Başlangıçtan itibaren Müslümanlara ait bir estetik kaygı vardı ama bunun mekanı şekillendirmesi henüz mümkün değildi. Yine de İslam’ın estetik bir mecranın içinden, Hz. Adem’den Hz. Peygamber (asv)’e doğru aktığını düşünmek durumundayız. Eğer bir “ide”den söz edilecekse “cennet” böyle bir şeydi: Doğru (sıdk), güzel (hasen), ahlâkî olanın kaybolmuş ülkesi. Hz. Peygamber (asv)’in çölde yaşıyor olması ve bir bina olarak Kâbe’nin abartısız- kübik formu, Müslümanların estetik/güzellik bilgisi ile alâka kurmayacağı manasına gelmemişti. Bütün şairleri susturan, onları allak bullak eden bir Kitap gelmişti.Nitekim Kur’an vahyedildiği zaman boyunca çöl insanına, onların belki de hiç vasıl olamayacağı bir estetik bilginin varlığını anlatmış gibidir. İnsanı çölde de olsa aşkın bir aleme bağlayan, yaratılışın özünden ölümün sonrasına varan bir seyrden, seferden bahsetmiştir. Giderek kendilerinden önceki kavmlere de estetiğin neye hizmet etmek için verildiğini. Sefer ve seyr, insanı görsellik karşısında büyüleyen, temaşayı merkeze çekerek pasifize eden bir halet. Kur’an, Süleyman-Belkıs kıssasında Belkıs’ın tahtına ulaşmak için suya girmek gerektiğini zannederek eteğini sıyırması, ama zeminin sırçadan mamül olduğunu anladığında da imana gelmesi anlatılmıştır. Belkıs’ın “hakikat” sandığı şeyin aslında “sanal” olduğunu gösteren Hz. Süleyman, estetiği hakikat ortaya çıksın diye kullanıyordu. Dolayısıyla seyr tekniği, bireyi ahirete çeken bir hakikat karşılaşmasıdır bu olayda. Teknolojik tekebbürün yükseldiği çağda bu kıssa bizim için bile hayal ötesi görünüyor. Estetik, hakikatin bir izdüşümüdür ve O’na çağırmaktadır. Ancak Batı toplumlarında ve elbette Doğu toplumlarında estetiğin artık bir güzellik formuna dönüştüğü kesindir. Biz Müslümanlar açısından da estetiğin bir rövanş, güç- statü isteyen bir cevap arayışı ile şekillendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. O artık bizim için bizatihi kendimiz için seyr ve sefer olmaktan çıkmıştır. Güzellik karşısında eteklerini toplayan bir Belkıs’a dönmemizin sebebi buradadır. Hakikate değil de “güzel”e bakan ve güzel’i putlaştıran insanoğlu estetikle istediği kalb huzurunu bulamayacaktır. Sezai Karakoç, “Ruh ölüm dikkatinde yaşar. Ölüm dikkatinin aleviyle yıkanmış bir ebedilik hücresinde çilesini doldurur ve onu yaşatan balözünü orada emer” (KARAKOÇ, 1980: 39) der. Karakoç’a göre, Uygarlık her zaman kendini ölümün aynasında seyrederek benlik bilincini yitirmemenin sırrıyla yoğrulma şansına erer. Ancak biz, görülüyor ki ölüme dikkatini yitirmiş bir uygarlık algısı içindeyiz; dahası uygarlık tasavvurumuzda bir “son” telakkisinden mahrum gibiyiz. Hatta eserimizin, kainatı örtmesine; güneşin ayın seyrini gölgelemesine yönelmiş gibiyiz. Bu nedenle işimiz bir sefer haleti içinde değildir. Çünkü sefer ele geçirme için değil üns için, kurbiyet içindir. İnsan da dünya içinde bir seferdedir, menzili kevser’edir. Sefer seyr iledir. İnsanın göstergeler toplumunda yaşamasını, simülasyonlara boğulmasının arkasında varoluşunun seyr ile ilgisi olmasından gelen bir bağ bulunduğunu düşünürüm. Seyr-i İllallah olan bir varlık, seyr-i mevcudatla mücehhez bir sanat algısı nedeniyle Allah’a doğru gidişattan mahrum kalıyor.
Batı toplumlarının sanatı ile Mısır’ın Musa’yı yenmeye itelenmiş büyücülerinin illizyonu aynı mesabededir. Mısır’da da zamanı aşan büyük bir teknoloji, büyük bir kapitalizm ve insan algısını bozan büyük bir efsun vardı. Ancak Musa’nın Mısır’da kalmamaya dair iradesi ve efsunu bozmak için verilmiş mucizeyi kullanışı toplumun tamamında büyülenmişliği çözdü. Bu, modern toplumun büyüsünü bozacak mucizenin Kur’an olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki Müslümanca Düşünme’yi dert edinen düşünme biçimimiz Mısır’dan ayrılmak fikrini temellendirebilecek yönelişten yoksun görünüyor. Batı uygarlığını ve bilimini, insanlık tarihinin/birikiminin hülasası görmek biz Müslümanları Mısır’dan ayrılma düşüncesinden koparıyor. Platon, sanat eserinin işlevini açıklayarak bizim niçin “ayrılma” düşüncesini geliştiremediğimizin de cevabını vermiş oluyor: “Sanatın önce eğlendirici bir yanı bulunmaktadır; sanat her şeyden önce kendine özgü bir eğlence türüdür. Öte yandan sanatların verdiği hazlar, zevkler katışıksız, salt olup (...) verdiği hoşlanma, bir yarayı kaşırken duyumsanan hazza benzer” (BOZKURT, 1995: 86). Hz. Süleyman’ın, estetiği hakikat ortaya çıksın diye kullanmasıyla, Platon’un sanatın işlevi hakkındaki görüşü arasındaki fark, Biz ve Uygarlık arasındaki uzaklığı da anlatmaktadır. Platon’un işaret ettiği eğlence ve haz boyutu olmasa sanatın “ide”si hakkında filozofların görüşleriyle İslam arasında estetik bilgisi adına bir çelişme bulunmayacaktı. Platon’un “eğlence” dediği şey tam da burada İslam’ın dünyayı eğlence olmaktan çıkarma, dünyayı cennete çıkılacak bir zemin kılma fikrinden kopuk bir yaklaşımı ifade ediyor. Batı düşüncesinde insan Platon’dan beri dünyada kötülüğün içindedir. Filozofa göre bizler bir mağarada zincire vurulmuş esirler gibi yaşamaktayız ve sırtımızı da güneşe dönmüş vaziyetteyiz. Gerçek nesnelerin gölgeleri karşıdaki duvara vurmakta ve biz esirler de bunları gerçek sanmaktayız. Bu aldatıcı dünyanın üstünde, ancak akılla kavrayabildiğimiz bir “ide”ler dünyası vardır ki asıl gerçek o dünyadır. Platon’a göre bir ressam gerçeğin değil, görünenin benzetmecisi olabilir. Bununla beraber Platon’un “ide” dünyası Allah’a varmamaktaydı. Yeryüzünde niçin sırtını güneşe dönmüş esirler olduğumuz da açıklanmış değil. Bir kötülük varsa da anlamını bilmemekteyiz ve gölgeler duvarda yansıdıkça bizi simülatif bir aleme gark etmekte, bizi oyalamaktadır. Marcuse da sanat ve toplum arasındaki ilintide bizi Platon’un tasvirine doğru itmektedir: “Toplumun kendisini ve sefilliğini yeniden-üretiş alanı olan emek alanından ayrılmış olarak, yarattıkları sanat dünyası, tüm gerçekliği ile, bir ayrıcalık ve bir yanılsama olarak kalmaktadır (...) içerisinde bu yabancılaşmanın kutlandığı yüksek ekinin kendi öz ayinleri ve kendi öz biçemi vardır. Salon konser, opera tiyatro olgusallığın başka bir boyutunu yaratmak ve çağırmak için tasarlanmışlardır. Onlara katılmak bayramlara özgü bir hazırlığı gerektirmektedir (...) Böylece reklam nesneleri olmaktadırlar- satmakta, rahatlamakta ya da heyecan vermektedirler” (MARCUSE, 1990: 57). Marcuse’un söylediği, sanatın öteki boyut kurarak ve yabancılaşmaya açık bir pratik geliştirerek toplumu kapatmasıdır. Sanat büyük reddediştir; içlerinde insanların ve şeylerin gösterildikleri, şarkı söyletildikleri ve ses verilip konuşturuldukları, böylece olgusal varoluşlarını çürütme, kırma ve yeniden yaratmaya uğrattıkları biçimlemelerdir. Bu da hakikati görkemli bir oyuna, hakikat olmayan “gerçeğe” döndürmektedir. Bir anlamda Musa (as)’nın karşılaştığı illizyonlar imal etmektedir. Müslüman sanatçının hakikate yönelmesi ile gerçeği illizyon etmek zorunda kalmak arasında parçalanmışlığı bu zeminde ortaya çıkıyor.
Kainata bakış ve tabiatı taklit noktasında Batı sanatı ile ortak bir çıkış noktasındayız. Kur’an, “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak!” (30 Rum 50) derken tabiata bakışı emrediyor. Ancak tabiatın tezyinatı ve güzelliğini meçhul bırakmamaktadır: “(İşte bu) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır” (27 Neml 88). Güzellik ilahi bir tecellidir. Esma’nın mahlukata sıçramasıdır. Bu nedenle dünyanın kötülük olduğundan bahseden Batı paradigmasına bağlı değiliz. “Ki O, herşeyin yaratılışını en güzel yapandır” (32 Secde 7). Dünya da bunun içinde olmalıdır. “Ahsene” diyerek güzelliği aleme nakşeden Allah’ın bunları bir oyun için kılmadığı da aşikardır: “Ve gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri, oyun olsun diye yaratmadık” (44 Duhan 38). Müslüman sanatçının bir illizyon sergilemek ve edimini bir oyun kurmak işinden uzak tutması çabası, onu toplumsal sanat algılayışının dışında bırakıyor. Hasen olan ile hayrı aramayı, estetik ile ahlâkî tavrı birbirinden ayırma imkanı verilmiyor. Ama estetik ile “gösteri”nin arasının açılması gerekiyor. Bir anlamda Müslüman sanatçı ile eser arasındaki ilişki Hüsna olan Allah’ın ihsanına mazhariyeti arıyor. Bir ihsana garkoluşu. Öteki anlamda da sanatını toplumun hakikatle karşılaşmasına vesile kıldığı oranda da muhsin kılınacaktır. Eden ile edim arasında parçalanamaz bir ahlâk eylemi var. Hulk sahibi ile ahlâkının ayrışmazlığı gibi. “Onun şiiri yalan söylemez” diyebileceğimiz bir şair- şiir ilişkisinden bahsediyorum. Bu noktada biçimler ve kuramlar değil bir illizyonun kırılması, büyülenmenin bozulması sanatkarın temel edimine dönüşüyor. Hakikatle sadık bir ilişki kurarak, hakikati açığa çıkarmak; hakikatin kavramlarından hareket ederek dünyayı yeniden tanzim etmek gerekiyor. Hristiyan felsefede dünya, düştüğümüz/atıldığımız/fırlatıldığımız aşağılık bir yerdir. Bu felsefeyi yeniden tanımlayarak işe başlamak gerekiyor: Dünya; din sahibi olduğumuz, cennete çıkmak için indirildiğimiz, Allah’ın alem-i mahlukata kemalatı ispat için yarattığı bir varlık olan insanı yaşattığı aşağıda bir yerdir. Sanırım sanatın görevi bu üç hususu tedarikle ilgili bir gayrettir.
KAYNAKÇA:
-BOZKURT Nejat, Sanat Ve Estetik Kuramları, Sarmal Yayınevi, 1995
-KARAKOÇ Sezai, İnsanlığın Dirilişi, Diriliş Yayınları, 1980
-MARCUSE Herbert, Tek Boyutlu İnsan, İdeaYayınları, 1990