Menu
FALİH RIFKI, ERTUĞRUL ÖZKÖK'Ü BAYILTIR
Deneme/İnceleme/Eleştiri • FALİH RIFKI, ERTUĞRUL ÖZKÖK'Ü BAYILTIR

FALİH RIFKI, ERTUĞRUL ÖZKÖK'Ü BAYILTIR

yazarken konuyu kan davasına çevirmeyeceksin.

düşünüp tasarlarken de…

yazmada olayın, sinir savaşından çok, şuur(luluk) savaşı olduğunu, sakın, sakın ha, unutmayacaksın (ve ihmal etmeyeceksin).

çünki bir savaşda alet-edevat, ya’ni savaş aracı kelime ve cümlelerdir. usûl de, bu kelimeleri kullanmak, ya’ni, en doğru şekilde sıralayıp/tertib edip, cümle kurmakdır. müfreze teşekkülü gibidir cümle teşekkülü.

(eğer şuur elden giderse, kendi elinle kendini kurşunlarsın, vesselam.)

şuurluluk hali, sekeneden/sakinlikden, güvenden gelir; ki, bu rahmânî ve melekîdir (nurdur, beyazdır, aydınlkdır).

panik ve köpürmüşlük ve asabîlik, ya’ni kızgınlık hâli, (şuurun yanıp kararmışlığı, dumanaltılılığı) şeytanîdir (ateşdendir, külhanîdir).

yeşilbağçe yazıları, göze ve gönle genişlik ve berraklık verir, dimağa hoş gelir ve zihni parladır.

külhân yazıları, hasmını hedef aldığını zannetsen de, başda kendin, bütün okuyanı yakar, acıtır, sinirlendirip daraltır ve göz ile gönlü karardır. /âteşin, denen tarz, aynısı değil.

bunu: düşünme ve yazma esnasında beynine vuran sıcaklıkdan, alnına ve ensene hücum eden hararetden; veya, bilakis, gülümseyerek düşünüp yazmaklıkdan tefrik edebilirsin. kelimeler sırayla ve sükûnetle, vakarla mı geliyor; yoksa, itiş-kakış, üst-üste alt-alta birbirini çiğneyerek, toz-duman içinde, yuvar-teker mi?

hatta, kelimelerin renginden anlayabilirsin: kızıl ve kara mı (kesif ve ağır mı); yeşil ve mavi mi (lâtif ve hafif mi)?

ve kokusundan: yanık mı (kömür mü), leziz mi?

yazariken kelimâta zulmetme: lüzumsuz (yere, lüzumsuz yerde ve lüzumsuz çoğaldıp israf ile) kullanma.

imlâ işaretlerini dahi israf edip, gözü ve dimağı yorma.

israfın son nev’i dahi: ba’zı fikirler yazmak, ba’zı fikirler sadece düşünmek içindir. (şair/müteşair, gibi.) aklına gelen her fikri yazmazsan münasib ve beliğdir. yazarsan, en hafifinden yavanlık ve israfdır. başa belâlığı da az görülmüş değildir. (çünki, akla gelen her şey, aklın her zikri fikir değildir. vesvâs ile ilhamı tefrik, her vechesiyle sağlık ve sıhhatin için elzemdir.)

/

bunlar işin kabuk kısmı.

iç kısmına gelince: bilmediğin konuları bilmediğini kabul edip etrafında dolaşma. diyelim dolaşdın ve bir çukura düşdün. hiç olmazsa debelenip çığlık atma; da, çukura düştüğünü cümle âleme ilan etme. çukura düşmek, hatadır, diyelim ve insan başına gelir. amma, düştüğünün çukur olduğunu görmemek, körlükden beri (beter değil de) nedir?

hatta, maddi kör, bunu el yordamıyla anlar. sen bunu görüp kendine tarif edemiyor da feryad ediyorsan, kaç kerre körsün? ve dahî birden ziyade körlüğe ne ad verilir?

/

bunca izahata lüzum nedir?

matbuat sahasında yazmağa hevesli, samimi ve en önemlisi bu iş için dayı (şebeke vanası) sahibi bir genc ile konuşmamız beni buna sürükledi. şimdiye kadar, kendim tatbik edemedimse de, diyenin dediğini et etdiğini etme, darb-ı küpesi kabîlinden, yazıvereyim dedim.

tabii bunları o genc arkadaşa, bilmiyor diye anlatmadım ve dahi el’an kimse bilmiyor diye yazmıyorum. bilginin de, bir zaviyeden ‘şey’liği itibarıyle, tozunu almak gerekir. böylece, hatırlatma/tozunu almayla parlayıp gelişir, hayatiyet kazanıp, (hayatımızda) işe yarar hâle gelir.

ve, söze/yazıya dayanan hatırlatma, (her şeyin) yaradılışın(ın) özelliği îcâbı, çift taraflı(işe yarar/yaramaz)dır. te’sir, konuşana ve dinleyene müşterekdir. iki taraf, anmak ve hatırlamakla, yinelemiş ve yenilemişdir: yenilenmiş.

bu bir.

ikincisi: birkaç güne kadar elime çarptığında bir kenara tıkıştırıp atmadığım, tahminen beş senedir benimle yaşayan bir bilgisayar çıktısının, iki gündür çözülmüşlüğü.

bu çıktı yine bir yerlerde midir, tenbelliğimden mütevellid bir şey çıkmayacak, deyip, tuh kendime, diye söylenip çöpe mi atmışımdır, şu an itibarıyle bilemiyorum. müsvedde defterlerim arasında, bu çıktıyla ilgili çiziktirdiğim sahifelerin yer aldığı defteri de, kitap raflarına hamurlu el değmesinden naşi, bulamıyorum. (floransa’ya seyahatimiz esnasında, yalıdaki kütüphanemdeki kitabların tek-tek tozunu alırken hizmetçimiz şükûfe handan, rafları yeniden düzenleme iyiliğinde bulunmuş!) ancak, çok şükür, ihtiyarlar uzun-geçmiş (mazi) hafıza sahibidir ya, bendeniz de, o bilgisayar çıktısının ve müsvedde defterime o günlerde çiziktirdiklerimin münderecatından âgâhım. (o müsvedde defterlerime, asırlar önce çiziktirirken, ölmeden önce lüzumsuz satırları silip, torunlarıma okurum, diye kuruyordum. ancak, asırlar geçdi, kurukafa bir ihtiyar oldum, torunlar henüz ufukda. demek, birkaç asır daha yaşamam gerekecek!)

tahminen beş senedir yanımda yaşayan ve birkaç gün önce, ne hikmetse tam çözülmüşken kayboluveren bilgisayar çıktısı, «‘kameriye’ye ‘kamelya’ denebilir mi, denemez mi» üzerine, kapudân ertuğrul özkök beğefendinin imzasını havi bir köşe yazısı idi. bu köşe yazısından bir(kaç) gün önce (bir eylül ikibinbeş günlü münteşir) hürriyet nâm mevkute, manşetde, kameriye yerine, dünyanın malumu röportajcısının kavline uyup, (“kameriye” zannıyle) ‘kamelya’yı kullanmış idi.

müteakib günlerde bu yanlış (biliş), diğer mevkutelerde çeşitli tarz ve üslub ile ele alınınca, kapudan, göğsünü siper içün işbu köşe yazısını kaleme almış idi. der idi kim (mealen/hülâseten): “googleyi açdım bakdım. her ikisi de kullanılıyor. yani ikisinin de isti’mali doğru kabul edilebilir.” bu minval üzere, birazcık dil hassasiyeti ve asabiyeti bulunan her bir kimseyi çileden çıkaracak bir köşe yazısı…

o çileden çıkma halindekilerden olarak, şöyle çiziktirmiş idim, müsvedde defterine:

«mâdemâki öyle, ertuğrul özkök’ü tuğrul kököz yazmak da doğru kabul edilebilir. kameriye’yi kamelya diye yazan resmi ve sivil cühela kabul görür ise, başda dil kurumu, bütün eğitim ve öğretim kurumlarını kaldırın, isteyen istediği gibi yazıp okusun. hatta, isteyen cahil kalma hakkını kullansın. bu cahil kalma hakkı, kulağa olsun, bir yanıyla makul geliyor. ancak, bir şeyin doğrusu ortadayken, yanlışını doğru kabul ettirmeğe uğraşmanın makul bir yanı var mı? hangi hatıra binaen olursa olsun. isterse bu hatır evlad hatırı olsun, eleman hatırı olsun, üstad hatırı olsun... doğrunun hatırı hangi hatırdan geride olabilir? erdem odur ki, doğru diye bildiğinin/zannının yanlışlığı ortaya çıkınca, sevinip, nihayet doğrusunu öğrenmeden ölüp gitmedim, diye, şükran duyarsın.

aksi halde, hatır için kaptan’a kaplan, veziriazam’a veznedar demek de caiz olmak lazım gelir. şemsiye ile şebboy birbirinin yerine kullanılabilir, hatırşinas özkök beğefendiye göre. âferin, ya’ni. ziyadesiyle brova (heard yani).»

sonraki gün kendi kendime gülmüş ve şöyle çiziktirmişim:

«ertuğrul özkök ne şanslı adam!

«ba’zen hakkında yazılanların hepsini görüp okuyamıyordur herhalde, zannediyorum. sonra, yazı yazdığı; kişinin de yazmak için iyi-kötü okuması lazım geldiği hatırıma düşünce, hepsini duyup okuyamasa da, okuyabildikleri dahi, yazı yazmak için gerekli okuma oranını karşılamağa yeter, diyorum.

«oh, ne âlâ, kitab sahifeleri arasına gömülüp gitmesine gerek yok. bilâkis, kâh suratını ekşitip kâh tebessüm ile, hakkında yazılanları merak ve canlılık ile okuyor.. tamam.

«tamam da, bu benim zannım. zanlar, saman çöpü kadar dayanıklı ayaklar üzerinde yükselip yürür.

«belki her şey, zannedildiği kadar eğlenceli olmayabilir. hatta, bir noktadan sonra bıkkınlık ve dahi elem vermeğe başlayabilir.

«belki hiçbirini okumuyor, ilgilenmiyor. belki basım-yayım tarama aboneliğinden gelenleri başdan sona çizip çöpe atıyor. belki, sadece şurada-burada ve şu-bu tarafından yazılmışsa getirin, diyor…

«ben de yazıp orient expresse bindim ya…

«ertuğrul beğe cevap suyu taşıyanlar katarına katıldım’a, başı göğe değse, hakkıdır...

«ne diyeyim, adamı iteleye-kakalaya lokomotif edenler utansın!»

/

o günlerde, son dakikada da olsa ipden dönüp, ertuğrul özkök beğefendiye vızıldayanlar kervanına duhulden kurtulmuş idim.

ancak, birkraç gün önce okuduğum şu satırlar, zavallı ben zaif-i âciz ve nâçiz mahlûk için, sinek kağıdı (veya örümcek ağı) yerine geçdi:

«6 haziran 1928 tarihli milliyet’de falih rıfkı’nın da bir makalesi var. falih paris’i gezmiş yazıyor. bu adamın cehaletini ve halini göstermek için bu makaleden şu satırları alıyorum. çünki, güzide şeyler. möble alacakmış, mağazaları gezmiş, diyor:

“fransa’da lui adına numara koymak âdettir. onaltıncı lui gibi. bu lui galiba antikac olacak. çünkü eski eşyalardan bahsedildikçe onun ismini işitiyorum.”

«zavallı!.. sade rüşdiye tahsili gören biri, işte böyle olur. bunlar muharrir olabilir mi?

«fransa’da, bütün avrupa’da, sade lui’ye değil, diğer kral adlarına da numara koyarlar. bu bizim, birinci murad-ikinci murad.. gibidir. fransızlarda beşinci şarl, onuncu şarl da vardır.

«bu adam ne kadar derin cahildir. dünyadan haberi yok. fakat matbuat sâhâsında nasıl gezinir? bilmiyorsan, bari sus! atma!..

«onaltıncı lui antikacı değil, fransız padişahı. onun zamanında mobilyada bir sistem vücuda gelmişdir. bu tarza onaltıncı lui tarzı derler. sanayi-i nefîsede meşhur bu kadar basit bir şeyi de bilmiyor.

«sen, ah falih rıfkı! meb’ussun, mustafa kemal’in yâranındansın. türk mukadderâtına hükmediyorsun!.. allah seni kahretsin!» [rıza nur]

/

şimdi bundan sonra insanın aklına, elbet yazılmayacak şeyler geliyor. kalbden kalbe yol bulunduğu gibi, cumhuriyet matbuatındaki cumhuriyet çocuklarının akıl ve iz’anları arasında.. gibi şeyler…

ancak, şu inkar edilemez bir gerçek: ertuğrul özkök beğefendi elbet, tarihen onaltıncı lui kimdir, sanayi-i nefise zaviyesinden onaltıncı lui (tarzı) nedir, muhakkak biliyor. buna şübhe yok.

eh, cumhuriyet rejiminin, bu memleket matbuatındaki muharriran arasında malumat terakkisine yolaçdığını inkar etmeyelim lûtfen... rica ediyorum... isterseniz: istirham ediyorum...

şimdi, söyleyin bakalım: ertuğrul özkök beğefendi haklı değil miydi?

(kimi zevata sorsam, falih rıfkı ertuğrul beğ ile dansedemez. hangisi daha kıvrak, bence, bu tam anlamıyla, eniyle boyuyla tartışmağa değer bir konu...)

(salih beğ olsa, şöyle diyebilirdi: –şinasi, bedenî değil, zihnî dans. hele acunluk hiç değil! zihni sinir’lik etme!!! /ustaya borcumuz kabardı...)

eğer, “falih rıfkı istanbulluydu; ankara’da meb’us idi... rıza nur ise sinoplu bir taşralı idi, nükteden anlamaz ve çekekememezlerden ve dahi nankör idi. bu satırlarıyle falih rıfkı’nın nükde deryasında boğulup gitmişdir. 1928’de olup biten budur” denirse, denecek tek şey kalır: müzik dursun...

Diğer Yazıları