Yazı, hangi dilde nasıl söylenirse söylensin, insanın durumunu ve fiilini en iyi ifade eden yegâne kelimedir.
Öncelikle insanın kendisine izafe ettiği yazı-yazma eyleminin karmaşık ve yoğun metafiziğidir ki, o bu nedenle insanın içinden dışına, dışından içine doğru çift bir yönelişi ifade eder ve insan, hem yazılan ve hem de yazan olarak, tabula rasa esasında çift katlı bir değere sahiptir.
Zira insan, Rabbi tarafından isimlerin öğretildiği tek varlıktır. Öğretilme, öğrenme istidadına sahip olanın hakkıdır ve bu manda öğrenme istidadı akla, hafızaya, zihne yazılacak olanı tutma, zapt etme yeterliliğidir. Dolayısıyla insan bu manada önce kendisi bir tabula rasadır ve ardından öğrendiklerini dışa vuracağı bir tabula rasayı icat edebilendir.
Bundandır ki, öğretmek, bildirmek, göstermek, emretmek, inzal etmek, helal ve haram kılmak... şeklindeki hitapların tamamı, “insana yazmak” terkibinde toplanır; din, kader ve kaza; ecel, nasip, başarı, başarısızlık... kendi imanına ve fillerine tabi olarak, daha doğmadan önce insanın alnına yazılmıştır.
Büyüklerimizin “İlim maluma tabidir” söyleyişinden mülhem olarak, her şey kendisinde zaten yazılı olduğundan, insan için yazma-eyleminin, kendi hâlini müdrik olma derecesindeki farka tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Zira insan, idraki nispetinde şuur sahibidir ve şuur sahibi olmayanın söylediği, yazdığı şey batıldır.
Bu cümleden olarak “İnancı ve öğretisi ne olursa olsun, belli bir okuyucu kitlesince izlenmek durumunda olan her yazar, yazdıklarıyla bir yere varmak, adına konuştuğu inancı, öğretiyi okuyucularının düşünce yaşantısına kazandırmak ister. Yazı inandığı, kurduğu dünyaya varmanın en ihmal edilemez, en vaz geçilemez yoludur yazar için. Yazının üstlendiği işleve ilişkin bu görüş kuşkusuz salt yazara özgü kalmaz, okuyucularca da paylaşılır.” (Ramazan Dikmen, Niçin Yazı, Mavera, Aralık 1981, sayı: 61).
Bu paylaşmanın bir özelliğidir ki, hemen her okur, beğendiği yazarların nasıl yazdıklarını –kadim zamanlardan beri- merak ede gelmiştir? Batı’da, yazarın aynı zamanda bir otorite(r) sayılması nedeniyle, okurun ilgili merakına denk düşecek çok fazla sayıda çalışma yapılmıştır. Bizde ise yazara, bidayetinden beri sosyal rol itibariyle özel bir üstünlük (ruhbanlık) izafe edilmediğinden olsa gerek, modern zamanlara (Batılı etkili meraklanmalara) kadar o tarzda dişe dokunur bir çalışma yapılmamıştır.
Bu bakımdan, Duran Boz’un (Ömer Erinç’in) editörlüğünü yaptığı Yazma Hikayeleri’ni (İz Yayınları, İstanbul 2017), bizde mezkur konudaki en derli-toplu çalışma olarak niteleyebiliriz.
Kitabıyla aynı adı taşıyan sunuş yazısında, “Her eylemin bir başlangıcı olduğu gibi yazma eyleminin de bir başlangıcı vardır.” diyerek söze başlayan Boz, “yazma eyleminin evvelini bilinçli ve dikkatli okurluk eylemi”yle sabitlemekle kalmaz, “Okurluk birikimi kazanılmadan yazarlık hakikati”nin kuşanılamayacağını belirtir. Ona göre, “Bilinç ve dikkat ateşinin yürürlüğünü başlatmadan yazının evrenine yolculuklar düzenlemek imkânsızdır çünkü. Söz konusu ateşi; her hâlükârda harflerin, kelimelerin, cümlelerin yankılştığı kitap sayfalarından edinmemiz karşı durulamaz gerekliliktir. Yani emeğin, alın terinin depolandığı kitap sayfalarına gide gele yazarlık ediminin ön birikimi elde edilmiş olur.”
Boz’a göre, bu önemli aşamayı takiben “Yazmak, her şeyden önce iradeli bir tercihle gerçekleşir. Körü körüne bir seçimle, bir kuralsızlıkla asal yatağına akmaz.
İnsanı güvende hissettirebilecek bir alan açma girişimi olarak dışlaşır yazı. Yazmaya adanmış bir birey olarak yazar, bütün çabasını yazma eylemi üzerine yoğunlaştırmak zorundadır. Çünkü yazı kıskançtır. Farklı ilgileri, uğraşları barındırmaz yanında yöresinde. Bu yönüyle yazmak ve yazarlık ayrıcalıklı bir durum ifade eder.
Yazmayı bir yaşama biçimi olarak seçen kişi, bütün şartlarla yüzleşerek, bütün şartları algılamaya ve yorumlamaya çalışarak kendine has bir dünya kurar. Bu dünyanın koşulsuz davacısı olarak yaşama düzeneğini oluşturur. Onun içindir ki yazar, öncelikle yazdığını kendisi değerlendirir. (...) Yazmak bu noktada, insanın kendi oluş bilincini arayışında ve hayatı anlamlandırmasında bireyin karşısına güvenilir bir yöntem olarak çıkar. Unutkanlıklara, gelişigüzelliklere karşı kavgalaşmanın mühimmatını böylelikle kavrar insan. Yaşadıklarını ve düşlediklerini kayda geçirmekle kişisel menkıbesinin bin bir âhengini örer.”
Yazma Hikayeleri, Boz’un bu modern bakış açısıyla, 100 yazardan derlediği metinlerden oluşmaktadır.
Merhum Nuri Pakdil ile başlayıp Senem Gezeroğlu ile tamamlanan “Yazma Hikâyeleri’nde, bir yazar adayının öncü işaretlerinden başlayarak yazarın yazmayı bir yaşama biçimine dönüştürüşüne kadarki süreçler toplamı yer alır. Usta yazarların yazma deneyleri, işin başlangıcındaki yazma heveslilerinin dikkatine sunularak bir birikimin fark edilmesi istenir. Böylelikle yazma heveslisi yazar adaylarının bilinçli yazarlık durumunu kazanabilmesi için gerekli olan yol azığı ortaya konur. Özellikle yazma deneyini yaşayanların yazıya yaklaşımları yazıyla içli dışlı oluşları gündem konusu yapılarak yazarın ruh evrenini taşıran yolculukların hasılası açığa çıkartılır. Sonuçta da varoluşunu yazmaya hükümlü sayan bir yazın adamının içtenlikli çabası okurun istifadesine sunulur. (...) Yazma Hikâyeleri’ndeki yazıların sıralanışında göz önünde bulundurulan kronolojik yaklaşım, dönemler arasındaki anlayış, kavrayış ve bakış farklılığına dikkat uyandırma amacını taşır. Yazar adayı, birikimini tartma ve yazının gerektirdiği donanıma sahip olma kıvamını yakalar böylelikle.”
Boz’un zikrettiği bu süreçleri, muhtevayı ve işleyişi Yazma Hikayeleri’nde yer alan birkaç yazar üzerinden şöyle örneklendirebiliriz:
D. Mehmet Doğan: “İnsanın hayatı anlamak ve anlatmakla geçer. Aslında anlatım sözlüdür. Yazı yokken de vardır. İnsanoğlu sözlü anlatımın ötesine geçmek, söylediklerini kalıcı hâle getirmek ister. “ diyen Doğan, kalıcılığı cihetinden yazının söze olan üstünlüğüne vurgu yaparak, yazar olma serüvenini Ortaokuldan başlatıp, türler arası kararsızlığının giderilişiyle, yolunun Dergah derisiyle kesişmesinde tamamlar.
Gençliğinden beri “iyi bir gazete okuyucusu” olduğunu söyleyen Doğan, önemsediği yazarlardan Peyami Safa, Ahmet Kabaklı, Ergün Göze ve Tarık Buğra’yı bu suretle keşfetmiş. Sonrasında Ahmet Hamdi Tanpınar’ı tanımış. Necip Fazıl’ı, Abdülhak Şinasi’yi, Cemil Meriç’i ve Kemal Tahir’i de severek okumuş ancak asıl Nurettin Topçu’nun etkisine daha çok açık durmuş.
Günlük şahsi olayların eserlerine pek yansımadığını ancak ülkesinin ve dünyanın gidişatına ilgisiz kalmadığını belirten Doğan, işini eve taşımadığını, en çok da sabahları yazmayı sevdiğini belirtir.
Artık büyük bir sözlüğün, dil ve siyasetteki gerçekleri işlediği birçok kitabın sahibi olarak Doğan, kendi yazarlığı açısından olgunluk yıllarındaki imkanları önemli bulmakla birlikte, bu imkanların aracı haline gelme ihtimaline de vurgu yapar.
Hüseyin Su: Kendi yazarlık serüveniyle ilgili, “Bir yazarın Yazma Hikâyesi, ilk ürünlerini yazmaya başladığı zaman mı başlar? Yazıyı tanıdığında mı, ne yazdığını anladığında mı, yoksa ne yazması gerektiğinin, daha doğrusu yazının ve yazmak eyleminin bilincine vardığında mı başlar?” sorularını öne alan Su, bunların aslında ışıma anlarının bir toplamı olduğunu, hatta kendi yazma hikayesi esasında her ışıma anında ayrı bir yazma hikayesinin başladığını belirtir.
Okuma serüveninin halk hikayeleriyle başladığını söyleyen Su, yazıya dikkatinierken yaşta yönelttiğini, Ortaöğretim yıllarındaki Türkçe ve Edebiyat derslerinde öğrendiklerinden çok yararlandığını; ilk yazı denemesinin de -kimi üzücü sonuçlarına rağmen- bu zamanda gerçekleşiğini ifade ederek, asıl yazma eyleminde, Diriliş ve Edebiyat dergileriyle Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’in eserlerinden çok şey öğrendiğini bildirir.
Yazma eyleminin asıl Nuri Pakdil tarafından Edebiyat dergisine katılma davetiyle başladığını belirten Su, ilk kitabının bu derginin yayınları arasından çıktığını ve 1984 yılında kapanışına kadar da yazılarını yine bu dergide sürdürdüğünü, Hece dergisini çıkardığı 1997 yılına kadar da hiçbir yerde yazı yayımlamadığını; kendi yazı eyleminin, katıldığı ve kendi çıkardığı dergilerdeki müşterek çabasından beslendiğini ifade eder.
Ali Ural: “Bir kurşun kalemle yazdım ilk şiirlerimi; parmaklarımın arasında ileri geri çevirdiğimde bir altıgen oluşturan, her köşesinin derimde bıraktığı sıcaklığı hâlâ hatırladığım bir kurşun kalemle.” başladı diyen Ural’ın, daha İlkokuldayken, öğretmenin, onun parmaklarına bakarak, yazar olacağını söylemesiyle başlayan yazma eylemi, Ortaöğretim dönemindeki ilgili öğretmenlerinin tavsiye ve teşvikleriyle pekişmiş ve yükseköğrenim için gittiği Arabistan’dayken, şiirlerine Cahit Zarifoğlu’ndan gelen beğeniyle sabitlenmiştir.
Ustasını tanımayan ya da inkâr eden kimselerin usta olma imkânlarını tüketeceklerini belirten Ural, bu esasta babasını ilk ustası olarak gösterir ve “Babamdır ustam benim: Kemal Ural! Üç yaşındayken onun daktilosunun tıkırtıları davet etmiştir beni edebiyata. Yavaş yavaş yanına sokulurken, o müthiş ve büyülü soruyu sormuşumdur, ‘Daktilo mu baba!’ O her tekrarlayışımda soruyu aynı cevabı vermiş, ben her cevabı alışımda aynı soruyu sormuşumdur.
-Daktilo mu baba
-Daktilo oğlum!” cümleleriyle bunu güçlü bir şekilde teyit eder.
İhsan Deniz: Sözü hiç dolaştırmadan, “Bir kıza âşık oldum ve yazmaya başladım! Esasen, benim yazma serüvenimin başlangıcı bu kadar net ve yalındır. Yani, hepsi budur!” diyerek özetler yazarlık serüvenini Deniz; gazetecilik, dergicilik ve yayıncılıkla geçen ömrünün hasılası olan yazma eylemi için de yine aynı etkiyi vurgular: “Aşk, beni şiire kışkırtan en büyük güçtü... Hâlâ öyle!”
Cemal Şakar: “Okumayı çok seviyordum. Herhangi bir sebebi yoktu.” diyen Şakar, çizgi romanlardan, tarihî romanlara, ardından edebî hikâyelerden Kemal Tahir’e ulaşan okuma seyrine işaret ederek, yolunun Aylık dergi ile kesişmesiyle birlikte, edebî dilin farkına vardığını söyledikten sonra yazma eylemi konusunda şu tatmine ulaşır:
“Sebepsizce okuyan, sebepsizce öyküye başlayan birisi için daha ne olsun! Ölsem gam yemem. Gözüm arkada kalmaz. Yapacağımı yaptığımı düşünüyorum. (...) Sonrası(na) Allah Kerim...”
Duran Boz, her biri ayrı bir bakışa, sebebe ve yönelişe yaslanan 100 çeşit yazma eylemini, olabilecek en güzel şekliyle derleyip, düzenlemekle yetinmemiş, kitabını yazmayla, eser üretmeyle ilgili esasları da ihtiva eden uzun bir kaynakça ile tahkim etmiş.
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, okurların yazarın yazma anlayışını ve yazma tarzını merak etmeleri kadim bir durumdur ancak, yazı ve yazma konusuna yüklenen özel anlam nedeniyle mezkur soruya cevaplar üretmek modern zamana kalmıştır.
Haliyle Duran Boz’un da konuya modern bir bakış açısıyla yaklaşması normaldir.
Son tahlilde, Yazma Hikâyeleri’ni değerli kılan da aslında budur:
Yüz yazardan kaç tanesi, yazma hikayesinde yazının metafiziğine dokunabilmiştir sorusunun cevabı, Duran Boz’un bu kıymetli çalışmasında bulunmaktadır.
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.