Menu
HAYAT DEDİĞİN NEDİR Kİ!
Deneme/İnceleme/Eleştiri • HAYAT DEDİĞİN NEDİR Kİ!

HAYAT DEDİĞİN NEDİR Kİ!

Hayat, bir kaldırımın kenarında yürümek gibi bir şey… Hep dengede olmak durumunda insan. Ahireti ile dünyasını, kendisi ile çevresini, geleceği ile geçmişini, planları ile hayal kırıklıklarını, kızgınlığı ile sevincini, hayalleri ile mevcudunu ve daha pek çok şeyi her dâim gözetmesi gerekiyor. Tıpkı sırat köprüsünü bulunduğu zeminde yaşamak gibi bir duygu işte. Ama insan sıratta da dengeli durmak durumunda. böylesi bir yolculukta insanı ağır eyleyen ve ona denge veren şey ise, taleb edilen yüklenilesi yükler…

Hayat dediğin ne ki! Bir adım ötende dahi neler olacağını bilmiyorsun. Yoldan geçerken ışık ihlali yaparak üzerine gelen bir araba, ne kadar iyi şoför olsan da çevredeki onlarca dikkatsiz insanın hataları, çok büyük bir korku ya da heyecanın ardından sanki son kez vururcasına hızla atan kalbin, yükselme-alçalma ihtimali her daim bulunan tansiyonun birer uyarı aslında sana. Ne kadar öte dünyalı yaşarsan, o kadar emniyette oluyorsun, mümin oluyorsun. İçinde olduğun, havasını soluduğun zamanın veya her an sana göz kırpan ölümün tasasından yakanı bir parça da olsa sıyırıyorsun. Yoksa bir anda kararan gözlerinin, dönen başının ve değiştirdiğin âlemin bir anlamı yok. Sadece sonsuz bir elektrik kesintisi. Eğer burayı ve öte dünyayı anlamlı kılamıyorsan, hayat bir oyundan ibaret!

Adâlet ne kadar da önemli. Ama klasik ahlâk kitaplarında ele alınan anlamı ile. İnsanın orta bir yol tutturması gerekiyor buna göre. Her bir âdâbın hakkını vermesi icâb ediyor ince ince. Yani öfkenin büyüsüne kapılmadan öfkelenebilmeli, sevincin gürültüsüne yâr olmadan sevinebilmeli insan. Yeri geldi mi sıkılabilen bir yumruk olabilen el, vakti geldi mi tam bir nezâketle uzanabilmeli hayat veren bir çiçeğe ve hayatın incisi insana. Aşırı tepkileri olmamalı adâletli insanın. Ne sınırsız kahkahaları olmalı, ne sürekli dinmeyen üzüntüleri, ne şaşkınlık uyandıran hayretleri olmalı ne de insanı donduran donuklukları… Hem vücûduna da adâleti öğretebilmeli erdemli insan. Onun aşırılıklardan korunması, haddi zatında özün asliyetini koruyabilmesi demek çünkü. Hep tok olmamalı açları anlayabilmek için; hep aç olmamalı nefsin hakkını görmezden gelmemek için…

Hayat, biraz da arkada iz bırakabilme sevdasının adı olsa gerek. Ama “bir sedâ bırakma” işi, sanıldığından daha zor galiba. Çünkü niceleri geldiler ve ne işler gördüler; sonunda göçüp gittiler. Ama geride onlardan hiçbir iz kalmadı. Diğer taraftan, sesi yükselterek baskın çıkmaktansa, sözü yükselterek kabul görmenin daha erdemli bir tavır olduğunu ve hayatta sadece bunun mücadelesini vermenin gerektiğini herkes kabul edecektir. Ama insan nefsi, güzelliği sessizce ifade etmeyi, iş yapmayı, görünmeden değer katmayı bir türlü benimseyemiyor. Sürekli bir görünürlük kazanma hırsı var onda. Her gün yeni maske takarak yepyeni bir mekanda olmayı istiyor. İstiyor ki, herkes dünyada sadece kendisi/o varmış gibi davransın; o geçerken trafik dursun, tren onu beklesin, fırıncı ekmeğini o gelmeden çıkarmasın, herkes onu sürekli olarak taltîf etsin, zaman onun için aksın. Olmadı ve olmayacak. Bu olmamanın yıpranmışlığı ise hırçınlık şeklinde tezahür ediyor kimilerinde ve ses yükseliyor. Yani hayatın anlamının bir vechesini teşkil eden “arkada iz bırakabilme sevdası”, sözün kalitesini yükseltme ve kelâm eyleme imkânı böylece ortadan kalkıyor; söz gürültüye karışmak suretiyle kelâm olamadan silinip gidiyor hafızadan, kağıttan... Kalanlar/sonsuz olanlar ise çığlık atarken dahî edebi elden bırakmayanlardır…

Sonsuzluk arayışı değil mi insanı sürekli olarak yakıp kavuran? Hep ötelere uzanma, kalıplarından kurtulma, gerçekliği yakalama derdi değil mi onu buncasına huzursuz eden? Galiba evet. Fâni olmayı bir türlü kabullenemiyor insan. Ötelere uzanmak istiyor. Ancak yetiştiği sosyal çevre ve alışkanlıklarına, gerekli enstrümanlardan yoksun oluşu da ekleniyor. Bu durum onu gitgide hırçınlaştırıyor. Sonunda ise kapıları sonuna kadar kapıyor ve olanca enerjisini anına/dünyasına teksîf ediyor. Böylece eritince nefeslerini, daha da siliniyor aslında ince ince kazınması gereken yerlerden. Öte yandan gerekli çıkış yollarını kucağında bulanlar her bir şeyi rutine bağlayarak tefekkürün kıymetinden ve esas gayeden uzaklaşırken; arayıp bulanlar biraz daha direnebiliyor normalleşmeye. Onların önündeki en büyük tehlike ise gayeyi elde etme adına araçları göz ardı edebilme riski ile karşı karşıya oluşları. İnsan sonsuzu ararken de dengeli olmalı vesselam…

Hayatın tadının aranacağı yerler ne de azaldı! Akşamları evine gitmeyi, cennet bahçesine kavuşmayı dört gözle bekleyen; idealleri ve kendi sonsuzluğu için huzurlu bir ailenin kaygısını çeken; evini yârân ve ehibbâsının buluşma mekanı eyleme arzusunu hisseden insanlar niye kaybolup gittiler? Niye gecelerin tadını seccâdede arayan, aile meclislerinde Muhammediyye, Ahmediyye, Envâru’l-âşıkîn okuyan ak sakallı, pîr-i fânî dedeler yok artık? Neden mekân daraldı, renkler silindi, iyi insanlar görünmez oldu? Neden evlerin duvarlarından silindi “bu da geçer yâ Hû” levhaları? Neden akîde şekerleri eskisi gibi cazibeli değil ki ve neden aylar öncesinden evlerde beslenen kurbanlık koçlar kınasız artık? Neden dünyanın ukbâya bakan tatları bir bir çekildi gitti? Neden…

Hayat dediğin ne ki? Buraya ait değilsin işte, anlasana! Nefesini ne kadar tutabilirsin ki suyun altında? Ya da bir balık ne kadar yaşayabilir karada? Niye inleyemez oldun sazlıktan ayrıldığın halde? Niye şeb-i arûs diye bakmıyorsun son anına? Sen deryayı karıştırmışsın dere suyuyla; kevser havzı sanmışsın baraj sularını; kanla beslenen bebek misali mutlaklaştırmışsın yakınında olanı, dünyanı… Ama yanlış. Unuttukların tam da kucaklanası şeylerdi bir bilsen. Aslında sen tam olarak yolcusun! Yolcu gibi davransan ya, bıraksan ya lüzumsuz yüklerini… Uzat elini haydi göklere, kocaman adımlar gerek sana…