Menu
“HİÇBİRYER” İÇİN SOSYOLOJİK BİR OKUMA DENEMESİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • “HİÇBİRYER” İÇİN SOSYOLOJİK BİR OKUMA DENEMESİ

“HİÇBİRYER” İÇİN SOSYOLOJİK BİR OKUMA DENEMESİ

Bunlar ahireti dünya hayatına satmış kimselerdir; onun için bunlardan azap hafiflendirilmez ve kendilerine bir yardım da olunmaz.

Kutsalı unutanlar, modernizm ile birlikte insan mutluluğunun Allah'tan bir kopuş yaşayarak yaşanabileceğini düşündü. Bununla birlikte tüketim toplumu kendini mutlu etmeye uğraştı, ama bunu beceremedi. Modern toplumlarda yaşayanlar her geçen gün daha da mutsuz olduklarını görüyor” William Chittick

Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder. A. H. Tanpınar

İslâmî düşüncenin daha çok tasavvufî geleneğinde dünya hayatı bir gurbet olarak telakki edilir. İlk insanlar Hz. Adem ve Hz. Havva sürgün olarak dünyaya gönderildikleri için bu menfâlık onların nesli için de geçerli bir gurbetlik olarak kabul edilmiştir.

Modern öncesi toplumlar Hz. Adem’den tevarüs edilen bu garipliği (gurbette olma durumu) az veya çok, açık veya örtük, tanrı ile ilişkileri nispetinde hayatlarına, sanatlarına ve düşüncelerine aksettirmişlerdir. Bundan dolayı ilâhî veya totemî hemen bütün dinlerin mensupları, insanı bir aşkın güç karşısında aciz olarak kabul ederek dünya hayatını öldükten sonra bu aşkın güce kavuşmak için kat edilen mecburî bir süreç olarak telakki etmişlerdir.

Bu “gurbet” telakkisinin, Amerika yerlilerindeki ölen kişinin tanrı “Yüce Manitu” veya “Büyük Ruh” ile beraber gökyüzü çayırlarında at koşturduğuna dair inanışları ve Mevlânâ’daki “şeb-i arus” anlayışı gibi iki uzak örnek dikkate alınarak değerlendirildiğinde ne kadar geniş bir yelpazede zemin bulduğu anlaşılacaktır.

Modernlik, insanlık tarihinde bin yıllardır süren bu inanç geleneğini yıkmaya çalışmış ve insanı sadece dünyada kabul edip dünya ile sınırlamaya gayret etmiştir. Modern insan sadece madde ile tanımlanır ve bu maddesel varlık modern ağlarla dört bir tarafından örülür. Netice olarak insan sadece bu dünyada ve bu dünya için vardır. Kapitalizm ve teknolojiyi öncü kuvvet olarak insan topluluklarının içine salan modernizm, onların tüketim hırslarını kamçılayarak sadece kazanmak ve harcamak fiillerinin hakim olduğu bir faaliyetler dünyasına hapseder.

Bu hayat tarzı Avrupada doğmuş ve insanlığın erişebileceği en ileri nokta ve yegâne zirve olarak kabul edilmiş olduğundan diğer coğrafyalardaki toplumlara da, tehdit ederek, öldürerek, sömürererek, özendirerek, vaad ederek, gönüllü veya gönülsüz kabul etmesi sağlanarak veya dayatılarak ithal edilmiştir. Avrupa dışı toplumlar için modern olmak dışında bir yol yoktur. Kaçmak, kurtulmak mümkün değildir. Modernizm, katil yosunlar gibi bütün dünya coğrafyasını karış karış etkisi altına almış ve diğer kültür ve geleneklere hayat hakkı bırakmamıştır. İnsan toplulukları tarafından binlerce yılda oluşturulan hayat tarzları, oturma-kalkma, yeme-içme, giyinme, eğlenme, üzülme, kutlama, sevinme, düşünme gibi akla gelebilecek her türlü insanî tutum ve davranış modernizm ve mütemmim cüzleri teknoloji ve kapitalizm marifeti ile yok edilmiş ve modern yaşama biçimi küresel bir davranış olarak hemen bütün insanlığın ortak paydası olmuştur. Batı dışındaki coğrafyalarda yaşayan toplumların sadece giyim kuşam tarzlarının özel günlerde giyilen tören giysileri halinde kullanılmak üzere bitkisel bir hayatı yaşamalarına izin verilmiştir. Değilse, Osmanlı mutfağında var olduğu söylenen dört yüz çeşit şerbetin kaçı yaşıyor bugün?

Görünüş ve davranış biçimleriyle böylesine tekdüze bir hayatı paylaşan insanlık, manevî olarak da tarihinin yüzlerce, binlerce yılda geliştirdiği ve her toplumun kendine has değer yargıları da mecburen terk edilmiş ve böylece gerek mahallî gerekse evrensel değerleri yok edilmiştir. Ahlâk, erdem, ülkü, yardımlaşma, dayanışma, merhamet, vs. davranış ve düşünüş şekilleri artık tarihin sayfaları arasındadır veya ancak modernizmin müsaade ettiği nispette yürürlüktedir. Şimdi, duygularımızın ölmeyen kısımlarını da batılı acıma duygusu ile tatmin ediyoruz; buzulda sıkışan balinalar filan!
Dünyadaki seyrine bakıldığında değişik coğrafyaların modernizmle ilişkileri farklı farklı olmuştur. Kimi modernizmi gönüllü kabul ederken kimi modernleştirilmiştir. Amerikaya, doğduğu kıta olan Avrupa tarafından taşınmıştır. Kıtanın yeni sahipleri, buldukları kültür ve medeniyeti tamamen yok edip faillerini de toplu kıyımdan geçirerek yeni bir düzen kurdukları için Amerika kıtasındaki hemen her ülke, uçbeyi şeklinde Avrupa ile koşut bir modernizmi yaşamaktadırlar. Afrika ve Hint bölgeleri ise fiilî işgal ve sömürü ile modernleştirilmişlerdir. Asyanın diğer bölgeleri Avrupanın bir başka uçbeyi Ruslar vasıtasıyla modernleştirilmiştir.

Biz ise, Osmanlının varisler olan Türklerin modernizmle tanışıp hemhâl(!) olması diğer toplumlardan farklı bir yol izlemiştir. Modernizm Türkiye’ye yukarıdan aşağıya, devlet eliyle veya bürokratik makamlarda alınan kararlarla ya da birtakım elitlerin baskısıyla ve toplumsal tabana rağmen girmiştir. Zemin bulabilmesi için de toplumun değerleri küçümsenmiş, özenti ile kendine has zenginlikleri, kendi eliyle yok ettirilmiştir.
Modernizm insana dünya cenneti sunar, lâkin bu cennette insan hiçbir zaman saadete ulaşamaz. Modernizm ve kapitalist anlayış insanı nesneleştiren ve insan topluluklarını yığınlaştırarak bir tüketim öznesi olarak yaşamak dışında başka bir davranış şekli bırakmaz.

İster tasavvufî yorumla olsun, ister sıradan insan duyarlılığıyla olsun, müslüman ferdin bu dünyayı her şeyi unutacak tarzda sevmesi ve buraya bağlanması mümkün değildir. Kur’an’da, değişik yerlerde ve değişik bağlamlarda dünya hayatının boş ve gelip geçici olduğundan bahsedilir. Bunun dışında hadis-i şeriflerde de dünya hayatına dalmak, ahireti, ölümden sonrasını unutmak, kaçınılması gereken bir davranış biçimi olarak tanımlanır.

Müslümanlar şöyle bir açmazla karşı karşıyadırlar modern hayatı yaşarken: bir tarafta yaşadıkları gezegeni bir anlamıyla; kötü, pis, alçak (*)olarak tavsif eden kitapları ve "Dünya zevklerini gözden düşüren ölümü, sık sık anın" diyen Peygamberleri, diğer tarafta ise manevî olan ne varsa dışarda tutulması gereken ve yaşamaya zorlandıkları bir hayat tarzı!
Batının yaşama şekillerini benimsemek zorunda kalan Müslümanlar modern hayatın dayattığı salt bu dünyaya aitmiş gibi yaşama ile bu dünyayı bir çilehane, bir durak, bir mola yeri olarak kabul eden inançları arasında sıkışıp kalmış durumdadırlar.

Modernizm, zamanla kendi insanı için bile kaçılası bir hayat olmuştur. Çeşitli şekillerde bu hayatın dışına çıkmak isteyen ve kaçamayıp edilgenleşen, etkin yaşamayı reddederek kaçış yolları arayan insanlar ve içinde bulundukları durumlar sanata, edebiyata konu olmuştur. Bunlara Albert Camus’nun Yabancı’sından hippilerin yaşama tarzlarına kadar birçok örnek bulmak mümkün. Arama motoruna “modern hayattan kaçış” yazdım, 1 saniyede bulduğu sayfa 66 900! Meselenin ne denli derin ve karmaşık olduğu ortada...

Kutsalın, tanrının dışlandığı bir hayat insan için yaşanmaz bir yer haline dönüşür. Çünkü modern hayat tarzını üreten batı insanı için bile yaşanamazlığı kabul edilen ve tanrıyı ve kutsalı kovan, en azından düşündürtmemeye ayarlı bir yaşama şekli, dünyayı zaten mecburen yaşanası bir yer olarak kabul eden fert için nasıl gayr-i mütehammil bir cenderedir, az çok her müslüman bunu hayatından bilir. Ayrıca şu gerçek de modernizmin kutsalsız hayat anlayışının boş bir hayal olduğunun en açık delilidir: İnsan kendinin başıboş bırakılacağını mı sanır?

Türk usulü modernizm Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde inceden inceye eleştirilmiştir. Modern hayatta yaşamanın zorluğu, giderek imkânsızlığı edebiyatımızda ilk kez derinlemesine Oğuz Atay tarafından Tutunamayanlar’da ve Tehlikeli Oyunlar’da işlenmiştir.

Oğuz Atay’ın kahramanları batılıdır, batılı olma dışında bir seçenekleri yoktur, Türkiye için modernliğin öncülüğünü yapmış çevrelerdendir. Gönüllü modernlerin modernizmde bocalayışıdır, belki ondan kaçışıdır. Bu sebeple batılı insanın yaşadığı türden bir yaşanamazlığa örnektirler.

Müslüman duyarlığa sahip insanların modern hayat karşısındaki edilgenlikleri veya yenilgileri Mustafa Kutlu’nun birçok hikâyesinde işlenmiştir. Modern şehirde müslüman dindarın karşılaştığı zorluklar, yenilgiler, gerileyişler ve kaçış en güzel şekliyle en son Sır’da işlenmişti.

Müslüman olarak modern hayatı yaşamanın zorluklarının anlatıldığı Hiçbiryer, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun ilk romanı. Kendi değerlerini terk ederek modernliği yaşamaya zorlanmış insanların hayatını, başka bir hayat tarzını sürdürme imkânı bulamayan insanların çıkmazlarını, çaresizliklerini anlatır. Romanın ana konusu İstanbul’da bir üniversitede doktora yapan bir araştırma görevlisinin, etrafında gelişen hadiselere ayak uyduramayışı ve onu şehirde tutan iki insandan birden kopuşu ile şehirden köye kaçışı ve köyde de duramayışının hikâyesidir.

Romanda olaylar Şahin’in etrafında gelişir, amcası Muhsin, babası Halil Ağa ve babasının beslemesi Şaban da değişik kademelerde yaşadıkları mekâna zorakî bir bağla tutunmuş kişiler olarak farklı hikâyelerle Şahin’in hikâyesindeki konuyu beslerler. Ayrıca sadece Şahin’in hatırladıklarından, düşündüklerinden ve mektuplarından tanıdığımız bir de Müjgân var, bir yangında yüzünü kaybeden Şahin’in sözlüsü.

Roman bu kişilerin hayatı etrafından dönerken Türk usulü modernizmin tarihi ve halkın bu mesele karşısındaki duruşu, düşünsel bir zemin olarak ve toplumbilimsel çözümlemelerle yumuşak bir modernizm eleştirisi şeklinde fonda kendini daima hissettirir.

İlk bölüm İstanbul’da geçer: Şahin’i üç yabancı dil ile Osmanlı Türkçesini öğrenmeye ve mükemmel bir bilimadamı olmaya teşvik eden, türünün son örneği İhsan Hoca bir gün aniden ölüverince Şahin, “İlme fazla takıyorsun”, “Temenna etmeyi bil yeter çocuk”, “Üç dil bilmek filan paşa dedesi saraydan çıkmalarda şık durur. Köylü çocuğunun ilmini kimse takmaz”, “Önemli olan mevki kapmak” gibi görüşleri olan ve “Dekan seçilemeyince bütün hazırlıklarını milletvekilliğine kaydıran”, “tabanlarının altında binlerce tekerlek dön”en, “ayıya dayı demenin on altın kuralını öğret”en bir bölüm başkanının, Prof. Ersin Beyin eline kalır. Kütüphane ve arşivde çalışanlar için de şöyle düşünür yeni hocası: “Bu sinameki kılıklı herifler doçent, profesör olsa ne! Gün ışığı görmeden küflenip gidecekleri arşiv-kütüphane köşelerinde iki kıytırık bilgi bulacaklar diye devletten para alıyorlar”! Bu şahsın yanında da tam istediği gibi biri vardır: «Sorgusuz sualsiz doktorasını versin diye olağanüstü bir gayretle jüri topla»nan ve «İhsan Hocanın “Bu çocuğu Ersin Bey niye aldı anlamadım! Simit satarken zengin olmuş fabrikatör hikâyelerine uygun bir kumaşı var. İlimle uğraşacak ne sebat var ne izan” dediği Sedat»!

Şahin’i ilimden, araştırmadan, belki hayattan koparıp İstanbul’dan ayrılmak zorunda bırakan hadise, doktora tezi için yazdığı taslakları okuyacak kişi olarak işte bu “simit satarken zengin olmuş” Dr. Sedat’ın seçilmesi olmuştur: “Yazdıklarını Sedat Bey okusun!”

Bundan sonraki bölümlerde köy hayatı karşımıza çıkar. İkinci bölümde, ilk yöreye gelişleri, köyün kuruluşu, köylüye ve aileye ait hikâyelerle ve Şahin’in köye uyumu sorunları ile Muhsin’e hazırlanırız.

2. bölümden itibaren Şahin’in amcası Muhsin zaman zaman Şahin’in de önüne geçerek romanın en etkin kişisi olur. 3. bölüm Muhsin’in hikâyesine ayrılmıştır. Köyden okumak için şehre giden ve bir süre sonra köye dönen Muhsin şehirde kalamadığı gibi, köylü tarafından köye de yakıştırılamaz. Karşı karşıya geldiği en küçük olumsuzlukta köye yakışmadığı, şehre ait olduğu muhatapları tarafından hafif tertip aşağılanarak hissettirilir.

Şahin’le Muhsin’in hikâyeleri arasına Şahin’in babası Halil Ağa ve beslemesi Şaban’ın da uyumsuz hayatlarından kesitler serpiştirilir. Şahin’in babası tirenlere küsen adam olarak tanınır. İlk okulda sınıfın en başarılı talebesidir Halil Ağa, diğer başarılı kişi Asım Kocabıyık tahsiline devam eder İstanbul’a gider ve ülkenin zengin iş adamlarından biri olur, Halil Ağa ise askerden sonra tiren yoluna bile dönüp bakmaz.

Şahin’i kendi yapamadığını yapmak üzere kurar ve okumak için köyden uzaklaştırır. Tam 20 sene sonra köye döner Şahin. Lâkin babasının hayallerindeki gibi başarılı bir profesör veya (Asım Kocabıyık gibi) zengin bir iş adamı olarak değil de şehirde yaşamayı beceremeyip köye dönen ve geldiğinin ertesi günü kepeneğe bürünüp çobanlığa başlayan bir insan olarak! Köye dönüşü ve köy hayatına ayak uyduramamasının en simgesel örneği kepenek giyip çobanlığa koyulmasıdır. Halbuki artık çobanlar kepenek giymeyi çoktan bırakmışlardır, sıradan insanlar gibi giyinip koyun gütmeye gitmektedirler. Şahin için asıl acı olan, kepenek giymesine rağmen koyunların ona pek iltifat etmemeleridir. Koyunların yanında bile yeri yoktur. Romanın belki en tirajik sahnesidir bu:
“Sırtında kepenek onu çoban yapmaya yetmiyor. Koyunlar Şaban’ın peşinden gidiyordu. Sağır Şaban’ın her emrini yerine getirmek için hazırda bekliyorlardı.” S. 95
Muhsin amcasının köye döndükten sonraki hikâyesi de Şahin’inkiyle çok benzeşir. Şehre ait olamayıp dönen bu insanlar artık köye de ayak uyduramazlar.
Muhsin’in İstanbul hayatından kesitler sunulan bölümler aslında salt Muhsin’in hayatı değildir. Adeta 1950den sonraki İslâmî dönüşümün yüzeysel bir panoraması, biraz belgesel tadında hoş bir kurgu ile sunulmuş. Burada Cumhuriyet’ten sonraki kopuşun ardından, 1950den itibaren yeniden yeşeren İslâmî duyarlığın gelişip zemin bulmasında emeği asla unutulmayacak üç insan da simgesel olarak zikredilir: Gönenli Mehmed Efendi, Mahir İz Hoca ve Üstad Necip Fazıl. Necip Fazıl’ın fiilen var olduğu sahne, her zaman kendine güvenen, mağrur ve başı dik Üstad’ın ününe layık bir sahnedir:
«Tren görüntüsü kıvrıla kıvrıla uzaklaşırken kendisini Cağaloğlu’nda, yokuş yukarı çıkarken buluyor. Önlerinde Necip Fazıl Kısakürek. Biraz önce mahkemeden çıktılar. İnönü’ye hakaretten davası görüldü. O sabah gazeteler Necip Fazıl Irak ya da Suriye’ye kaçtı diye yazmıştı. İşte önlerinde yürüyor Üstad. Esnaf “Geçmiş olsun Necip Ağabey!” diyor. Necip Fazıl arkasına dönüp bakıyor: “Bizim arkamızda gençlik var!”» (s. 138)
Muhsin’in hikâyesinin anlatıldığı bu bölümde, devlet eliyle dayatılan maneviyatsızlığa (ya da modernizme) karşı yukarıda isimleri zikredilen bu insanların halkın ihtiyaç duyduğu manevî havayı teneffüs edecek menfezleri nasıl açtıkları arka plânda hissettirilmektedir. Bugün ülkeyi yöneten Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık gibi en mühim iki koltuğun sahipleri de dahil birçok ismi yetiştiren ve 28 Şubat süreciyle birlikte tarihe karışan imam-hatip okullarının açılan ilk örneklerinin ve bu okullarda okuyan talebelerdeki yönetici ve siyasetçi olma hedefinin hangi örnekten hareketle ortaya çıktığını da öğreniyoruz: Makaryos!
“Mahir Hoca hepimize çok önemli kişilermişiz gibi davranırdı. Sahiden önemli hissederdik kendimizi. Tek derdimiz kültürümüzü arttırmaktı. Büyükler kendi aralarında konuşurdu. Makaryos gibi din adamı olmalı derdi.” S. 137
Sanki Necip Fazıl’ın şu mısraları tartışılıyor: “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın/ Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın”!
1974’e kadar Kıbrıs meselesinde Makaryos’un dinî kisvesiyle nasıl etkin bir rol oynadığı göz önüne alınarak, okumuş, kültürlü müslüman bir din adamının da böyle etkin ve faal bir insan olabileceği, Mahir İz’in talebeleri vasıtasıyla yıllar boyu bütün ülke sathındaki imam-hatip öğrencilerine işlenegelmiştir.
Muhsin’in hayatının ikinci kısmı İstanbul’dan köye dönüp köye ait olamayışının hikâyesidir.
Aslında köyde iki tür İstanbul’dan (ve başka şehirlerden) dönen vardır. İlki Muhsin ve Şahin gibi şehirden dönmek zorunda kalanlar, bunlar köylü tarafından kabul olunmazlar. İkinciler ise şehirde çalışıp emekli olanlardır. Bunlar da köylüden kendilerini ayırırlar! Emekli olup gelenler birbirinin taklidi, betondan evler yaptırıp otururlar. Eskiden devlet eliyle gelen modernizm, çağdaş yaşama, şimdi devletin emekli ettikleri ile gelmektedir.

Roman boyunca şehir ve köy ayrımının zamanla nasıl yok olduğu, geleneksel Türk şehir medeniyetinin ve köy yaşayışının yok oluşu, yerine modern şehir anlayışının da yerleşemediği, köyün köylükten, şehrin de şehirlikten çıkıp tuhaf bir şekilde birbirine yaklaştığı görülür. Şehrin taşralaşması değildir olan, karşılıklı yozlaşma ile her iki mekânda asırlardan beri oluşan geleneklerin, hayat tarzlarının, anlayışların tamamen yok oluşu ve yerine hiçbir şey koyulamayışıdır. Eski anlayıştaki şehir de taşra da yoktur artık. Ne devletin hedeflediği şekilde modern olunmuştur, ne de halkın köklerine bağlı bir hayat kalmıştır. Acaba lumpenleşme tam da bu durum için mi kulanılıyor diye sormak geliyor aklıma! Mevki, makam için her şeyi ayaklar altına alan insanları, şehirde, Şahin’in yeni bölüm başkanı Prof. Ersin temsil ederken, köyde de, çalışmayıp yeşil karta bel bağlayan asalak tipler veya “miras sonucu tarla kendine kalınca ilk işi ark kazıp gölün suyunu kurut”an “Dursun Ali sülalesinin Haydar’ı” temsil ediyor. Göl insanlara şifa dağıtan sülükleriyle meşhurdur ve eskiden “Dursun Ali sülalesi de tarlayı baştan başa kaplayan göl kurumasın diye gözü gibi bakarmış sülük gölüne”. “Zenginler”in “zenginliklerinin sürmesi için fakir kalbi onarmak gerektiğine inan”arak yaşadıkları, fakirin köylünün “kurdunan kuşunan, eşinen dostunan” yaşadığı hayat artık “Hiçbiryer”dedir!

Şehirden gelenlerin köylü şalvarıyla yürüyemeyip tökezledikleri, köylülerin de şehirlilerin kot pantolonlarına öykündüğü, “villa kılıklı evler”in (s.122) dolduğu, plastik sandalyelere oturan ve teflon tavalarda pişen yemekleri yiyen insanların yaşadıkları mekân, şehir olmuş köy olmuş ne fark eder ki!?

Romanda olaylar gelişirken devletle halk arasındaki derin bir çatışma da kendini gösterir. Nabi Avcı’nın mükemmel kavramsallaştırmasıyla söylersek resmî Türkiye ve öteki Türkiye müsabakası farklı sahalardan, farklı zamanlardan çarpıcı örneklerle anlatılır. Nabi Avcı şöyle diyor:
“Bir yanda, hafızası sıfırlanmış, kendi sembollerini üretmekten aciz, ithal malı sembollerle kendine yeni bir kimlik uydurmaya çalışan Resmî Türkiye; öte yanda da açıkça toplumsal dolaşıma girmesi yasaklanmış sembollerini hiç değilse muhafaza etmeye ve Nevzat Tandoğan'ın zabıtalarına yakalanmamaya çalışan Öteki Türkiye...”

....
"İstanbul Darülfünunu, ‘memlekette yapılan muazzam inkılaplara karşı bitaraf bir müşahit gibi davrandığı’ gerekçesiyle kapatıldıktan sonra, Resmi Türkiye, önce Köy Enstitüleri'yle, sonra da İmam Hatip Okullarıyla, Öteki Türkiye'yi kurtkapanına getirmeye çalışıyor. Öteki Türkiye ise bu ikili hamleyi savuşturmakla yetinmiyor; İmam Hatip Okullarını kullanarak, Resmi Türkiye'nin arkasına dolanıyor ve iki puanı alıyor...” (Bu iki puanın nasıl alındığı Mahir İz’e veya devletin zirvesine bakılarak anlaşılabilir.) http://www.medyakronik.com/arsiv/navci_arv_010800.htm
Türkiye’deki devlet-halk ayrışmasının tarihine küçük fırça darbeleri ile katkılarda bulunur yazar.
“Demiryolu demek devlet demek. Devlet geldiği yere emniyet getiriyor. İstenmez mi hiç! /.../ Tenezzüh mekânı diye bir şey pek hatırıma gelmiyor. İstasyonda bir kahve vardı. Biz gitmezdik. Eşraf aileleri pek ortalıkta görünmez. Yani tenezzüh mekânlarına tenezzül etmezdik diyelim.”! s. 49.
“Tenezzüh mekânlar mı? Yok bizim işimiz olmaz öyle yerlerle. Daha çok dışarlıklı aileler giderdi öyle yerlere. Yerli halkın gitmesi, hele hele kadınların kızların çay bahçelerinde görülmesi hiç hoş karşılanmazdı. Yerli aileler pek çıkmazdı.” s. 53.
“devlet bizim uzağımızdaydı” s. 128.
Bu ayrışma günümüzden örneklerle de pekiştirilir. TEMA Vakfının törenine katılan devlet erkânı ile halk arasındaki kopukluk romanın en hoş sayfalarından:
“Platformun karşısına ve sağ tarafına dizilmiş plastik sandalyeler yavaş yavaş doluyor. Komşu köylerden gelmiş olan biri yaşlı diğeri genç iki kadın protokole yaklaşacak kadar ileri götürüyorlar sandalyelerini. ... Kendilerine yapılan ikazları hiç umursamıyorlar. Genç olan, yaşlı olana fısıldıyor: “Dana kesmişler, etli pilav dağıtılacakmış.” s. 305
Sanki Nevzat Tandoğan’ın zabıtaları burada da var, kendisi yoksa ruhu var, kokusu var!
Bu da bütün zamanların ve mekânların en çevreci cümlesi:
“Yürümek için canlı yiyen bir alete uşak olmak bizim aslımıza yakışmaz”! s. 52.

Yazarın toplumbilimci kimliği zaman zaman romancı kimliğinin önüne geçiyor. Çeşitli toplumsal meseleler hakkındaki gözlem, değerlendirme, eleştiri ve tahliller, bazen bir düşünce yazısı okuyormuş hissine kaptırıyor okuru. Romandaki bu tür durumları küçük bir bilek hareketiyle zaaf olmaktan çıkarıyor yazar. Meselâ Muhsin gibi liseden terk bir adamın ağzına yakıştıramayacağımız cümlelere açıklama bir vesile ile yine Muhsin’den gelir. Üniversitede felsefe okuyan kızının notlarını heves edip okuyarak böylesi bir birikime ulaşmıştır.

Romanda, birden fazla kişinin hikâyesi iç içe geçmiş durumda. Kemâl Tahir’in genelde mekânı köy olan romanlarında rastladığımız bir teknik bu. Meselâ Köyün Kamburu, Yedi Çınar Yaylası, Büyük Mal üçlemesinde romanın başında hikâyesi anlatılan bir kahraman romanın ortalarında ikinci, hatta üçüncü sıralara düşebilmektedir. Hiçbiryer’de de romanın kahramanı Şahin değişik bölümlerde Muhsin’le münavebeli olarak öne çıkmakta veya ikinci sıraya düşmektedir. Duruma ve bağlama göre de başka kişiler romanda kendini gösterir. Ancak “Kör Hamide”nin anlatıldığı bölüm (s.212-215) romanda bir yama gibi durmaktadır. “Kör Hamide”nin romanın kahramanları ile aynı köyde yaşıyor olmak dışında herhangi bir özelliği yok. Sadece “Kör Hamide”nin gelen misafiri fark edemeyecek derecedeki futbol tutkusu ve “goooool” nidası ile romanın başlarında Şahin’in İstanbul’da apartman pencerelerinden işittiği “goooool” nidası (s. 56) arasında bir koşutluk kurulabilir. Futbolun da modern bir eğlence aracı olarak bütün ülke ufkunu tuttuğu, kör ve yaşlı kadın gibi bir uç örnekle anlatılmaya çalışılmış gibi bir yorum yapılabilir.

Romanın dili de modern şehirlerin lisanımıza ne büyük kayıplar yaşattığını göstermesi açısından özel olarak incelenmesi gerekiyor. Meselâ “Duruşu dağ, yürüyüşü ırmak” gibi bir benzetmeyi şehirde büyüyen insan kurabilir mi? Yazar halk ağzını okuru sıkmadan ustalıkla kullanıyor. Bu kullanımda bol bol lâkaplar, deyimler, kalıp ifadeler ve atasözleri romanın diline apayrı renkler katıyor. Ayrıca halkın, dilini ihtiyaç duyduğu kelime ve kavramlar için ne kadar ustalıkla kullandığını göstermesi açısından da çok güzel örneklere rastlamak mümkün.

Romanda Türkçenin en hoş, en canlı yönü; yer adları, hayvan adları, bitki adları, çiçek adları başlı başına bir zenginlik olarak duruyorlar satır aralarında.

Halk arasındaki değişik inançların izlerine dair birtakım örnekler de ayrı bir zenginlik. Meselâ kökeni taa şamanlık dönemine kadar giden şu inanış: “Sobanın üstünde bir avuç üzerlik tohumu, bir avuç çörek otu. Dumanlar odaya yayıldıkça dudakları mırıl mırıl” (s. 87), ayrıca köpeğin yaşının değil de “meresi”nin sorulmasının başlangıcı Hz. Ali’ye dayanan bir anlayış olduğunu öğreniyoruz.

Şu kelimeler yer adlarından: Çingirdek, Karapınar, Sarıpınar, Karacaören, Paşayarı, Eşekçukuru, Sıtma çeşmesi, Sülüklü tepe. Şunlar çiçek adı: Efek, sarı çiçek, tavşan topuğu, mavi baş, sarı yonca, urfar çiçeği. Daha başkaları, Hacı Murat kuşu, Yusufçuk kuşu, yaban elması, yaz armudu, kazan eniği, un evi, iliyen (leğen) şapka, divitin etek, canfes kumaş..
“Eski süpürgeyi dama at”mak, “Suyu çekilmiş değirmene dön”mek, “Delinin getirdiği odun üstünü kurutma”mak, “İzli dipli sorma”k, “Eğrisini gediğini bilme”mek gibi deyimler ve yöresel ifadeler... Mercimek Hasan, Kaya Salih, Yılık Hüseyin, “tek bacak Salih”, “Çürük Niyazi”, Çıkıkçıgiller gibi lâkaplar... romanın diline ayrı bir işve, ayrı bir lezzet katmış.

Değişik alanlara ait mahallî kavram ve kelimelerin bazıları genel okurun bilemeyeceği düşünülerek dipnotlarla açıklanmış ancak bu dipnotlandırmada neyin kıstas alındığı meçhul. Bazı kelimeler açıklanırken, bazıları okurun iz’anına bırakılmış, öyle ki, bağlamdan veya sessel ve kökensel aidiyetten birtakım çağrışımlar çıkarıp anlamını çözmeğe çalışıyorsunuz, olmazsa mecburen atlayıp geçiyorsunuz. Meselâ bir tür şal, atkı olduğunu tahmin ettiğim “folka” kelimesi, sonra “kuşevi”? Meselâ 157. sayfadaki şu cümle: “Türk insanının bu konuda nanca mahir, nanca zengin olduğunu hayatta tahmin edemezsin”?!

Roman tekniği olarak bilinç akışı başarıyla kullanılmış. Beşinci bölümün üçüncü kısmı bir köylünün ağzından (zihninden) verildiği ve mahallî söyleyiş ve ifadelerin de bolca kullanıldığı için bu tekniğin en başarılı örneğini temsil ediyor. Ayrıca köylü zihninin nasıl çalıştığını, çelişkilerini, kurnazlıklarını, insanları ve hadiseleri değerlendiriş biçimini güzel örneklerle ifade ediyor:
“Nasıl da unuttum yav! Hafız gitti ya, Halil Ağanın oğlu burada. Üniversiteli çoban diye türkü yakmışlar ardından. Köpek oğlu köpek. Sağır oğlan gitti. Kendi gözümlen gördüm. Sağır mı değil mi belli değil ya. Evliya ettiler adamı. Kur’an okudu diye. Sağır Kur’an okur mu? Koyun öldü ortaklık bitti. Halil Ağa ölünce, görüyor musun sen üniversiteli puştun yaptığını! Şimdi sahipleneceği tuttu. Elin sağır oğlanı yıllarca çalıştı çabaladı. Yüz koyuna çobanlık etti bunca yıl. Sadece çobanlık mı? Anası gibiydi. Gelin ablanın ölümünden beri yumruk kadar çocuk, anası oldu Halil Ağanın. Halil Ağa da yaptı yapacağını. İnsan azıcık mal mülk bağışlar. Bak senin sıpan kovdu gitti elin yetim öksüz sağırını. Aman be kaytan sana ne? Ne olduğu belli değil. Nerede gezdiği belli değil. Onun yüzünden az mı iş engellendi?! İyi oldu gidişi. Gidişi olsun da dönüşü olmasın sıpanın. Şu üniversiteli gavuru ne edeceğiz? Salak o, salak. Daha köy içinden adam evladı ile konuşmuş değil. ...” s. 279.
Köy hayatına dair küçük ipuçları bir belgesel tadında yansıtılıyor bazen:
“Yumurta kaynatmak için kuşhaneye el çaldı. Kuşhane yerine buğday dibeği geldi eline. Dibeğin yanında haşhaş taşı. Eski süpürgeyi dama atarlar. Bekle dama atarlar. Başköşeye dizmiş hepsini. Sanki taşta haşhaş sürten kaldı. Cümle âlem kıyma makinesi kılıklı aletlerden geçiriyor haşhaşını.” s. 108
Yukarıda bir vesile ile Necip Fazıl geçmişti. Yazarın düşünce ve diline de Üstad’ın etkisi romanın değişik cümlelerinde kendini gösteriyor. Kaldırımlar’dan: “Dünyada taşınacak bir kuru başınız var/ Onu da hangi diyar olsa götürürsünüz” mısralarındaki “kuru baş” imgesi birkaç yerde geçiyor. Meselâ, “Bir kuru kafasını nerde gezdireceğini bilmiyor garibim” s. 119, bir başka örnek de yine Kaldırımlar’dan “ıslak yorgan” imgesi (s. 15).
Yazarın cümle tercihi genel olarak orta yoğunluklu cümleler. Lâkin konunun yoğunluğuna veya hadisenin çarpıcılığına göre çok kısalan, hatta tek kelimelik cümlelerin tercih edildiği de oluyor. Bu durum da çok canlı, işlek ve akışkan bir dili ortaya çıkarıyor.

Kelime tercihinde dikkat çeken olumsuz bir taraf var söylemeden geçemeyeceğim. Romanın başlarında “teferruat” kelimesine tesadüf ettiğimde hâlâ bu kelimeyi yaşatan bir yazarımız var diye çok sevinmiştim. Yanlış hatırlamıyorsam üç farklı yerde kullanılıyor “teferruat”. Ne yazık ki, romanın sonuna doğru necis bir “detay” çıkıyor piyasaya: “O sesin Şaban’ın sesi olmadığını sanki gerçeği yakalamışçasına bir emniyet ile düşünmüş, detaylandırmıştı” (s. 301).
Yabancı dillerden alınma kelime ve kavramlar bir dilin zenginliğinin de göstergesi olabilir. Ancak batıdan, bilhassa İngilizce tarikiyle gelen kelimeler, geldikleri yerde yerleşip kalmıyorlar, tıpkı konuşurlarının yok edici özelliği gibi kendisine anlam ve kavram olarak yakın buldukları yerli kelimeleri yok ediyorlar. Bizim dilimizde var olan benzer kelimeler kahramanca bir direniş gösteriyorlar belki, ama sonları kızılderili savaşçıları gibi hüsran oluyor.. Nitekim detay kelimesinden önce Türkçede var olan, “tafsilat”, “teferruat”, “ayrıntı” gibi kelimeler artık kullanılmıyor. Keza şans (s. 102) geldikten sonra, kader, kısmet, nasip, imkân, fırsat gibi birçok farklı kavram ve kelime kullanılmaz olmuş ve dilin derinliği yok olma yoluna girmiştir. Fatma K. Barbarosoğlu’nun Fatma Aliye Uzak Ülke romanında da detay var artık, teferruat yok.
Yazar veya şair, bir dilin sanatçıları kendilerine ulaşan dili zenginleştirip çoğaltarak sonraki nesillere bırakmalıdır. Bu, sanatçı ettiklerinden dilin bir beklentisidir. Veya sanatçılarının lisanlarına karşı vazifesidir. Sanat, dildeki ayrıntıları, farklı kavram ve anlam alanlarını daha da inceltip derinleştirerek, çoğaltarak güçlenir, gelişir. Yazar ve şairlerimiz bu konuda daha hassas olmak zorundadırlar.

(*)“Bunlar ahireti dünya hayata satmış kimselerdir; onun için bunlardan azap hafiflendirilmez ve kendilerine bir yardım da olunmaz” Bakara 86. Bu ayetteki “dünya hayat” kısmı, “Dünya denilen alçak hayata...” şeklinde de anlamlandırılabilir, çünkü “dünya” kelimesi ‘en yakın’ veyahut ‘pek alçak’ anlamında bir sıfattır. Hayat-ı dünya tamlaması için birçok mealde ‘dünyanın hayatı’ değil, ‘dünya denilen hayat’; yani ‘suflî, alçak hayat’ yahut ‘bugün içinde bulunmak itibariyle en yakın bulunulan hayat’ demektir” açıklaması verilmiş. Mesela bk. Hak Dini Kur’an Dili Kur’an-ı Kerim ve Meali, Elmalılı Hamdi YAZIR, İslamoğlu Yay., İst., 1993.