Sözlüklerde “özlem, özlemek, tekrar görüşme ve kavuşma arzusu, ayrı kalınan veya eldenkaçırılan bir şeye karşı duyulan istek, iştiyak vb” anlamlara gelir “hasret” kelimesi. Kelimenin kökeni ise Arapçadır. Bu dilde ise “kayıp, yitik vb” manaları tazammun etmektedir. Kelimelerin kök anlamları, haliyle terim anlamlarını beslemektedir. İnce bağlantılarla, sınırsız anlam alanlarına açılmakta; aldığı ekler veya bıraktığı harflerle kazandığı tasvir gücüyle bizleri hayrette bırakmaktadır. Bilindiği gibi kelimeler, bazı kalemlerde yeniden arz-ı endâm etmekte, bazı şiirlerde yepyeni bir kıyafetle karşımıza çıkmaktadır. Bazı zaman öyle unsurlarla beslenmektedir ki, daha önce görülmediği zannedilmekte, bazen ise hoyrat eller tarafından kullanılmakta ve “yazık olmuş” dedirtmektedir.
Bir hasretin büyüklüğü, hasret/ özlem duyulan şeye verilen değer ile doğru orantılıdır. Yani insan, elinde/ yanında olmayan müptelası olduğu şeye, müptelası olduğu oranda hasret duyar. Bu anlamda insan olmaktan kaynaklanan en büyük hasret Yaratıcı’ya olan hasrettir. Çünkü insan, O’ndan gelmektedir. O’nun rızası için çabalamaktadır. O’na ulaşmak ile yükümlüdür. O, insana “şah damarından daha yakın” (ayet) olsa da, insan O’na uzaklardan uzaktır. Aradaki mesafe oranında ise O’nun hasreti ile yanıp tutuşmaktadır.
Sazlıktan koparılmış kamış misali inlemektedir insan… En güzel namelerini O’nun hasreti ile dökmektedir dilinden (Mevlana’nın “insan-ı kâmil” metaforu)… O’na yakınlaşma çabası oranında değer bulduğunu sezmekte, O’ndan uzaklaştığı oranda yittiğini/ tükendiğinin farkına varmaktadır; O’nunla muhabbeti oranında çevresine muhabbet duymakta olduğunu, O’ndan ıradığı oranda yeryüzünün de kabulünü kaybettiğini anlamaktadır... İnsanin en büyük hasreti O’ndan ayrı kalmanın verdiği ıstırabın hasretidir... Şu var ki O’nun hasreti, yürek inşa eden, sabır telkin eden, “ben idrakini” solutan, varlığın künhüne vakıf kılan bir hasrettir. İnsan, O’na hasret oluşunu kavradığı oranda dünyadaki konum ve vazifesini idrak etmekte, O’ndan bîhaber olduğu müddetçe ebedi hayatta unutulma tehlikesini taşımaktadır…
En Yüce’ye olan hasretin ardından “âlemlere rahmet olan”ın hasreti çevreler yüreği. Allah’ın kendi sıfatları olan “raûf” ve “rahîm” ile nitelediği, ümmetinin sevgilisi, ahirette Rabbinin izniyle şefaatçisi, makâmı- mahmûd’un sahibine duyulan hasret. Yaşantısı izlendiğinde gözleri buğulandıran, duaları dinlendiğinde yürekleri sızlatan, sevgiyi, mahza sevginin kaynağından içen ve varlığın tamamına cömertçe sunanın hasreti. Nicelerinin, “n’olaydı, dizinin dibine kıvrılaydım, ayağını bastığın yeri gözüme sürme edeydim, su içtiğin kaba verdiğin nefesi soluyaydım” dediğine duyulan hasret. Allah’ı sevmenin, ancak kendisini sevmekle olacağını bildiğimize, peygamberler halkasının sonuncusu, inananları tezkiye eden, kıyamet günü ümmetinin duacısı olana duyulan hasret. Kendisinin, nesiller boyu saklanan emanetleri görülünce gözyaşlarını sel eyleyen, emanetlerini saklayan kırk katlı, gül kokulu bohçaların her bir katının açılışında salavâtlarla dirilene olan hasret. İsmi anıldığında yüreklerde alevlerin yükseldiği, her bir yâd edilişinde dua dua miraca yüksel(t)en, perdeleri aşan, perdeler açtıran Muhammed Mustafa’ya olan hasret.
Bundan sonra basamak basamak gelir hasretin kementleri… Âşık, aradığını ve ulaşmayı beklediğini, sevdiği oranda hatırlayacaktır... İlgisiz gibi görünen yerlerde dahi ondan bir iz bulacak, o izle yıllar yılı ayakta duracaktır… Bazen okuduğu bir şiirin ilk mısraında onun adının ilk harfini görecek ve şiiri kendince tamamlayacak, bazen sokak ortasında sırf sevdiğine benzettiği birinin ardına takılacak, bazen “o da bu şarkıyı seviyordur” diyerek tıklım tıklım otobüste şarkılar mırıldanacak, insanların garipseyen bakışlarının hedefi olacaktır… Bazen sonsuzu kucakladığını düşündüğü hayalleriyle dünyadan kopacak, bazen yemeğin lezzetinin onu sevmesinden kaynaklandığını düşünecek, bazen dualarının her haliyle iki kişilik olduğunu hayretle fark edecek, bazen ise cennet hûrîlerinin onun yanında ne sönük kaldığını utanarak kendi kendine söyleyecektir… Hasreti sevgisini besleyecek, hasretle bereketlenen sevgi, ebedi bir kıvam alacaktır, sevgisi ötelerin yolunu açacaktır... Zaten sevginin “kalpten kalbe bir yol olması” da ancak hasretle beslenmesiyle mümkündür.
Hasret, arayıştır, onsuz olamadığını bildiğin şeyi arayış... O olmadan yarım olduğunu hissettiğin varlığa olan kavuşma arzusu... Hasret, bir saniyelik sesiyle bir ay yaşanabilen, bir görünüşü ile bir yıl avunulabilen ile ilgili bir duygudur... Adı geçtiğinde kalbi ihtizâza getiren, kendisinden bir iz taşıyan görüldüğü zaman heyecandan dili damağı kurutana vâsıl olma özlemidir… Hasret, keyfiyeti kavranamayan bir hatırlayıştır, bir türlü unutamadığını, sanki unutmuş gibi her an hatırlayıştır... Unutmayı bir türlü düşünemediğini, rüyaların dili, neylerin namesi, gözyaşlarının duruluğuyla anıştır… Hasret oldukça, dert paylaşıldıkça, dualar iki ayrı dilden aynı makama aynı duygularla sunuldukça, sevgi katmerlenecektir. İlk zamanlar normal bir artış izlerken, bir yerden sonra sevgi yığınlarının huzuru saracaktır her iki yüreği. Paylaşıldığı halde artan tek şeyin muhabbet olduğu, sunulduğu halde ziyadeleşen tek duygunun meveddet olduğu hakka’l-yakîn bilinecektir. Ve eri(şi)lecektir fenâya… Aşığın ölmek için değil, ol(dur)mak için var edildiği ancak hasret nimetiyle beslenen ebedî çehreli dertlilerin bileceği bir şeydir. Sevgiyle ayağa kalkan ve sevgiyi ayağa kaldıranlar bu gücü sadece hasretten alabilirler.
Sözün özü: insan hasretleriyle insandır. Bilinci, hasret duyulan şey ile irtibat oranında tazelenmekte, kendini hasrete hasrettiği an, ötelerin sesini duyabilmektedir.