Menu
Eserin İzi
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Eserin İzi

Eserin İzi

Arapça esr kökünden gelen eser, gündelik dilde ayak izi, iz, işaret ve sanat – edebiyat eseri demek.

Çağbayır Sözlüğü’ne göre, 1. Kendisi ortada görünmemekle birlikte varlığını veya bir şey yaptığını belli eden iz, işaret, belirti; im. 2. Yapılmış, ortaya konulmuş şey; meydana getirilmiş; ürün. 3. Özel yetenek harcanarak oluşturulan, yapılan, yazılan müzik, yazı, resim, mimari yapı ve heykel vb. şeyler. 4. Bir çalışmanın, emeğin, gayretin sonucu; telif. 5. Dışa vurması sonucu anlaşılan, insanın manevi yönüne ait bir özelliğin varlığı. 6. Varlığı ortadan kalkmış olmakla beraber onun önceden varlığını belirten her şey; iz; kalıntı; bakiye. 7. Haber; hadis-i şerif; ilm-i hadis. 8. Tarih kitabı; vekayi. 9. Bir bestecinin sıralı ve numaralı her bestesi; opus; op. 10. Etki; tesir. 11. Basılmış kitap. 12. Eskiden kalma tarihi değeri olan insan yapımı eşya. 13. (Soyut kavramlar için) belirti; iz; nişan... anlamındaki eserin, Tanrı – insan, insan-insan ilişkileri bakımından ilgili hemen her fenomeni ve fiili de kuşatması nedeniyle, açılması / açıklanması gereken ilgili her bir terim ve deyim için hem bir anahtar hem de kilit olarak tek bir mana içinde toplanarak ele alınması mümkün görülmüyor.

Bu nedenle biz de, dosya konumuz olan yazar ve eser ilişkisi esasında zorunlu bir indirgemede bulunarak, bu metnimizi yazı ve yazmak, yazar, edebiyat ve eser ile okur kelimeleri üzerinden kuracağız.

Yazı, tekinsizdir. “Yazı,-kelimenin yeni anlamıyla- başlangıç niteliğinde (inaugural) olduğu için tehlikeli ve korkutucudur. Nereye gittiği bilinmez; hiçbir bilgide teşkil ettiği ve her şeyden önce kendi geleceği olan anlama doğru kaymaktan, bu özsel kaymadan onu alıkoyamaz. Bununla beraber, güvenilmezliği salt korkaklığındandır. Dolayısıyla bu riske karşı hiçbir güvence yoktur. Yazı, yazar için, ateist değilse bile, ama yazarsa eğer, birincil ve lütufsuz bir seyrüseferdir.” diyen Jacques Derrida, Aziz İoannis Khrysostomos’un “Yazıdan medet ummamalı fakat öylesine saf bir yaşam sergilemeliydi ki maneviyatın lütfu ruhumuzda kitapların yerini almalı, kitaplara işlenen mürekkep gibi işlenmeliydi kalplerimize. Bu lütfu kendimizden esirgediğimiz içindir ki ikincil bir seyrüsefer teşkil eden yazıyı kullanmak icap eder.” yorumundan hareketle, teoloji ve logos ilişkisi içinde yazının tekinsizliğini derinleştiren şu tespitlerini iletir:

“Fakat her türlü iman veya teolojik güvence bir yana, ikincillik deneyimi, kurulu –yazılı- anlamın kendi kendisini peşinen veya aynı anda okunmuş olarak  sunduğu ve orada nöbet bekleyen başka'nın yazma ile okuma arasındaki gidiş-gelişi, yani ikisi arasındaki işi indirgenemez kıldığı bu tuhaf ikilenmeye bağlı değil midir?  Anlam, edimden ne önce ne sonradır. Tanrı denen ve insanın her seyrüseferini ikincillikle damgalayan şey de bu geçiş, okuma ile yazma arasındaki bu gecikmeli karşılıklılık değil midir? Mutlak tanık; yazmaya başlanan şeyin çoktan okunmuş olduğu, söylemeye başlanan şeyin çoktan yanıt olduğu diyalogda anlamın saydamlığı demek olan üçüncü taraf. Hem yaratılmış bir şey hem de Logos'un Babası. Logos'un daireselliği ve gelenekselliği. Lütfun eksik olmasının kaçınılmaz olduğu tuhaf bir dönüşün ve serüvenin eseri.”

Bu yanıyla yazı, lütuf ve logosla ilişkisi cihetinden insanı aşan ama öte yandan, kendisini nereye sürükleyeceğini bilmese bile, -belki de bu bilmezliği bilme merakıyla- insanı kendi içinden dışına ve hatta kendi dışından içine seyrüsefere sevk eden şeydir.

Yazmak ise, “...Yalnızca bir fikri harfi harfine tekrarlamak için değil, bir şeyler yapmak için dili ele geçirme / söz alma (prendre la parole) girişimidir.”  Derrida’nın yaklaşımıyla “Yazmak, henüz harfte üretilmemiş olanın başka bir evi olmadığını, herhangi bir topos auranios, yani tanrısal bir idrakte duran bir reçete veya talimat olarak bizi bekliyor olmadığını bilmek demektir. Anlamın kendi kendisinde ikamet etmesi ve kendi kendinden farklılaşarak / ötelenerek olduğu şeye, yani anlama dönüşmesi için söylemeyi ve yazmayı beklemesi gerekir.” 

İlginç olan “harfte üretilmemiş olanın”, daha kelime olarak dile vurmasının, Arapça’da yüklendiği anlam itibariyle bir yaralamaya, koparmaya tabi olmasıdır. Yazı, bu fiilin tahakkukundan yani yazmaya evrilmesinden sonra ancak tanrısal idrakten ayrılarak, insan idrakine açılır. İnsan idrakinin, Tanrısal idrak ile seküler idrak arasında, bir yarılmayı (ayrımı) veya insan idrakinde sekülerleşmeyi reddederek, kendi idrakinden hareketle Tanrısal idrake –kaynağa- tekrar yönelmesi ise yazma eyleminde cevabı gerektiren büyük bir sorudur. Zira bu yazıyı yazanın -yazarın- kendisine biçtiği rol, yazmaya yüklediği mana ve işlev ile doğrudan ilgilidir.

Bu da bizi öncelikle Edward W. Said’in sorduğu şu sorulara götürür: “...

Yazının otoritesinin kaynağı nedir? Yazıya otorite veren ilkeler nasıl yakalanır? Varoluşsal olarak yazmış olan insanda mı, varoluşsal olarak yazmakta olan insanda mı saklıdır? Yoksa ikisinde de olmayıp, ikisinin de paylaştığı ama yalnızca biri tarafından dile getirilen bir ortak ilkede mi saklıdır?”

Said, author (yazar) kelimesinin kökenini, Vico üstünden şöyle nakleder: “Authority (otorite) (...) auctor’dan gelir, bu da ‘kesinlikle autos’tan (proprius ya da suus ipsius) gelir; dolayısıyla sözcüğün özgün anlamı property’dir (mülkiyet).” 

“Foucault’nun bıkıp usanmadan kanıtlamaya çalıştığı üzere, ya otorite yazının değil söylemin bir özelliğidir (yani yazı söylemsel formasyonun kurallarına riayet eder) ya da otorite gerçek, ulaşılabilir bir nesne değil, analitik bir kavramdır” diyen Said, bu iki durumu, “bütünlüklü izahı kifayetsiz kılacak kadar çeşitli ve karmaşık” bir sonuca, yani sonuçsuzluğa havale eder:

“Her iki durumda da otorite göçebedir. Asla durduğu yerde durmaz, asla her zaman merkezde değildir ve her türlü anlamı ortaya çıkartacak bir ontolojik güç filan da değildir. Tüm bu otorite tartışmalarının anlamı şudur: Biz, şimdiki yazıdan önce olmuş ya da var olmuş şeyler temelinde mevcut yazıda ne olduğunu ya da bunun nerede başladığını açıklayacak bir güce sahip olan iş görür ve varoluşsal yazma kategorisine –bu ister bir ‘müellif’ olsun, ister bir ‘zihin’, ister bir ‘Zeitgeist’- sahip değiliz. Yazı deneyimimiz örneğin Gurur Dünyası’nın neden ve nasıl bir müzik eseri ya da oyun olarak değil de bir roman olarak üretildiğini açıklayan her bütünlüklü izahı kifayetsiz kılacak kadar çeşitli ve karmaşıktır.”

Tıpkı otorite kelimesindeki gibi, bu karmaşıklığı edebiyat (ve eseri) üzerinden sadeleştiremeye çalışmak da yine Michel Foucault’ya düşmüş gibidir. O bunu “edebiyat nedir?” sorusu minvalinde şöyle özetler: 

1-Edebiyat dile getirilemez değil, dile getirilemez olmayanın, dolayısıyla da –kelimenin dar ve kökensel anlamıyla- ‘fabl’ denilebilecek bir şeyden yapılır. (Fabl: fabula: sözler). 

2-Edebiyat dildir, kelimelerden yapılmış bir metindir. Kelimeler aleladedir ama öyle bir seçilip düzlenmişlerdir ki dile getirilemez, sözle anlatılmaz (ineffable) bir şey aralarından sızar.

3-Edebiyat, özüyle var olma hakkıyla ilgili olan girift, ikincil sorunun yavaş yavaş içine sızmasına izin veren, şu ham dil olgusu değildir. Edebiyat bizatihi, dilin içine oyulmuş bir mesafedir, sürekli arşınlanan ama gerçekte aşılamayan bir mesafe; kısaca edebiyat bir bakıma kendi üstünde salınan bir dil, olduğu yerde gerçekleşen bir titreşimdir. Bu salınım ve titreşim kelimeleri de yetersizdir, pek uygun değildir, çünkü iki kutup olduğunun, edebiyatın hem edebiyat hem de dil olduğunun ve edebiyat ile dil arasında bir tereddüt olduğunun sanılmasına yol açıyorlar. Aslında edebiyatla kurulan ilişki, eserin mutlak olarak hareketsiz, yerinden kımıldamayan yoğunluğunda tutsaktır; bu ilişki aynı zamanda eser ve edebiyatın birbirine kaçıp saklanmasını sağlayan şeydir.

Eserin kendi içinde duruşunun yeterince aydınlatılmadan, onun nesnelliği konusunun açıklanamayacağını söyleyen Martin Heidegger, “Eser, eser olarak kendisi aracılığıyla açılan ala aittir.” tanımıyla, otorite konusundaki gibi, eserin anlamını da niyet, maksat ve anlayış düzeylerine (dünya görüşlerine) tabi kılmayı tercih eder.

Örneğin bize göre, genel anlamda eser, müessir (tesir eden) ile müesserun fih (tesirlenen) arasındaki ilişkinin bir sonucudur. Bu sonuç özel anlamıyla edebiyat- eseri’ni de dışlamaz, bilakis onu kendi genelliğinin içine çeker. Şöyle ki, insan nasıl bir yaratıksa, kelime de bir yaratıktır. “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak)” insanın “hizmetine” Veren, (Casiye 45:13) kelimeyi de ona vermiştir. Ancak nimet olması cihetinden, tasarrufa tabi kelimenin tahsisi insandan insana farklılaştırılmıştır. Diğer bir söyleyişle, insan kendi istidadına göre kelimeyi hak etmiş ve bunu onun kalbine ilka edilmesiyle mülkiyet (property) gerçekleşmiştir. Bu bakımdan kelime birinin dilinin ucunda olduğu halde söze sokulmazken, bir diğerinin dilinden ırmak gibi akıtılmıştır. 

Bu nedenle İbnü’l-Arabî, eseri şu iki emre dayandırmıştır: 1-İktidar, 2-Kabul. İktidarı ilahi yöne, kabulü ise istidada tabi kılarak, aslında ikisini de ilahi tercihe bağlamıştır.

Bu bağlamda, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, esere verilebilecek anlam, yazara yüklenecek rol (işlev), eser olarak edebiyat kitabına nispet edilebilecek değerle kayıtlıdır.

Dünya görüşlerine göre farklılaşsa da, ortak bir işleyişi anlama çabasında yazı – yazar – eser ilişkisinin merakı ve çözümlenme gayreti hemen hemen aynı kapıya çıkar. 

Bu ilişkiyi bir ilim olarak niteleyen İbnü’l-Arabî, onun garip bir ilim ve az bulunan bir mesele olduğunu vurgulayarak, ilgililerini ve ilgi düzeylerini şçyle çerçeveler: 

“Bu meseleyi vehim sahiplerinden (felsefecilerden Ö.L.) başka hiç kimse bilmez ve bundan zevk almaz. (...) Evham sahipleri öyle şeyler düşünürler ki, bu düşündükleri şeylerin dışında bir vücutları olmadığı halde vehimlerinden üzüntü ve sıkıntı duyarlar. Ama bir kimse evham sahibi değildir, ona da bunun zevkinden bir pay yoktur.”

İbnü’l-Arabî’nin kelimeleriyle eriştiğimiz bu sonuç, Tanrı, logos, insan idraki, lütuf, nimet ve ilka esasında İlahi bir zeminden (her şeyi Yaratan’dan) hareketle ele alınmadığı sürece yazar ve eser ilişkisinin çözülemeyeceğine bitişir.

Vehim sahiplerinin çözme gayretleriyle -ki buna kuramsal çalışmalar diyoruz- ve gayretlere itibar edenlerin –ki, bunlara felsefe düşkünleri diyoruz- merakları ise, ortak bir zevki paylaşmanın ötesinde meseleye hiçbir katkı sağlamıyor. 

Çünkü yazar eserinin, eser de yazarının daima daha ilerisindeki bir izde, erişilmezliklerine erişilebilir bir hakikat olarak duruyor.


NOTLAR:

Jacques Derrida, Yazı ve Fark, Trc.: P. Burcu Yalım, Metis Yayınları, İstanbul 2020

Edward W. Said, Başlangıçlar – Niyet ve Yöntem, Trc.: Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, İstanbul 2009

Michel Foucault, Büyük Yabancı – Dil, Delilik ve Edebiyat Üstüne Konuşmalar, Trc.: Savaş Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul 2020

Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, Trc.: Fatih Tepebaşılı, De Ki Yayınları, Ankara 2007

İbnü’l-Arabî, Marifet Kitabı, Trc.: Hüseyin Şemsi Ergüneş, İz Yayıncılık, İstanbul 2009

ÖMER

Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.