Menu
YOLCULUK 2: ŞAM'A DOĞRU
Deneme/İnceleme/Eleştiri • YOLCULUK 2: ŞAM'A DOĞRU

YOLCULUK 2: ŞAM'A DOĞRU



İlk rüyamı ne zaman gördüm, ne hissettim? İlk çocukluk yüzümü, “ben” idrakinde ne zaman seyrettim, onlarla ne zaman karşılaştım bilmek isterdim. İlk bakir karşılaşmalar yani.. Bu nedenle hep, seyrime düşüp hayatım olacak her şeye hazırlıksız âmâde olurum. Bilgiden ve kelimeden gölgeler istemem. Bu seyahat de ilkti. Bu her şeyin ilkinde, bilgilerimin de duygularım gibi ilk, duygularım ve nazarlarım gibi bakir olmasını istemiştim. Hiçbir  okuma, hiçbir görüntü düşmemişti hayalime, dilime. Başkalarının kalbinden, dilinden, seyrinden olmazdı ki yaşamak. 

Bu yolculuk uykusuzluk demekti. Gecenin üçünde uyanıkken bunca yorgunlukla, sabahın seyrini tutamayacağımı biliyordum. İlk kez göreceğim bir şehri, sabah ışıklarında yüzerken bilmemek, içimi acıtırken, çoktan uyku huysuzluğuna düşmüştüm. Hatırladığım tek şey, uçağın merdivenlerinden iniş. Soğuk yağmur çiselerinde sabahın en erken saati… Antep. Sabah kahvaltısı. Meczup ve  mahcup… Bir otele sığınış, uyumak gayretinden uyuyamayış… Bir Antep akşamı. Bakırcılar çarşısı… Soğukla yağmurda, adımlar karışık.

Yollardayız. Sınır ve gece…  

Ruhum bedenimle ayrı lisanda yine de: biri yorgunum derken diğeri çöllerin hayalinde… İşte o hayalle bu yorgunluk arasında yine ruhum, kalbimle seyr ü seferde. Gece yolculuğu İsra. Tebessüm ediyoruz içimizdeki seyr ü seferin lisanından: Şam’da İsra diyoruz. İsra varsa miraç da olsun niyazında, duanın hayaliyle, vahiy meleğine kalbî selam duruyoruz. Halep, Hama, Humus… isimler birbirine karışırken şehirler yerlerinde. 9-10 numaralı koltuklar. Hama diyorlar, su değirmenleri diyorlar aklım da hayalim de perişan. Yunus’un dili hayalimde; dertli dolap…

“Gece yolcuları” uyanık olur. Ben uykuda. Uykunun içinde, içim, su dolaplarını göremezsem korkusunda. “Zaten ışıklandırılmış halini görecekmişiz” diyen gece fısıltıları, teselliyle korkumu uykuya teslim etmekte. Çoktan geçmişiz.

Halid Bin Velid camii. Sabah ezanı okunuyor… Bu topraklardaki ilk şehadetim. Saat 5.00 seyirlerinde… Gece, soğuk ve şubat, bir güzellikle belleğimde. Kalabalık ama adı “yol arkadaşlığı”nda varlık bulmuş. Yol arkadaşlarım… Abdest, namaz…Sabahın ilk, gecenin bu son deminde cemaate katılan kadınlar… Biraz şaşkınlık, Halid Bin Velid hazretlerini ziyaret. Kutlu komutan… Benlik terazimde tartılan derin tebessüm. İmam-ı Rabbani hazretleri, mektuplarının birinde “sevgilinin her hali sevgilidir” diyor. Bir cümle daha… Hakikatler taklitle başlar, diye. Hayalî bir tebessüm, gönlüme düşüyor. Habibullah’ın gaybî tebessümü… Sevgiliye, onun sevdiklerine benzeme duası. Gece güzel. Cümleler düşüyor kalbime, defterime... 1 Şubat 2009. Yine hareket halindeyiz.Yol uzun. Humus’la Şam arasında bir yol, bir gece, erken bir sabah saklı.

Gece… Ne varsa “gece”de saklı, her şey geceye meyyal. Uyku, rüya; namaz, miraç; aşk ve savaş… Her şey ama her şey gecede lâl…

Sabahın nabzını gecede tutamamıştım. Bu sebeple:

Yaşananların sırasından değil, hazzından, çağrışımların iz düşümünden yazıyorum her şeyi. Bu kısa uykular, derin ürpertileri yoklamakta en incesinden. Kainatın tek lisanından, Âdem üzerinden yürüyen hikayenin derdindeyim. Derinindeyim. Habil ile Kabil… Âdem…

Âdem… İlk insan, “yaşam”ı kendinde bilip “ölüm”ü evladında tadan. Peygamber bir babanın “ölüm”ü kendinde değil de, iptida evladında yaşaması ne ağır tecelli, hem de cennetten düşmüşken. Esmaları öğrenmek, bu kadar bedel mi gerektiriyordu. Her şey içimden yürüyor bu yolculukta. Aklım, kalbim, tüm seyrim Cebel-i Kasyûn’u aramakta.

Gece sabaha döküldü. Kıvrım kıvrım, sarı beyaz arası, kumdan ve taştan başka aslı olmayan yollardan geçiyoruz. Zaman kalkmış da her şey ezelden yaşanıyor gibi. Yaşam sırasında Malûlâ var. Hz. Meryem… Hz. İsa... Kur’anî bir hayal, çağrışım tufanındayım. Meryem ve hurma ağacı, bir doğum sancısı... Işıkta yıkanan hurma yaprakları bembeyaz, gümüşi… Meryem… tebessümü bembeyaz, giysileri bembeyaz… Acısı bembeyaz… Bebek İsa bembeyaz. Acı ki girişte sizi karşılayan İsa heykeli de bembeyaz.  Yine de güzel. Bir vadi burası. Gök, toprak, dağlar tek renk. Kayalıklar içine yerleşmiş bir hayat. Alçaklardan yükseklere eren… Duruyoruz. Girişte bir fırın. Ekmek kokularından önce ateşin kokusu. St. Takla Manastırı. Rahibeler… yaşamla kavramlar yan yana duruyor burada. İç içe demek isterdim ama değil. Rahibeler görüyoruz bu erken sabahta…“Rahibe”, kavramın soğukluğu… Yıkanmış da ipe serilmiş bir rahibe elbisesinin rüzgarda ve güneşte savruluşu, yaşamın sıcaklığı.  Müslüman zihnim bu bölünmeyi yapıyor tabii olarak.

Fotoğraf karelerine görüntü düşürüyorum. Ekmek yapan fırıncıları çekiyorum. Bir fotoğrafçı bakışından mutlak bir bilgi yakalıyorum. Burası bir vadi olduğundan ışık, derinliği kuşatınca, ışık tufanına düşen her şey kararıyor. Bu kadar ışık sağanağında insanlar, mekanlar kararıyor. Dağılıyoruz. En tepede bir kilise varmış, bir sudan kaynak suyundan söz edilse de beni cezbetmiyor.Beni ilgilendiren mutlak gerçekler; Hz. Meryem’in ve İsa’nın burada on altı yıl yaşamaları. Hala onların dilini, saf Aramice’yi buralarda duymak. Fırın işçileri kendi aralarında konuşuyorlar. Bu Arami lisanı mıydı bilmiyorum, ama içimde merak:  Meryem, “ekmek” sözcüğünü ya da onların bu kelimelerinden birini hangi ses tonuyla, nasıl söyledi? İçimde heyecan, hayal…Bu on altı yılda onun dilinden, sesinden İsa’nın kalbine, aklına neler döküldü? Suretler, sesler, iklimler ve beldeler ne kadar zamandan bağımsız varlar, mutlaklar. Bu şehirde korunmuş bir hakikat varsa o Meryem’in ve İsa’nın varlık sırrından ifşa olunuyor. Kayaların arasından bir suyu takip ediyoruz. İçe hep içe… İçime her şey içime. Toplanma vakti. Dinleyenlerden ve okuyanlardan işitiyorum. Malûlâ, “giriş geçiş” demekmiş. Otobüsteyiz. Yükseklerden akacağız kuma, taşa… Son kez bakıyorum, güneş ışığında, yüksekte, kayanın ucunda bembeyaz İsa heykeli, ona paralel tüm vadiyi seyreden bir otel. “Burada geceleseydik keşke”” sayıklaması, bir dahaki sefere belki diye tamamlanıyor. Bunlar yıldız tozları. Önümüzde Şam, bizi beklemekte. Ben ona âmâde. Şimdi bir ışık selinin ortasındayım…

Bin bir gece masalının kahramanı Şehriyar geliyor aklıma; masalın sonunu dinlemek için geceyi beklemek zorunda kalan Şehriyar. Sonra masalları anlatan Şehrazat…  Heyecanı sabahta, sonu gecede saklanan masallar… Bir “ölüm”ü erteleyip, bir “aşk”ı zamanın hızında değil hazzında oldurtan. Ta ki Bin bir gecede kıvam bulan… Şehriyar’ı Şehrazat’ta durduran, aşkta tutan…. 

Sabahın nabzını, gecede tutamamıştım.

Aşkın yönü yoktur.

Aşkın zirveleri vardır.

Aşkın çağıran ve görünen makamlar çağrısı vardır. Cem makamı… bir ses her yerden çağırırsa, göreni vardır; öyleyse bir görünen vardır.  

Yeryüzü mektupları:

İklimler, beldeler, nehirler, şehirler…

Gökyüzü mektupları:

Seyyareler ve seyyaleler…

Yeryüzü şehirleri vardır ve ki  gökyüzü şehirleri… Bu şehrin yönü var… bu şehrin zirvesi var...

Bu şehir aşka benzemez derken ben, bu şehir aşkın kendinden gelen… 

Aheste bir titreyiştir Şam. Şarkta her şey hızdan değil hazdan “var” olurken. Bu şehir, hazzın ahesteliğinde dem bulur. Hız hazda durulur. Bin bir gece masallarında, masalın sonu, “gece” okunur. Şam, bir masal şehri hazdan. Göklerin yıldızları, elmastan zümrütten Kasyûn üzerinde durur. Bilirim ki bu şehri melekler korur.

Kemal Sayar’ın sevdiğim kitabı: “Yavaşla”!

Hazzetmek için yavaşlamak elzem. Şimdi onu, meleklerin koruduğu bu şehri anlatacaksam biliyorum ki susmam gerek. Bu da şiirden bir susmak olsun şimdilik:  

“her aşk bulunduğu kalbin şeklini alır.

toprak kokusu değince o rüyaya

aşk çözülür geriye menekşeler kalır.

solmuş menekşeler: derinliğin tarihi.

yenik kavimlerin tarihi.

sevmek ateştir diye seslenir biri.

yalnız o mu? Kavuşmak ateş

şarkılar ateştir: “iki mehtap

arasında kaldı gönül.” 

iki güneş

iki gökyüzü arasında. 

bir buluta karşı iki güneş durduğunda

her ölüm kendi gövdesinin şeklini alır.”