Menu
HAKİKATİ SANATA DUYURMAK
Deneme/İnceleme/Eleştiri • HAKİKATİ SANATA DUYURMAK

HAKİKATİ SANATA DUYURMAK



Mantalite, algı ile alakalı olandır. Her çağ kendi mantalitesini oluştururken çevreninalgı bombardımanı ile bir birikime sahip olur. İçinde bulunduğumuz yüzyıl, geçmişin izlerini miras ve deneyimlerini kendi kurmuş olduğu mantalite üzerinden yorumlayarak anlamın korunaklı evini tarumar etmiş görünmektedir.

Siyer ve Edebiyat ilişkisi üzerine bir toplantıda (Siyer-Edebiyat İlişkisi, Meridyen Derneği Mayıs 2010, Byotel) bir yandan kronolojik siyer çalışmalarıyla çağın mantalitesini ortayan koyan metinler bir yandan da sanatın içine sinmiş (konu edinilmiş) olan 'kutsal'ın ne kadarının kutsal olduğu, ne kadarının edebiyatın kurmaca tarzına kurban verildiğini anlatan metinleri masaya yatırmasıyla konunun önemini göstermesi bakımından üzerinde durulmayı hakediyor.

Sormak ve cevap vermek modern mantalitenin bir eylemidir. Kadim öğreti ise sormanın karşısına kuru bir 'cevap' koymaz. Sormak ve aramak üzerinden hayatı anlamlandırma eylemini önemser.

Bunu neden söyledim? Siyer ve Edebiyat çalıştayında sorulan bir soru ve onun karşılığında istisnasız bir cevap vardı. Siyeri edebi söylemle nasıl anlaşılır kılabiliriz? Bu sorunun cevabı olarak bu güne kadar bu işin nasıl yapıldığı örnekleriyle bir cevap niteliğinde ortaya konuldu. Burada kastettiğim şey teklifler ve tavsiyelerin dışındaki bir olguya dikkat çekmemde yatmaktadır. Eğer sanatın içinde kutsalın varlığı bir soru ise, buna verilecek cevaplar da, kutsalın içine dahil edildiği sanatın, çağının mantalitesi ile olan bağlamı üzerinden bir cevap 'kurulması' olmalıdır. Bağlam burada hayati değere sahiptir. Edimleri, ortaya konuldukları çağın bağlamından söküp aldığımızda ve daha da vahimi içinde bulunduğumuz çağın algısıyla yorumladığımızda edimlerin niyet ve realitesini gözardı etmiş oluruz.

Çalıştay bu hassasiyeti dolayısıyla siyer ve edebiyat ilişkisini kurmakla sorumlu çevrelere yeni bir anlayış sunması bakımından da önemli bir vazife üstlenmiş bulunuyordu.



Türkler'in İslam'ı kabulünden (X.yy) bugüne kadar, bir anlatım ve sonsuzlaştırma tarzı olan edebiyatı -genelde sanatı- kutsal kabullerimizle bütünleştirme çabalarının bir sonucu olarak Doğu coğrafyasında binlerce siyer yazıldığını görmekteyiz. İçinde Peygamber'in (s.a.) hayatından kesitler olan edebi eserlerin ise çok daha fazla olduğu kuşku götürmez. Türkler'in göçebe dönemleri, yerleşik hale geçme arayışları, yeni yurt edinme, siyasal-sosyal yapı kurma çabaları, akınlar, savaşlar, fetihler, bozgunlar hiç bir dönem siyer çalışmaları sekteye uğramamış görünüyor.

Sözlü anlatılarımız içinde çok kıymetli bir yere sahip Dede Korkut Kitabı'nda dahi küçük 'siyer parçaları' bulmak mümkün. Demekki Doğu topraklarında hiç bir zorluk ya da ferahlık, sanatı kutsaldan ayıramadığı gibi Peygamber'i (a.s.) sanat yolu ile edebiyat metinlerinde anlatma isteğini de sekteye uğratamamıştır. Bu önemlidir, çünkü içinde bulunulan çağın mantalitesini yansıtan örneklerin verildiğini görmekteyiz. Mesela, mitolojik unsurların önemli olduğu dönemde (İç Asya Türk boyları, henüz İslam olmuş boylar vb.) Peygamber'in (a.s.) mitolojik özelliklere büründürülerek övülmesi, anlatılması ve duyurulmasını üstlenmişken, tasavvufi akımların revaçta olduğu dönemlerde pek çok menkıbe ile peygamber algısı daha mistik bir hal almıştır. 1990'ların başında 'O, sadece bir postacıdır' anlayışı da yine benzer nedenlerle çağın mantalitesini gösterir nitelikte Mısır kaynaklı olarak yayılmıştır. Bugün ise kadim Doğu geleneğinin, insanlık birikiminde önemini kavramış, zeminine ilahi olanın insana neyi teklif ettiği üzerinde düşünceleri yayan ve Adem-ben arası bütün insanlık serüvenini önemseyen bir anlayışın, çağın mevcut imkanlarıyla Peygamber'i (a.s.) nasıl anlayabilir ve anlatabiliriz? sorusunun bir cevaptan çok arayışa aralayacağı kapının çok önemli bir fırsat olduğunu düşünen bir eğilim görülmektedir.

Fırsat, sanat içindir ve sanatın içindedir. Siyasal sosyal olayların etkisi ile şekillenen edebi akımlar, şu anda postmodern algının süpürgesinin ucunda her gün çöpe süpürülmekte ve süpürgenin cadısı, uçan cismin nasıl oluyor da yeri süpürdüğüne bir türlü anlam veremeden şaşkınca etrafta dolaşmaktadır. İşte tam da böyle bir dönem "arayış" dönemidir. Mevcutların, birikimin tarandığı, envanterin elde olduğu ama geleceğin belirsizleştikçe belirsizleştiği dönem. Eğer her dönemin insanı kendi imkanları ile sorumlu ise bu çağ, içinde yaşayan insanlara hangi sorumluluğu yükleyecektir? Çağ bir sorumluluk yüklemez, çünkü zaman insan edimleri ile anlam kazanır. Zamanın neden akıp gittiğini insanın ise neden iz bırakarak gittiği sırrı burada saklı olsa gerek. Biri diğerine edimleri ile çentik atarak onu önemsenir kılmaktadır. Yazının bulunduğu dönemi imlememiz, insan ediminin kıymeti sayesindedir. Yada 571 yılı bizim için yalnızca gebe kalmış bir kadının oğlan çocuğunu doğurması anlamına gelmemekte, zamana atılan çentiğin önem derecesi 571 zaman yılını da o akış içinde önemsenir ve hatırlanır hale getirmektedir.

Konumuza dönersek; bir anlatım tarzı olarak edebiyatın bir yandan kriterler dayattığını bir yandan da -akımların etkisi ile- bu kriterleri yıkıcı, sökücü kuramlar geliştirdiği görülür. Üstelik edebiyat bu kuramları, pratik olarak yapıtlarda görmeyi de önemser. Hal böyle olunca çağın söylem tarzını kutsal ile ilintilemenin mecburiyeti ortaya çıkar. İşte bu noktada günümüz siyer çalışmalarıyla ilgilenen araştırmacılar ile edebiyatın bir anlatım aracı olarak siyeri ya da Peygamber'e (a.s.) dair olanları nasıl bir üslup ve yöntemle çağa sunmaları gerektiği önem kazanmaktandır.

Yaşadığımız çağa dair nitelendirmeler çok net. Bilgi çağı, teknoloji ve iletişim çağı, global, fiberoptik ağlarla örülü bir çağ. Bilgi paylaşımı muazzam derecede kolaylaşmış durumda. Her türlü bilgi, anında yüzbinlercesine kopya ve eklenme yöntemi ile yayılmakta ve ulaşılmakta. Denizcilikle hiç alakanız yoksa 'denizcilik' sözcüğünün on harfini yanyana getirip bilgisayara sadece 'ara!' demeniz yeterli. Olağanüstü değil mi? Bu çağın insanı için değil ama bir asır önceki insan için kesinlikle olağanüstü.

Bu imkanlılık içinde siyer bağlamında peygamber'in (a.s.) duyurulmadığı bir yer kalmamış olması gerekir. (Teknolojiden nasiplenmemiş coğrafyalar hariç) Görünen şey bu olabilir. Yani peygamber'in(a.s.) teknolojik imkanlarla ulaşmadığı ulaştırılmadığı yer kalmamış olabilir.

Demekki bilgiye ulaşma yolları bu asırda çok kolay mümkün ve zahmetsiz. Ama ya duyguya? Duygu, duymak sözcüğünden türetilmiş olmasıyla dikkatimizi çeker. Ragıb el İsfehani*, 't-b-a' kökünden türeyen sözcükleri sıralarken dikkati çeken bir durumun varlığı ile karşılaşırız. Duymak, ardına düşmekle eş değer. Ardına düşülen şey ise tabi olanla ilintili. T-b-a (tebiahû, ittebeâ, temme, tilavet v.b.) Bir kişinin izinden gitmek, bedenle izlemek ve lider olarak görmek, gölgesi olmak, yaslanılan yer, dayanak, aralarında hiç kimsenin bulunamayacağı kadar yakın bir şekilde onu izlemek ve ona uymak anlamlarına sahip. Aynı kökten 'tilavet' ise Kur'an'a atfedilen bir okuma şekli. Her tilavet bir okuma iken her okuma bir tilavet olmamakta çünkü, tilavet 'teşvik ve sakındırmaları ciddiye alarak okuma, önemseyerek dikkat kesilme' içeriğine sahip. Temme sözcüğü ise yine aynı kökten türemiş 'tamamlanmış, tamama erdirilmiş' anlamı ile duyguyu kuşatıyor. Tamama erdirilme bir tilavet şekli olarak Kur'an'a izafe edilen bir özellik olarak da ayrıca dikkat çekiyor.

Bütün bu sözcük dizimlerinin ardından somut gerçeği tabloda görerek siyerin hangi kulvarda peygamber algısını muhkemleştirmesi gerektiği, bilginin mi duyunun mu 'duyurulma'da başat unsur olduğu ortaya çıkacaktır. Dünyanın geneli için tablodaki sözcükler yalnızca kutsala değil 'gerçeklik'e karşı bir duyarsızlığı gösteriyor. Duygusuz, duyarsız, duymamak, duymazlıktan gelmek, haber almak haber vermek gibi edilgen ve nesne odaklı bir yapı ile karşılaşıyoruz. Biri, bilgileri duyurmaktan haber vermekten çok hissin duyu alanını kuşatarak harekete geçirmesini sağlamakken, diğeri bir postacının getirdiği bilgiyi haber vermekle kendi kendini vazifelendirmek arasına sıkışmış bir siyer anlayışını doğurur.

Doğu'nun cevapları her zaman bir arayışa kapı aralar. Sorular, kendilerini bu arayışa adamışlarsa ne kutsal yerde kalır ne de söz. Denge ise adanışa dönüşen arayışlarda gizlidir.

*Kur'an Istılahları Sözlüğü, Ragıb el- İsfehanî, Çıra yayınları