Tevrat Yaratılış (Genesis)
(2:15) RAB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu. (2: 16) Ve ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu, (2: 17) “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” (2: 18) Sonra, “Adem'in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” (2: 19) RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların, hepsini topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. (2: 20) Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. (2: 21) RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. (2: 22) Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. (2: 23) Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi, “Ona ‘Kadın’ (*) denilecek, Çünkü o ‘adamdan’ (*) alındı.” (2: 24) Bu nedenle adam anasını babasını bırakıp karısına bağlanacak ve ikisi tek beden olacak. (2: 25) Adem de, karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.
(3: 2) Kadın, “Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz” diye yanıtladı, (3: 3) “Ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi.” (3: 4) Yılan, “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi, (3: 5) “Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” (3: 6) Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi. Kocası da yedi. (3: 7) İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. (3: 16) RAB Tanrı kadına, “Çocuk doğururken sana Çok acı çektireceğim” dedi, “Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, Seni o yönetecek.” (3: 17) RAB Tanrı Adem’e, “Karının sözünü dinlediğin ve sana, Meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için, Toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi, “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. (3: 18) Toprak sana diken ve çalı verecek, Yaban otu yiyeceksin. (3: 19) Yaratılmış olduğun toprağa dönünceye dek Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın. Ve yine toprağa döneceksin.” (3: 20) Adem karısına Havva (**) adını verdi. Çünkü o bütün insanların (**) anasıydı. (3: 21) RAB Tanrı Adem’le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. (3: 22) Sonra şöyle dedi: “Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu. Şimdi yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.” (3: 23) Böylece RAB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Adem’i Aden bahçesinden çıkardı. (3: 24) Onu kovdu; yaşam ağacının yolunu denetlemek için Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi.
(*) İbranicede Adam: iş, Kadın: işşa anlamındadır. “İşşa” kavramı da kadının Adem’den (iş) türetildiğini dilsel manada kanıtlar.
(**) İbranicede Havva ve insan aynı sözcükten türemiştir.
Tevrat’tan iki bölüm aldım. Bu iki bölüm bilgi felsefesi hakkında İslam düşüncesine göre oldukça farklı temellendirmelere kapı açıyor.
İlk olarak, (2: 17)’de“Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme” denilmektedir. Böylece bilgi’nin Tanrıdan gelmeyen ayrı kaynağından söz edilmektedir. Adem bilgi ağacından yiyerek “hüsn ve kubh” meselesinde müdrik kılınmaktadır. Bilgi konusunda Adem’den başlayıp da Tanrı’ya dayanmamak Tevrat’ın muharrefliğinin boyutunu gösteriyor. Bedeni yaratan tanrının bilgiyi yaratılmışa öğretmemesi, bilgisayar üreten kişinin hard diske program yüklememesine benziyor. Bu kavrayışın tabiatta da karşılığı bulunmuyor. Zira tabiattaki mevcudat yaratılışına uygun bir “bilgi” ile “donatılmış” bulunuyor. Caretta, yumurtasını kırıp kumun altından çıktığında sahile ulaşması gerektiğini biliyor! Bu bilgi nereden gelmiştir? Ayrıca insan iyi nedir, kötü nedir bilmiyorsa 2: 19’da işaret edildiği üzere “ad koyamaz.” Her şeye rağmen mevcudatın bilgisinin kaynağını araştırarak “insan bilgisinin kaynağı nedir?” sorusunun cevabını aramak yanlış bir metodoloji sayılabiliyor. Bir hayvanın bilgisinin kaynağı insanî bilginin kaynağı probleminde temel alınmamalıdır, deniyor. İnsanî bilginin kaynağı, bizatihi temel problematiğimizdir. Bilginin kökeninde deney mi yoksa akıl mı yer almaktadır? Tevrat’ın zikrettiğimiz bölümlerine bakılırsa ne amprizm/ deneycilik ve ne de rasyonalizm/ akılcılık bilginin kaynağı olabilecek vasfa sahip değil görünmektedir. (3: 22)’de şöyle buyurulmaktadır:“Sonra şöyle dedi: “Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu. Şimdi yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.” Bilginin tanrısal özünden bahsediliyor ama tanrının mahfazasında bulunmadığı işaret ediliyor. O bilgiye erişmekle insan “tanrısallaşıyor” ve ölümsüz olmaması için bilgi yasaklanıyor. Batı felsefesi Tevrat’ın bu ifadesini anlamlandırmaya ve temellendirmeye çalışıyor olmalı. Ancak bu ifadenin Müslüman bilgi teorisinde bir karşılığı bulunmamakta. Çünkü bizde aynı kıssa, bilginin Tanrı’dan yalıtılmış özünden bahsederek ifade edilmemiştir. Bilgi, bu kıssa anlatılmasa idi bile Kürsî ayetinde (Bakara 255) ifade edildiği gibi Allah’ın Alim oluşuna aittir. “ya’lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bişey’in min ilmihî/ (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar” (2 Bakara 255). Böylece amprizm ve rasyonalizm üzerinden bilgiye erişemeyeceğimiz ortaya çıkıyor. İslam inancı açısından deneysel ya da aklî istidlal ile “bilgiye erişme” meselesi ile ilgili ilk örnek Kabil’in Habil’in cesedini ne yapacağı sorusu üzerinde ortaya çıktığından bilginin amprik ve rasyonel bir temeli olduğu reddedilemez. Çünkü Kabil Habil’i öldürdüğünde “gözlem” yapmıştı. “Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek yeri eşeleyen bir karga gönderdi.” (5: 31) Böylece insanlık gözlemin bir bilgi biçimi olduğunu idrak etti. Fakat bu hadisede Allah Kabil için “O kardeşinin cesedini nasıl gömeyim diye etrafına bakındı” dememiştir. “gurâben/bir karga yebhasu fîl ardı/yeri eşeleyen li yuriyehu/ona göstermek için” demiştir. Katil daha önce bir insan ölüsü görmemişti. Ölülere nasıl muamele edilir bilmemektedir. Bu nedenle kendi cinsi kargayı öldüren bir başka karga “gönderilir” ve bu karga arzı eşelemektedir. Bilgi teorisi açısından bu hadiseye şöyle bakabiliriz: Allah bilimsel bilginin de kontrolörüdür. Kabil bir katil olarak cesedin parçalanması vahşi hayvanlara yedirilmesi gibi hadiseyi farklı “örtme” metodlarına sapmaz. Karganın yaptığını taklit eder. Böylece bilginin insana ilahi bir plan üzerinden nakledilmesine şahit oluruz. Bu hadisenin bize verdiği ders gözlemin ister rasyonalizmin ve ister amprizmin aracı kılınsın “gösteren”e bağlılığının kesintisiz oluşudur. Elbette burada “gösteren” büyük harfli “Gösteren”dir ve O= Hüve’dir. Bilgi felsefesi açısından Gösteren’in gösterdiği kadar gözlem yapabileceğimiz fikri tartışılması gereken bir iddiadır.
İkinci olarak, (2: 19)’da, “RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların, hepsini topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı” denilmektedir.Burada da Adem’in mevcudata “isim koyma” vasfına sahip olduğunu görüyoruz. Tevrat’ın Adem’in isim koyma vasfını teslim etmesi İslam inancı ile bağdaşmaktadır. Bununla beraber Adem Tevrat’a göre kendisinin kim olduğunu dahi bilmemektedir. Kendisini bilmeyen Adem’in Havva’nın adını koyması, mevcudata adlar bulması ilginç bir sıçramadır. Gazali’ye göre bilginin varlığı için “ta’lim ve muallime ihtiyaç vardır. Her muallim işe yaramaz, muhakkak masum bir muallim lazımdır.” Gazali’nin Minkuz’da söylediği bu söz aslında Hz. Peygamber’i işaret ediyor. Ancak bilginin kaynağı probleminde bu sözü Hz. Adem’e kadar çıkarmak mümkün görünüyor. Tevrat, ilk muallimin masum olmadığını iddia ediyor. Oysa İslam inancı Hz. Adem’in bilgisinin henüz cennete konulmadan önce kendisine verildiğini ve sürçme sonunda yere düştüğünde de af dileyerek “kendisini temizlediğini” ifade etmiştir. Batı felsefesinin ilk muallimin masum olduğu noktasında önyargısını değiştirmesi mümkün değil. Bu hem bilginin tanrısal öze ait niteliğini elde etme cehdiyle “tanrıyla savaş” psikolojisinden ileri geliyor ve hem de insan zaten bilgiyi “günah ile elde etmiştir” fikrinin gücünden geliyor. İnsan bilgisi evveldeki bir ahit ile insana öğretilmemiştir, zihin boş bir levhadır (tabula rasa), bütün bilgiler dıştan gelmiştir, tecrübe/deney ve tümevarıma dayanmıştır diyenler Kabil’in “bilme biçimini” elde etmiş görünüyorlar. Gazali Mişkatü’l Envar’ında göz’ün bilgi edinmede yanılgıya düşebileceğini yedi cihetten izah eder. O’na göre 1) Göz kendini görmez; 2) Göz kendine çok yakın ve uzak olanı görmez; 3) Göz perde gerisini görmez; 4) Göz eşyanın dışını ve üst yüzünü görür; içini ve illetlerini/ hakikatlarını görmez; 5) Göz varlıkların bazısını görür; ferah, sevinç, gam, hüzün, acı, lezzet, aşk, şehvet, kudret, irade, ilim gibi derunî ve ruhî sıfatları görmez; 6) Göz sonsuz şeyleri görmez, çünkü o cisimlerin sıfatlarını görmektedir; 7) Göz büyüğü küçük görür; güneşi başaktaki tane kadar görür (GAZALİ, 2011: 18- 20). Gazali el Minkuzu Min ed Dalal kitabında da gözün yanılgısından bahsederek “insan ölünce herşey ona şimdi göründüğünden başka türlü görünecek” demektedir. Bu konuda “İşte senden perdeni kaldırıp açtık, bugün gözün ne kadar keskindir” (50 Kaf 22) ayetini de verir. Şimdi sorun şudur: insan kalubelada ve öldükten sonra farklı bir bilgilenmeye tâbi ise “dünya içinde varlık” halinde bilgisine ne derece güvenebilir. Batı felsefesi açısından Adem’in “dünya içinde varlık” durumu onun Orta Avrupa’da yaşıyor olduğu hissi vermektedir. Tevrat açısından Adem mevcudata ad koyma işini nerede yapmıştır? Bu soruyu sormamızın gerekçesi şudur: İnsan eğer dünyaya atılı bir varlık olarak işe başlamış ise “ad”ları neye göre vermiştir? Örneğin gece nedir? Eğer gece ekvatora göre değerlendirilirse başka, kutuplara göre değerlendirilirse başka olacaktır. Buna göre her mevcudun bilgisi değişkendir. Oysa Heidegger’e göre: “Dasein olduğu sürece doğruluk vardır. Dasein olmadan önce hiçbir doğru da yoktu. Dasein’dan sonra da hiçbir doğru olmayacaktır. Bütün doğrular onun varlığına bağlıdır, çünkü onun yapısı doğruluktur” (ÇÜÇEN, 1997: 57). “Dasein hakikat içinde vardır.” Hakikati (keşfedilmişliği) varolanlardan hep çekip çıkarmak gerekir. Varolanlar mahfuzluğun içinden sökülüp alınır. Keşfetme dünya içinde varolmanın bir varlık minvalidir. Heidegger’in bu sözleri Tanrı’dan kopuk “iyiyle kötüyü bilme ağacı” ifadesiyle mutabık görünüyor. Buna rağmen bizdeki “Hakikat” dünya içinde varlık’a ait olamaz.
Kur’an dünya kelimesini kozmostaki bir gezegen, bir yıldız şeklinde görmemektedir. Kur’an’da dünya “ölümden önceki hayat” anlamına gelmekte, kozmosta üzerinde insanın yaşadığı gezegen ise “arz” şeklinde nitelenmektedir. “Dünya hayatı” dediğimizde Batı felsefesinin varmadığı farklı bir alan açılmakta, ölmeden önceki hayatın bir oyun ve eğlence olduğu İslam vahyi tarafından bildirilmektedir. Arz, “alçak yer”; dünya ise “ölmeden önceki hayat” şeklinde anlam kazandığında hayatın ölümden sonra da devam edeceği ve başka bir mekana taşınacağı gerçeği ortaya çıkacaktır. Bu gerçek, Dasein’in “Hakikat” içinde olmadığını kanıtlamaktadır. İnsan bilgisi kesbî değil, verilidir.
- ÇÜÇEN A. Kadir, Heidegger’de Varlık Ve Zaman, Asa Yayınları, 1997
- GAZALİ, Mişkatü’l Envar, Bedir Yayınları, 2011