Menu
FETHİPAŞA’DA BİR ÂN-I MUKADDES
Deneme/İnceleme/Eleştiri • FETHİPAŞA’DA BİR ÂN-I MUKADDES

FETHİPAŞA’DA BİR ÂN-I MUKADDES

İstanbul gergindi o sabah... Hasretkârını bağrına basmasına rağmen yangındı derinden... Beşiktaş iskelesinden bakan gözler, efsunuyla dillere şan veren Üsküdar’ı seçemiyordu. Boğaz, şen martıların çığıldaştığı o sis denizinde, güveysini bekleyen gelinler kader nazenindi. Kurşuni bir endişeyle titreşen dalgalar, adamın gönlü kadar tedirgin... Âkıbetin gergefinde işlenen zaman, sancılarıyla müsemmâ geçmeye susamışçasına hükmediyordu saatlere... Dolmabahçe Saat Kulesi’nin ihtiyar yelkovan ve akrebi, Yedi Tepe zamanıdır diyerek 7 rakamının üzerinde buluştuğunda, visâle giden bir motor uzaklaştı sahilden... Üsküdar’ı kucaklayan bir seyirle atıldı Boğaz’ın lacivert sularına... Bir gümüşten kuğunun kanadı değerken baht denilen o müzmin bebeğin tehir uykularına...

Teknenin dalgalarla oynaşmasından mürekkep sallanışlarında, İstanbul’da olmanın keyfini daha bir içine çeken adam -ki şair müsveddesidir- kayıtsızdı maziye dair ne varsa... Traşsız yanaklarının sakladığı çizgiler... Bir zamanlar dudaklarından dökülmüş tebessümlerin şahidiydi. Ve kullar içinde bir garipti tarife sığarsa... Hem bekleyen hem de beklenen olmanın sırlı denkleminde çözmek istiyordu her şeyi... Eğer zaman fırsat verseydi. Şu aşka sebil edilmiş aklı, aşktan uzak tahayyüllerle örgülenmiş bir duruşa meyleden zamâneye erseydi. Çözmek arzusu fiile dönüşmez miydi? Kördüğümleri heybesinde, İstanbul’u soluyordu adam... İstanbul’u soluyordu ya... İçin için de İstanbul oluyordu.

Üsküdar’ın gül yüzü sisler içerisinden sıyrılarak güldü adama. Bu gülüş öyle sıcaktı ki, adam o ân sanki çocuk oldu. Öylesine çocuk oldu ki! Ruhunun arka bahçesinde bu eskimez hayal, topaç çevirmeye başladı. Topaçla birlikte dönen başı, Boğaz’ın bağrından göğe yükselen tuz kokusuyla, tekrar idrâk ettiği zamana çivileniverdi. “Üsküdar âh Üsküdar!” diye geçirdi içinden... İstanbul, Üsküdar’dı hakikatte... Ve Sarayburnu’na sadakatinden vazgeçmemiş bir âşıktı bu ebedi firkatte... Hayallerin raksında geçen yolculuk, Üsküdar İskelesinde nihayet bulduğunda, bu dost toprağa hararetli adımlarla iniverdi adam... İndiği vakit, evden kaçmış bir kedinin ürkekliğine eş bir edayla bir köşeye siniverdi. Heybetiyle tezat oluşturan bu ürkeklik, yarasındandı kuşkusuz... Yarasındandı... Ak düşen saçlarının refakatinde gezdirdiği bahtının karasındandı.

Telefonunu çıkardı cebinden usulca... Tıpkı suç işleyen bir çocuk gibi... Kabahatini gizlemek endişesiyle mahzun... Rehberde gezindi ve içini titreten o isme gelince durakladı. Sağ elinde kaybolmaya yüz tutmuş telefonun, yeşil tuşuna uzanmakla uzanmamak arasında tereddüt eden başparmağıyla başa çıkamadı bir müddet... İçinden sıçrayan bir yankıyla dokundu yeşil tuşa... İşte o vakit âheste adımlarla tırmanmaya başladı... Sonunda aşikâr kulesinin bulunduğu, sır adlı yokuşa...
Telefonun ucunda, beyaz saten dokunuşundan ilham almış bir ses... Mâverâdan seslenen bir nefes... Tir tir titredi adamın yüreciği... Titreyen bakışları, kalabalığı silkeler gibi gezindi iskele meydanında... Bir servi salınıverdi adama doğru... Naz burcunda, sabır bulutlarına tutunmuş bir servi... Lale Devri’nden firar edip gelmişçesine salınan bir letâfet... Kadın... Havva mirasçısı olmanın bütün nezaketiyle yaklaşırken, adam... Gönlünün, yılkı atlarını kıskandıran hoyratlığına son veren bukağısıyla tanıştı ansızın... İçinde sıcacık bir nehir akışa geçti. Nehir aktı, kadın baktı, adam için o ân... Bütün kederler yasaktı! Saadet getiren kadın, bizatihi saadet zerk etti adamın uykularla harb eden gözlerine... Hayret... Adamın hükmü geçmez oldu... Şiir rafına dizmeye alışkın olduğu bütün sözlerine...

Adam sükût oldu. Kadın sükût... İki sükût yan yana yürümeye başladı. Üçüncü bir zat -ki aşkın hakiki sahibidir O- bu iki gönlü, birbirine ve katına buyur edeceği âna dek kopmamak üzere bağladı. İşte o ân... Üsküdar... Sevincinden ağladı.
Fethi Paşa bekliyordu. Adam ve kadın yan yana, âheste adımlarla yürürken... Adamın kor olmuş nefesi tekliyordu. Sol yanına dalga dalga vuran Boğaz, sağ yanında titreyen bir yürek... İki gönül... İkinin bire soyunduğunu ne bilirdi ki o sahil? Uyan ey İstanbul! Aşkı sadece bir heceden mürekkep bilenlerin, alayı cahil!

“Kaderine gidersin derdim de, bana aldırmazdın ya gönül... Bak! Kaderinle yan yana can yokuşuna çıkarsın... Daha mı aymazsın? Yoksa tehir eden tevafuku sevdadan mı saymazsın? Yoksa! İhtiyar endişelerden sıyrılıp da bu kor ateşin tadına varmaya cüret mi edemezsin? Titre ve ayağa kalk gönül! Sultanına şeksiz temennalarla tutuş... Dem bu demdir! İşte Havva’ndır bu nur cemal... Hak diviti yazmış, inkâr ne mümkün! Senin adın... Âdem’dir...” diye kendi kendine söylendi adam.

Fethi Paşa’nın dost yokuşunda ağırlaştı adımlar... Adam, kadının elini tutmak istedi. Gücü yetmedi. Kadın adamın, adam da kadının oldu aslında o ân! Yan yüreğim yan... Sevdâ lisânıyla her halimiz ayan... Kadın, edasıyla şiir... Adam ümmi cesaretinden bile mahrum... Zaman devrilip giderken bu sisli sabahın aşka şahitliğine... Bir mukaddes destan, kûfî harflerle tutundu poyrazın eteğine... Yokuş, ömür misâli kısalmaya başladığında... Kadının sıklaşan nefesinde irkildi serçeler... Serçeler ve kadın kalbi... Akıntıya kürek çeken adamın buğulu bakışlarında ebru kesildiler. Setre pantolon giymiş hayaline eşlik eden o mor ferâcenin salınışı, henüz patlamaya ar eden tomurcuklara cemre hediye ediyordu. Bahar... Perdeyi aralamış, hayran nazarıyla şâd olmanın tuvalinde gezinen fırçaya imreniyordu.

“Bilmiyorum beni ona doğru çeken ne? Neden inatla giriyorum ki bu harbe? Ah! Ne aradığımı biliyorum da ne bulduğumdan bi-haberim. Bu yokuş belki sorularla cenkleşen ruhumu cevaplarla sükûnete eriştirecek bir sulh yolu... Belki de varılacak son kederim...” derken bir an duraklayan kadın, adımlarının ahesteliğiyle kendiyle söyleşmeye devam etti. “Nefesimi tutuşturan parke taşlarının azizliğine uğramış yorgun bedenim değil. Hayır! Henüz başlamamış bir savaşa- varlığın ezelden ebede taşıdığı tek müstesna değere- aşka uzanan bir yolculuğun heyecanı titretiyor içimi. Nasıl bir gözü karalıksa bilmiyorum... Bildiğim tek şey benimle birlikte yokuşu tırmanan bu sessiz adam ömür denen yokuşta kaderin bana eş seçtiği. Dinle gönül! Bu sessizlik dolu an, o ebedi yolculuğun merhaba diye fısıldayan sesi...”

Fethi Paşa Korusu... Kuşların haberciliğinde ayağa kalkan ağaçlarıyla selama durur gibi karşıladı bu ikiden bir çıkaran ilahi hendeseyi... Bir ile birin toplamını, bir olarak tasdik eden o yakıcı güzellik, bütün İstanbul’u ısıttı sessizce... Aşk güftesinin edep bestesiyle icra edildiği o faslı dinleyen nebat, mest olmanın fevkinde mevsimin kış olduğunu unutarak açılıp saçıldılar. Öylesine açıldılar ki, erguvanlar sürgün vermekten imtina etmedi. Ve kış aylarının haylaz çocuğu poyraz... Mevsimden firar eden filizleri koparmaya kıyamadı. Masaldan ibaret bu hâl-i memnunluk (-ki aslen mecnunluk) içinde seyr-ü sefer eyleyen adam... Buğulu defineler misâli ışıldayan o gözlere bakmaya kıyamadı. Ya Hû diyerek kanatlandı bir kumru... Ve bir karga uzaklardan Hak dedi. Adam üşüyen çay bardağının incecik belini kavrarken tâ yürekten aşk dedi. Şahitlik makamında kimler yoktu ki? Bir ihtiyar garson, camdan bir masa, iki yorgun koltuk, sevda renginde iki bardak çay, her tanesinde bir yangın saklayan susamların terk etmediği bir simit ve simitten nasibini bekleyen bir kedi...

“Fuzuli dedemin yazdığı bu yaşadığım. Meğer bu ân, sahibesine teslim etmek üzre, göğüs kafesimde gezdirdiğim alevden yük imiş taşıdığım. Ben ki bir garip çoban... Kavalında sular ağlayan... Dağlar yoldaşı... Gariplerin hâldaşı... Nasır tutmuş ellerimden tutsun diye umduğum, aşkının kavuruculuğuna göz yumduğum ece... Varlığım, kalemimin ucu kadar küçülürken sevdâ divânında... İçimde kopan bu aziz fırtına benden yüce! He gönül he! Dedem Fuzuli meğer bu ân için söylemiş: ‘Hadengi sâyesinde hoş geçir evkâtını ey dil / Ki gül-zâr-i hayâtın zîneti serv-i revândır bu’ Aşkı tesbih eyle gönül... Hak’ka savrul bu ateşin verdiği kanatla! Ve sen İstanbul! Sadrımın şiddetiyle orta yerinden çatla!” derken içinden adam, kül tablasında şevk ile söndürdüğü son izmaritin canını almaktaydı.

Kadın... Kediye şefkat eylemekten geri durmadı. Ve kedi... Sevilmekten keyif aldığını gösteren sırnaşmalarında saklı hoşnutluğu uydurmadı. Kedi samimiydi şüphesiz... Adam, okşanan kedinin parlayan tüylerinde kayboldu bir ân... Kedi olmak istedi. Bu isteğini sezen kedi nispet yaparcasına adama dönüp miyavladı. Kedi miyavladı ya... O sırada hicran adlı kuduz köpek... Adamın içindeki dehlizlerde yankılanan uğultuyla yarışırcasına havladı. Tazelenen kederinden hicâb ederek, taze bakışlardan kaçtı adam... Lâkin o ân, bir âhu, bir yaralı aslanı avladı.

“Garip... İlkin bir masalı andıran bu rast gelişler öyküsü sıyrılıverdi gizemli elbisesinden. An denen mefhum doğrularken bakışlarındaki gizi daha önce duymadığım bir ezgi dökülüverdi sessizliğinden. Ve ben... Kaybettiği oyuncağını bulmuş bir çocuk edasıyla seviniyorum içimden. Gönlüm! Korkular yersiz bu defa. Teslim et Hakk’dan sana emanet edilmiş olanı sahibine. Bulduk sonunda aradığımız saadeti, rahatla!” diye içinden geçiren kadın, gözleriyle bir muştu parıltısı bıraktı adamın yılların mihenginde törpülenmiş gözlerine...

Saatlere ısmarlanmış bir muhabbete dar geldi Fethi Paşa... Hayır Üsküdar! Evet dar... Yetmezdi coşmuş bir gönle İstanbul... Dokuz kat daha büyük bir belde gerekti bu yangını taşımaya... Çünkü yangın büyüktü... İstanbul kadar... Yokuş, çıkanları yormamıştı ama... İnenleri yakasından tutuyor, bırakmıyor gibiydi. Metruk ahşap konağın “Gitmeyin ey ikiyken bir olanlar! Kalın... Ve bağrımızda bir rüyaya dalın...” dediğini kimsecikler duymadı. Boğaz, dudak dudağa iki kıtanın kavuşma ümidinin sancısıyla köpürdü. Ve adam... Tazelenen ruhunun ulvi yangınında, mazi denen bedbahtlığın defterini dürdü. Aşka sebil edilmiş dudakları, dua dua karıncalanırken... Omzundan düşürdüğü yarımlık hırkasını, tamam olmanın esaretine kefaret eyledi. Esaret... Adam ilk ve son defa esareti tattı. Yedi Tepe, düşkünü esir düştü diye tozu dumana kattı. Fakat bilmezler ki adam... Hakikat lisânıyla hürdü.

“Gitme! Kal ey ömrüme nur veren... Gönül vadisine mührünü vurup, karanlık semalarıma güneşler gösteren... Ben seninle erdim eremediklerime... Ve sen! Yegâne izâhsın mânâ veremediklerime... Gitme n’olur naz burcunda gördüğüm hilâl! Gidiyor olsan da şimdi ebedî sâkinim olmaya gel... Ne sen, sen kal... Ne de ben, ben kalayım! Gel... Gel ey tazelediğin ömrümün ortağı... Seninle karılsın ruhum... Ve biz olmanın tadını alayım! Murâdım, senin Besmele’yi andıran kaşlarındadır! Hayalim hakikate erişsin diye secde eder gönlüm Rabbine! Hayalimi hor görme ey can çiçeği! Mütevazı arzum ki, Hak indinde helâl...” diye, belli belirsiz kımıldadı adamın dudakları... Akşam telaşının keşmekeşinde duyanı olmasa da... Ötelerde bir yerde duyan vardı. Vardı ki; Leylalara eş bir bakış ruhunu sardı.

“Hayır, bu defa gidişler bitişlere değil! Okudum gözlerinden sevdanın müjdesini bir defa. Olsa da hasret içimizi yakacak en acı zehir, gitmelerin olmayacağı bir gelişle geleceğim sana. Ey beni benle barıştıran adam! Hüznü kov bakışlarından ve aşkı duy bakışlarımdan. Bir olmanın hazzıyla aldırma bu yalancı vedaya. Bu sevda zaman ve mekânın el değiremeyeceği Hakk nakışlarından!” Bu can değesi sözleri, otobüsün camındaki buğuya yazıyordu kadın. Hasrete çekilen ilk nefeslerin, camdaki hüznüydü bu yasemin kokan buğu... Ve vedaya dair salınmak üzre boynunu bükerken bir çift kuğu...

Duraktan ayrılmaya kıyamayan otobüs, bekleyenler ikametgâhı sâdık durak ve artarda içilmiş yedi sigara... İkinci vapur yolcularını çağırırken, gün akşamla söyleşip gecenin teşrifini arzularken... Gidenin kalan, kalanın da giden olmak emeli, motor gürültülerinde egzoz dumanına boğulurken... Şiirlerin ayağı takılıp düştü ak kâğıda... Kâğıt mürekkeple izdivaç ederken, bir ayıraç... Bir kitap ayıracı ve kuru çiçekler... Muştularla donattı adamın hülyasını... İşte o akşam... Üsküdar’ın bağrında... Üsküdar’ın şahsına münhasır bilmecesini çözdü adam. Ve anladı... Sürüklenmekten bitap düşmeyişinin derin mânâsını...

........./.........
Sevdanın sırrınadır her gidiş ve her geliş...
Âh benim deli gönlüm var git kendinle çeliş!

Âkıbetin hayrını o gül dudakta gördün,
Bahtının saçlarını ümit eliyle ördün...

Şimdi saadetlerin yolu sana düşüyor,
Bilmez misin hüzünler yokluğunda üşüyor!

Gül gönlüm! Gül delisi! Bülbül âvâzlı gönlüm!
Fuzuli neslisin sen, dili Şirâz’lı gönlüm...

Bayâtî usul usul vuslata bu yükseliş!
Sevdanın sırrınadır her gidiş ve her geliş...
........./.........

İskele Camiinin minareleri ışıldarken yatsı vakti... Adamın şehadet parmağı, cüret silahının talepkâr tetiğine bastı. Bütün olmak buydu işte! Yarımken bütün... Ve bilenler bilir... İcat edileli beri sadece bu aziz keyfe hastı: Hasret ve tütün...

Diğer Yazıları