I.
“Mütedeyyin Arap Hristiyan bir âilenin, fâzıl ve müttakî bir reis-i rûhânisinin kızı olarak dünyaya gelmiş olmam, şarkın mistik ruhuyla garp kültürünün yoğurduğu benliğimin zübdesindeki mânâ ve rûhânîyet aşkına belki bir esas teşkil eder.”
Böyle diyor Sofi Huri Hanımefendi “Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabında. Anlıyorum… Okutmayacak bundan sonraki satırlar, konuşacak benimle. Karşı rafta, Şehbenderzâde Aynalı Çarşı’dan alığım eski çerçeve içinden bana yine imalı bakıyor. “Kahveyi ocağa koy, yine yolculuk var…” diyor.
Çeyrek asrı geçen hayatı boyunca vaktini tasavvuf ve felsefe eserlerinin mütâlaa ve tercümesiyle geçirmiş bu hanımefendi, gök kubbede sönmüş bir yıldız gibi duruyor. İnsan içindeki fezayı görmekten yoksunsa hakikati işte böyle kelimelerle kazıyarak bulacağını umuyor. Meğerki hakikat yıldızları Hakk’ın gelinleridir, gizlenmiş ve duvaklıdırlar. Onların aşk tülü bu gökyüzüne sığmaz.
Yine de yürümek istiyor insan o yıldızlara, duvağın altındaki güzelliği görmek istiyor. Fakat bu nasıl mümkün olabilir? Arap Hristiyan bir ailede, üstelik de bir papazın kızı olarak doğmak, tıpkı aklın duygu ummânına, hayâlinse gerçeğin aynasına yansıması kadar zıt ama muhal asla değil! Belki de onda ilk keşfetmemiz gereken husûsiyet; iki ebedî kutup arasından irâde ve aşk ışığı olarak nasıl doğduğu. Şarkın oryantalist masallarında, erkeklerin kadınlarda duyduğu o yakıcı aşka ve Batı’nın burjuva salonlarından esen tutkuya karşı çağın münevveri insan ruhundaki o ilk saflığı nasıl muhafaza edebilir?
Sofi Hanım, belli ki bunu mistiklerin hayatında derinleştirdiği okumalarından elde etmiş. Sonra bu okumalar bizzat benliği ile aynîleşmiş. Bir insanın yüzyıllar evvelinde yaşamış Sokrat’ın dizinin dibinde oturmak istemesi, Baron Von Hügel’le her ân hemhâl olması ve Saint Augustine’nin "Tanrı Şehri"nde yaşama arzusu, pagan ve Vandal çığlıkları ile sarsılan yeryüzüne ezelî hakikat yolculuğunda tayyi zaman ve tayyi mekân iştirak etmek değil midir?
Neden böyle? Sofi Huri’nin yaşadığı çağda da alçak ve namussuzluğa batmış insanlar hiç yok muydu? Vardı… Hem de birçok... Gösterişli zenginler, salon sosyeteleri, dedikoducular her zaman ve her devirde var oldular. Bu, nefsin çamuruna bürünen ve her maske altına gizlenen ruhlar ne kadar yan yana gelseler de, hakîkat gelinlerinin duvağının önünde bir değer ifâde edemezler. Sofi Huri, hiç kuşkusuz tercüme ettiği birçok Batılı yazarın eserinde, bâtıl olan bilincin nasıl da dünyayı kinle anlattıklarını mutlaka görmüştür. Belki de ona asıl özel değeri veren şey de buydu, yani hayatı ve insanı çok derîn ve sessizce seyredip keşfetmek.
Bu noktada durup bir nebze düşünmek lâzım. Acaba bir münevveri gönlünde ve fikirlerinde bu kadar derinleştiren sadece salt okumaları ve eğitimi midir? Sofi Huri, kendinden çok, kendi içindeki ve dışındaki dünyâyı terkib eden mürşitlerinden bahsetmiş her fırsatta. Bunlardan biri de hem baba, hem mürebbî, mürşit ve hem de dost olan Doktor Frederic MacCallum’dir.
Müstesnâ hayâtıyla, nûrânî şahsiyetiyle, irfânıyla, nihâyetsiz îmânıyla, tevâzu ve şefkatiyle rûhunu işleyen, mânâ hayâtına kendi babasından sonra ilk istikāmeti veren odur. On beş seneyi mütecâviz bir müddet, benliğinin mîmârı olan bu mübârek zattan feyz almış.
1932 yılını İngiltere’de, Birmingham civarındaki kolejde ilâhiyat ve felsefe tetebbuu ile geçiren Sofi Huri Hanım, o sıralar Londra’ya bir konferansa davet edilen Gandi ile tanışmış. On iki ayrı kolejin her birinde ancak iki talebenin seçileceği bu toplantıya Hintli bir talebe ile hiç beklemediği hâlde Sofi Huri nail olmuş. Bir buçuk saat süren o toplantıda bütün benliğini vererek dinlediği o zâtın her bir sözünü kendi benliğinde eritmiş.
Sofi Huri’nin hayatını teferruatıyla bilmemize gerek yok esasında. “Dinleyen ve eriyen” bir şuurla karşı karşıya olduğumuzu bilmek, böyle bir tecessüsün geçmiş ve geleceği okumasının namütenahiliğini bize fark ettirmeye yetecek. Onun bu coşkun aşk hâline rağmen, nasıl oluyor da yazarken vakıaları gerçek bir tahlîl ve analizden geçirebildiğini, ondaki bu serinkanlılığı ve uyanık düşünceleri bir nebze irdelemek gerek.
Bir insanı tanımak isterken onun dış hayatını, nasıl yaşadığını, nerelerde gezdiğini, ne zaman evlendiğini, nerede vefat ettiğini öğrenmekten çok kelimelerinin içini gözlemleyebilmeliyiz. Çünkü hayatın mânâsı içteki dalgalanmalarda gizlidir. Ruhun coşkunluğu, hayatın yavanlığına ancak bu şekilde gâlip gelebilir… Belki de Sofi Huri’yi bizden perdelen şey de tam budur! Yani ruhunun titreşimlerindeki cezbeyi ve gerçek görülerini insanlardan gizlemek... Bütün bunları Sofi Hanım belli ki soğukkanlı bir ayna arkasına saklamış. Çünkü üslûbun, görünür kılınmanın, Tebrizli ustaların çinilerindeki sır reçeteleri gibi mânâları gösterirken desenleri dağıtmamak, şuurları bulandırmamak olduğunu anlamış.
Bunu nasıl anlamış bilemiyorum lâkin azizlerin hayatını anlatan büyük operalarda, tenör ve sopranoların kelimeleri önce ince nağmelerle süsleyip sonra gümrah bir çağlayana dönüştürdüklerini fark etmiştir en azından. Oysa mânâ, arka planda kalmalı, bütün sır böyle bir anda bağıra çağıra ortalığa saçılmamalı. Ve yine Fransız Edebiyatı’ndaki o şatafatlı ancak derinlikten yoksun romantizmi, daha doğrusu bulanık, belirsiz sularda kulaç atmanın mânâsızlığını derinden izlemiştir. Ve o, Avrupalı bir tecessüsün aşk ve semâyı kavrayamayacağını, duygularda ve kelimelerde deverân edemeyeceğini sezmiştir. Viyana'nın büyük vals salonlarında tutkuyla dans eden sir ve madamların, o coşkunluk hâllerinde, akıllarının nasıl da başlarından gidiverip tutkuya, şehvete ve günaha yelken açtıklarını görmüştür. Bu sebeple de bâtıl olan hiç bir coşkunun, esâsında insanı zevkin en yücesi olan vecde ve semâya ulaştıramayacağını anlamıştır.
Kendini aramak hususunda yazmaya koyulanlar en evvel önlerindeki bu derinliğe bakmalıdırlar. Bu derinliği ölçüp tartmak, analiz etmek elbette her insanın kendi duygularındaki titreşim ve hüzünleri, coşkuları, öfkeleri incelemesi ile mümkün. Çünkü kalbi keşfetmek, aklı terbiye edebilmektir. Duygular sadece hissedilmez, akıl onları anlamakla mükelleftir. Sofi Huri bu anlamda tam bir akıl ve his mütehassısıdır. Çünkü o Hakk'ın perdelediği, kendi için seçtiği bir hakikat gelinidir. O duvağa uzanmak, onu kazımak üç beş cümleyle kabil değildir. Velev ki, soğumuş kahveden bir yudum alınıp, sımsıcak bir mânânın lezzeti ve kokusunda bir dem durmak gerekir...
Umulur ki, ikinci okumada cünun şehrinden çıkılıp hayret vâdisine erilir...
Çünkü “Yâr” demek kolay değil..
Yâr diyenleri okumaksa can oklarana hedef olmadan kabil değil…
Âhirimizin evvelimizden hayırlı olması niyâzıyla..,
http://www.youtube.com/watch?v=ykucwTd9ogA