cevherdir, insanın özü olan Tanrı’ya ait bir güçtür ki onunla hakikatı kavrar. Kalbden başka bütün melekeler daha zayıf derecede hayvanlarda da vardır. Yalnız kalb insana mahsustur. Kalb bilginin doğduğu yerdir. Gazali’ye göre şeyler (eşya) kalbte bir aynada olduğu gibi bütün açıklığı ile görünür. Fakat bilginin tam olmasına engel olan nedenler vardır. Gazali’ye göre, çocuk kalbi, bilgiyi almaya yetmez bir halde bulunabilir. Kalb, günahlarla, hırslarla bulanmış olabilir; bu hal onun hakikati aksettirmesine mani olur. Yahut kalb, kazanç endişesi ve gündelik iş gibi sebeplerle gözü hakikatten uzaklaştırmış olabilir. Nihayet kalb ile hakikat arasında taassup-bağnazlık (fanatisme) gibi bir perde girebilir. Bu haller, iyi niyet de olsa, hakikatın araştırılmasına engeldir. Gazali, bilgi ile irfanı da birbirinden bu sebeple ayırır (ÜLKEN, 1993: 151).
Hakim Tirmizi üzerine yazılmış bir makalede Kalbin dört boyutundan bahsedilir: Sadr, kalb, fuad ve lübb. Bu boyutlar bir sisteme göre düzenlenmişlerdir, en dışta sadr bulunur, onu kalb takip eder, daha sonra fuad ve en içte ise lübb yer alır (ÇİFT, 2002: 240). Tirmizî’ye göre, bilgi, ya dışarıdan girme yoluyla, ya da bizzat kalbden kaynaklanmak suretiyle, iki yolla sadra ulaşır. Yazar buradaki kalb’i Kalb’in alt boyutu olan kalb şeklinde değerlendirir. Yine yazara göre Tirmizî, bilgiyi, sadr üzerinde belli etkileri olan bir nur (ışık) olarak da tasavvur etmektedir. Bir kimse, araştırma ve kullanma amacıyla bilgiyi arzuladığında, bilgi nuru onun sadrında, kişinin arzusu oranında artar. Bu nur kişiyi aydınlatır, bilinmeyen şeylerin tanınmasına ve bilinenden hareketle bilinmeyeni çıkarsamaya yardım eder. Bu nur, bilgi artık kullanılmadığında azalır. Kalb, bâtınî bilgisiyle takviye edilmezse kalbde doğan bilgi kişiyi azgınlığa ve nefsin afetlerine çeker. Kesbî olan bilginin aksine, kulun kalbinden neşet eden bilgi, Allah’ın bir ihsanıdır. Bu bilgi, sahibini Allah’a yakınlaştırır. Tirmizî’ye göre, hikmet latifeleri ve ihsan şahidleri olmaları açısından bu tür bilgiler, sadra doğru ilerleyebilir, fakat burada sağlam bir şekilde yerleşemezler. Çünkü sadr, gereksiz düşüncelerin, arzuların ve diğer olumsuz dürtülerin giriş yeridir.Tirmizî, kalbin derûnî boyutlarını mütalaa ederken, açık bir şekilde belli bilgileri belli mevkilere tahsis eder. Ona göre, Allah’dan gelen ledünnî bilgi, kalbde (yani, sadr’dan sonra olan ikinci alanda), marifet ve rüyet fuadda, Allah’ın ihsan ve lütufları ise en içteki lübb’de muhafaza edilir (ÇİFT, 2002: 241). Kur’an’da “ulül elbab” kavramı geçmekte. Bu kavramın hikmetle de ilgili olduğunu görmekteyiz. Çünkü Kur’an’da “Dilediğine hikmeti verir. Kime de hikmeti verirse muhakkak ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri/ulul elbab tezekkür eder” (2 Bakara 269) denilmiştir. Hikmet/ ulul elbab/ zikir kavramlarının birlikte ifadesi kalbin amellerinin Allah’a yönelişini zarurî kılmıştır. Kur’an ulul elbab kavramını kitap/vahiy ile ilintilendirmiştir: “Bu insanlara bir tebliğdir. Bununla uyarılsınlar ve Allah’ın tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar/ veliyezzekkere ulul elbab” (14 İbrahim 52). Nitekim başka bir ayette “Kitabı ululelbab için hidayet ve zikir yaptık” (40 Mü’min 54) diyerek hidayet/ zikir/ hikmet/ ululelbab kavramlarını birbirine bağlar. Ululelbab’ın murdardan ayrılmakla da ilintisi kurulmuştur: “De ki murdarla temiz bir olmaz. Murdarın çok olması hoşuna gitse de. Ey ululelbab Allah’tan sakının/ fettekullahe. Umulur ki, felaha erersiniz” (5 Maide 190). Görülüyor ki, akletmek ile iman etmek kalbin birbirini besleyen iki eylemidir. Akletme kalbi iman etmeye götürüyorken iman etmek akletmeye sevk etmektedir” (KUTLUER, 2007: 46). Kutluer’e göre Kur’an’da Ulul Elbab (akıl sahipleri) denildiğinde “Kalb sahipleri”ni anlamak gerekir. Kalb sahipleri de aslında zikredenlerdir. “Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur” (13 R’ad 28). Kalblerin itminan bulması bu ayette zikredilmiştir. Ancak Ulul Elbab’ın zakirler olmasından bahsedilmiştir: “(Kitap) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir/ Huden ve zikrâ li ulîl elbâb(elbâbi)” (40 Mü’min 54).
Gazali Mişkâtu’l-Envar isimli eserinde Nur suresi 35. ayetindeki mişkât, zücace, misbah, şecer ve zeyti ele alır. Bu kavramların her birisini, insanda mertebeler hâlinde bulunan beş ruh ile açıklamıştır. Gazali bunlara “mertebe” der. Birinci mertebe, mişkât ile temsil edilen hassas ruh’tur. Bu ruhun aslı hayvandır; hayvan ancak bu ruhla hayvan olur, süt emmekte olan çocukta vardır. İkinci mertebe, zücace ile temsil edilen hayalî ruhtur. Bu ruh duyuların getirdiklerini kaydeder, zamanında kendi fevkindeki aklî ruha sunar. Bu, gelişmesini belli bir dereceye kadar sürdürmüş ve gördüğü şeyi unutmayan çocukta ve bazı hayvanlarda vardır. Örneğin köpekte vardır, pervanede yoktur. Çünkü pervane zarar gördükten sonra bile kendisini acıya sürükleyerek tekrar lambaya atılır, ıstırap çeker. Fakat köpek bir kere odunla döğüldü mü artık her odunu gördüğünde hemen kaçar. Üçüncü mertebe, Misbah ile temsil edilen aklî ruhtur. Bu ruh özel insanlık cevheridir; his ve hayal dışında kalan makulleri idrak eder. Bu, çocuklarda ve hayvanlarda bulunmaz. Akıl nuruna ait bu ruhun algıları, külli, zaruri bilgilerdir. Dördüncü mertebe, şecer ile temsil edilen fikrî ruh’tur. Bu ruh sırf aklî olan ilimleri alır, aralarında telifler, terkipler yapar, ondan nefis bilgiler çıkarır. Sonra elde ettiği iki neticeyi tekrar aralarında birleştirir, ondan da başka netice elde eder. Böylece sonsuzca artar. Fikrî ruh ile meydana gelen fikirlerin bereketli ağaca benzemesi makuldur. Zira, aklî fikirler; cihetler, yakınlık ve uzaklıkla ilgili olmadığı için doğuya da batıya da ait değildir. Beşinci mertebe, zeyt/yağ ile temsil edilen kudsî ruhtur. Bu ruh peygamberlere ve bazı evliyaya mahsustur. Veliler arasında peygamberlerin yardımına muhtaç olmayan ve nebiler arasında meleklerin yardımına muhtaç olmayan vardır. Gazali’ye göre bunların hepsi nurdur. Birbiri üzerine nur olduğu için de “nur üstüne nur” olurlar. Ancak Gazali için nur kalb içindir ve hidayet için istenir (GAZALİ, 2011: 54- 60). Kalb, Gazali’nin “nur” şeklinde değerlendirmesine uygun hususiyetler içinde olduğu halde günahla bozulmuştur: hastalıklı kalb/ fî kulûbihim maradun (74 Müddesir 31); katılaşan kalb/ kaset kulûbuhum (57 Hadîd 16); örtülen kalp-paslanan kalp/ râne alâ kulûbihim (83 Mutaffifîn 14). Oysa kalb için temizlik-haya daha hayırlıdır/ hıcâb(hıcâbin), zâlikum atharu li kulûbikum ve kulûbihinn (33 Ahzab 53); ve haşyetten titrer/ kulûbuhum veciletun (23 Mü’münin 60). Bu nedenle Rahman’a münib bir kalb ile gelin/ câe bi kalbin munîbin (50 Kâf 33).
Kur’an’ı tezekkür edenler ve onun nur’undan istifade edenler, kalplerini İslâm’a açmış demektir; “Allah’ın, sadrını İslâm’a açtığı kimse Rabbinden bir nur üzeredir. Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların/ katılaşanların/kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler” (39 Zümer 22). Dikkat edileceği üzere kalb iman mahallidir. “ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum/ Kalplerinize (içine) îmân girmedi” (49 Hucurat 14) ayetinde iman ve kalb ilişkisi vurgulanır. Bu nedenle “Meselü nurihi ke mişkât” âyetinde (24: 35) geçen “mişkat”ın kalb olduğu hususunda telaffuz edilen görüşler kavramları sembolik değerlendirmişlerdir. Duman’a göre Mişkât, Farsça kökenli bir kelimedir; duvardaki penceresiz oyuk, lamba konulmak için açılmış özel bir mekân, niş, lambalık anlamlarına gelmektedir. Mısbah (çoğ. mesabih), “Sabah” ve “Sabahat” maddesinden ismi Sabah gibi latif ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Aydınlatma cihazı, ışık, çerağ, nur, ziya; lamba, kandil, aydınlanmak amacıyla içerisinde ateş yakılan cam vb. madenden mamul kap gibi anlamlara gelmektedir. Fahruddin er-Razî’nin nakline göre, bazı sufiler göğsü mişkâta, kalbi zücaceye, marifeti misbaha, misbahın yakıldığı ateşi (el-misbah) melaikenin ilhamına ve mübarek ağacı da melaikeye teşbih etmiştir. Bazı müfessirler, el-misbah ile Kur’an, ezzücâce ile müminin kalbi, mişkât ile onun ağzı ve dili, mübarek ağaç ile vahyin kast edilmiş olabileceğini söylerken, bazıları da: Mişkâttan maksat göğüs, misbahtan maksat kalp, zücactan maksat iman, yağdan maksat vahiy ve ilhamdır demişlerdir (DUMAN, 2005). Gazali, nur için kendisi görülen ve kendisi vasıtasıyla başkası görülen şeydir, der. Ancak burada durmaz. İlk kaynağa varır. Derece derece bütün nurlar bu kaynaktan doğar. Diğer bütün nurlar O’ndan istiaredirler. Hakiki olan yalnız O’nun nurudur. Gazali’de bütün nurlar tabi oldukları nurun zatından değil vechinden gelirler. Bunun için herşey O’nunla zahir olur. Eğer bir şey gizli kalmışsa zuhurun şiddetindendir, zuhurun şiddeti gizli kalmasına sebep olur. Işığın kaynağı şuleden öncedir, der. Gazali’nin işraka dair bu metodu tevhide doğru yol almakta kalbi bu yolculuğun mecrası kılmaktadır. Gazali’nin bakışında kalb Rabbini zikrederek “aydınlanacaktır.” Dikkat edilirse Gazali’nin tertibinde Nur 35. Ayeti nurları mertebeler olarak ele almıştır; Allah’I bu nurların kaynağı gibi değerlendirir. İşrakın maktül filozofu ise Nurlar Nur’unun zatından hareketle felsefesini ifadelendirir; Nurlar Nur’unun zatından var olan sadece En yakın Işık’tır; ilk hasıl olan şey tek bir soyut ışık olması gerekir, der. Maktül’e göre, alıcıların pek çok ve durumlarının farklı olması sebebiyle tek bir şeyden pek çok şey olabilir. Nurlar Nuru zatı ile her alıcıya kendini gösterir ve zatı gereği taşar. Taşma ebedidir. Maktül’e göre insan bedeni karanlık bir kaftandır, bedeninden sıyrıldığında ışıklı felekler görülecektir. Hiç kimse en büyük tasası ahiret, en önemli düşüncesi de ışık alemi olmadıkça kurtuluşa eremez (SÜHREVERDÎ, 2009: 203). Gazali’de kalbden tevhide giden nur, Maktül’de Nur, bedeninden vazgeçen insana yönelir.
- ÇİFT Salih, Hakîm Tirmîzî’nin Psikoloji Anlayışında Öğrenme Ve Algılama, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 11, Sayı:2, sayfa: 237-250, 2002
-DUMAN M. Zeki, Nur Suresi’nin 35. Ayetinin Tefsir ve Te’vili Bağlamında Allah’ın İnsana Dört Hidayeti: Fıtri Din, Akıl, Peygamber ve Kitap”, Usûl, Sayı: 3, s. 7-42, 2005/1
-GAZALİ, Mikatü’l Envar, Bedir Yayınları, 2011
-KUTLUER İlhan, İslam’da Bilgi Kaynağı Olarak Akıl, Din İşleri Yüksek Kurulu Edisyon: İslam’a Giriş- Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007
-SÜHREVERDÎ, İşrak Felsefesi, İz Yayıncılık, 2009
-ÜLKEN Hilmi Ziya, İslam Felsefesi, Cem Yayınevi, 1993