Ben yürürüm yâne yâne
Aşk boyadı beni kâne
Ne âkilem ne divâne
Gel gör beni aşk neyledi…
Yana yakıla yürümek. Yolun uzunluğu ve sıcaklığı bakımından yakıcı olduğunu bile bile dur/a/mamak, sürekli yürümek. Yürüme hali durma halinin zıddı olduğu için önemli olduğu kadar bir hedef ifade etmesi bakımından da dikkat çekici. Yürüyen, yürüme eylemi ile bir tür farkındalığa sahip olduğunu ihsâs ettirir ve yürüme hem bir yerden uzaklaşma hem de bir yere varma amacı güdüldüğünü gösterir. Yürüyen üstündür çünkü anın hoşnutsuzluğu ile menzilin arzulanışı yürüyüşte, adımlarda, nefeslerde düğümlenir. Düğüm ancak eylem ile aşılır, açılır. Ancak yananlar yürüyebilir. Yanmadıklarını ve yanmanın önemli bir şey olmadığını düşünenler ve yanma nimetinden mahrum kalanlar ise oturur bekler. Bekleyiş çürüyüştür. Halbuki insan kemâle erişmek için var edildi. Her kulluk, bir adım daha ilerlemek. Asıl mahrum ise yanmaktan da yürümekten de haberi olmayan.
Ancak bu yürüyüş sadece adımlarla olmaz. İşleyen, akleden bir kalp gereklidir bu eylem için. Kalbin işleyişi önce kan iledir ve sınırlı-sonlu-fizikî-dünyevî devamlılığı sağlar ancak sonrasında can ile ve aşk ile olmalıdır bu işleyiş. Aksi takdirde ikrâmlara âyine oluşun sırrı görülmez olur insanda. Hem âşık olmayan yürüyemez. Yürüse de menzile varamaz, varsa da menzilin tadını alamaz. Cânını, kanını vermekten sakınan hakikî yâre ulaşamaz. Yâre sunulacak olan ise, sırtta taşınan, matematik hesaplara vurulan, sıradanlaştırılan, tadı olmayan şeyler değil sadece kalb-i selîmdir ve onun meyveleridir. O kalp ki aşkın kırmızısıyla al al olur, susarak çığlık atar, severek yakar geçer, insanın canına can katar, can eder. Gerçek hayat maşukun gönlündedir. Boyanmışlık ise kan-kırmızının öze ve yüze yansımasıdır. Zaten özü güzel olmayanın sîreti de sûreti de güzel olmaz. Boyanan boyanmayan gibi değildir. O hal değiştirmiştir, beğenmediğini silmiş atmış, beğendiğine bezenmiştir. Aşkın boyası ile boyanan, artık gönlünde maşuktan gayrisinin bulunmayacağını cümle âleme ilan etmiş olur. Bir kalp iki sevgiyi kaldırmaz. Sevginin tamamı O’na hasredilir, O’ndan başkası sevginin tümüne layık değildir. Sonrakilerin sevgisi de zaten O’nun lütfu, ikramı, inâyeti ile olur.
Bu öyle bir haldir ki, kişi ne âkil ne divânedir. Akl ile cinnet arasındadır, el-menzile beyne’l-menzileteyn aslında onun durumunu anlatır. Akıllı olacak kadar aklı, divâne olacak kadar basîreti yoktur. Akıl ölçmeyi, tartmayı, hesap yapmayı, bağlantılar kurmayı, basîret ise görmeyi, sezmeyi, tefrîk etmeyi sağlar. Gerçekten bilenler divâne olanlardır. Âkil ise divânenin aksine zaman arar, zemin arar. Aşk hali akıldan geçilen ve gerçek divâneliğe varasıya gezilen vadilerin ismidir. Âkil olmak, almak demektir. Divâne olmak, vermek demektir. Veren ise alandan üstündür. Övülesi olan divâneliktir. Ancak aşkın boyadığı ben, divâneliğe erişinceye kadar türlü gölgelerin karanlığına girer. Her karanlık onda bir iz bırakır. Öyle olur ki bazen düşünmek bile bir kara lekedir. Akıl bırakıldığından beri gölgenin karanlığı da, karanlığın gölgesi de divâneliğe çağırır. Pervane bir yönüyle divânedir çünkü varlığından geçmiştir. Varlıktan geçmeden hakikate erişilmez. Pervane bir yönüyle daha divânedir çünkü hedeflidir. Âkil olmadığı ise kesindir çünkü dönüşünün sonucunu bilmektedir. Bu, bilerek ve isteyerek bir tür acıya talip olma ve bütünleşme yolunda/için yanmayı göze almak anlamına gelir. Bu açıdan o akıldan geçmiştir. Ancak tam olarak divâne de değildir. Çünkü divâne tekliften yoksundur, onun dini yoktur, yakîni vardır. Pervane aklı bırakmanın, ondan geçmenin ve deliliği ise arzulamanın ancak ona varacak hâle erişmemenin adıdır. Pervâne bir isim değil hâldir.Öte yandan bir de araftakiler vardır, var olma cehdi taşıyan ancak var olmanın gereğini yerine getiremeyenler. Ama onlar cennete yakındırlar son tahlilde. Pervâne olup hakka’l-yakîn sırrına eremeseler de yokluk da görmezler. Kendi halleri üzere razı edilirler. Halleri kadar hallendirilirler.
Aşk öyle bir hale koyar ki “ben”i, anlatılsa ciltler olur. Hem öyle ciltler ki her birinin sayfalarını doldurmaya kalem olan ağaçlar, mürekkep olan denizler yetişmez; okumaya sonsuz dili olan sonlu canlılar takat getiremez. Bu makamda aslolan haldir, yani hal anlatır ıstırabın büyüklüğünü. Bu durumu görecek olan ise sonlu, sınırlı, nâkıs olanlar değil, bizâtihi o hâli verendir. Hâl O’nun ikramıdır, veren O’dur, alan O’dur. Aşk bir haldir, hallenmeden bilinmez. Gören gözün, işiten kulağın, yürüyen ayağın, tutan elin, sadece O’nunla bir anlamının olduğunun farkına varılmasıdır aşk. Aşk, aşktır işte. Aşk Yûnus gibilerinin hâlidir işte.