Menu
Elemlerin neşesi: “Yeryüzü Blues”
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Elemlerin neşesi: “Yeryüzü Blues”

Elemlerin neşesi: “Yeryüzü Blues”

Foucault’ya göre, Chateaubriand’ın Atala-Rene ya da Çölde İki Vahşinin Aşkı adlı eseri “...daha baştan, ilk satırdan kitap olmak ister, edebiyatın sürekli mırıltısı düzeyinde sürüp gitmek ister, mutlak kütüphanenin ebediyeti olan şu tozlu ebediyete kendisini hemen taşımak ister.” (Büyük Yabancı, çev.: Savaş Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul 2015)

Mimariden resme... en geniş anlamıyla esere mahsus her başlangıcın, “...niyetli bir anlam üretiminin ilk adımı...” olma yorumunda (Edward W. Said, Başlangıçlar – Niyet ve Yöntem, çev.: Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, İstanbul 2009), anlamın dilsel mimarisini kurma iddiasındaki edebiyat eserleri kendiliğinden ilk sıraya oturur.

Kadir Daniş de, gerek dördüncü romanını Yeryüzü Blues olarak isimlendirirken (Ketebe Yayınları, İstanbul 2020), gerekse onu zulüm, merhamet ve hissiyattan oluşan bir teslise denk düşen üç epigrafla başlatırken, yukarıda zikrettiğimiz üzere kütüphanenin yoluna düşmeye başlamanın hükmüne tabi olmuş gibidir.

Öte yandan, üç epigrafın ilk ikisinin İncil ve Kur’an’dan seçilmiş olmasıyla, evrensellik ve blues / hüzün / acı / elem kelimesi üzerinden bir genellik iddiası, içkinleştirildiği oranda aşkınlaştırılarak, henüz esere dönüşmemişse de eser olmaya-durmuş bir niyetin edebiyat mırıltısına dahil edilmiştir.

Nitekim, romanın “başlangıçta yalnız ben vardım ve ben meryemle birlikteydim.  başlangıçta bir tek meryemle ben, meryemin sıcak koynuyla benim uykulu çocuk nefeslerim vardı. meryem bana kase kase sevgiler, şefkatler, merhametler, annelikler, babalıklar sunardı. ellerime ibrik ibrik baş okşamalar, öpücükler, uzun uzun koklamalar, kucaklamalar ve müşfik gözyaşları dökerdi” şeklindeki ilk paragrafı ile “başlangıçta ben vardım, anneciğim, babacığımla dedeciğim vardı ve ben anneciğim, babacığım, dedeciğimle birlikteydim.” şeklindeki üçüncü paragrafı, mezkur içkinliğin, aşkınlığın; genelliğin, öznelliğin ve edebiyat mırıltısının medlulü gibidir. Zira, içkindir: yeryüzünün dünyasallığıyla, orada var olanın varlığından seküler bir pay alır; aşkındır: Yuhanna’nın ilk beş ayetindeki Mesiyanik içeriği ve söylemi imgesel ve simgesel anıştırmalar yoluyla tekrarlayarak, bunun ilk kaynağı olan şiddet ile, ilk hasılası olan eleme henüz tüm boyutlarıyla görünmeyen bir merdiven dayar; edebiyat mırıltısıdır: eser ol-maya-durmuş bir niyet için, henüz manayı değil ama, bir mananın lafzını emanet almakla işe başlar.

Daniş’in epigraflar üzerinden içkinlik - aşkınlık ve edebiyat mırıltısı şeklinde kurduğu yapıyı, -bunların karşılıklı işlevlerini, birbirlerini açma ya da birbirlerinin üstüne kapanma durumlarını henüz tam bilmiyor olsak da- iki cihetle heyecan verici bulabiliriz: a)okur olarak bizlere içkinliğin ve aşkınlığın ikisinin birden içinden geçebilecek bir romanı müjdelemesi, b)edebiyat mırıltısını felsefenin çalgısında dil ve tefekkür olarak çifte bir tahkim edişle dökebileceğini ima etmesi.

Bunları anlamanın ve açığa çıkarmanın yolu eserden geçtiğine göre, önce Daniş’in zulüm, merhamet ve hissiyat teslisine göre yaptığı kurguyu, kimi mahzurlarına rağmen kronolojik bir zamana ve gündelik mekana da indirgeyerek, roman kişilerini (sosyal rolleri itibariyle, romanın anlatıcısı / yazarı olması bakımından [s. 202] çocuğa göre konumlandırıp), ilgilisi oldukları olayların seyrine ve ilişkilerinin düzeylerine ana hatlarıyla bakmamız gerekir:  

1.

Romandaki çekirdek ailenin babasının adı Nejat’tır.

Nejat, 1994’deki ekonomik krizde iflas ettiğinde (s. 12) otuz yedi yaşında olduğuna göre, 1957 doğumludur (s. 52). İflas etmesi nedeniyle, ailesini Fatih’teki evden, Gaziosmanpaşa’daki, serin, duvarları rutubetli, yeşil karanlığı ve yeşil rüyalarıyla yuvarlak bir bodrum katında taşımıştır (s. 33).

Mahiyetini bilmediğimiz işindeyken, Cağaloğlu’ndaki yazıhanede, Laleli ve Kapalıçarşı’daki dükkanlarda ömür törpülediği (s. 48) bildirilen babanın, iflas sonrası yeni işi, bir terlik atölyesinde fırın başında (s. 99) terlik tabanlarına sıcak bali ve solüksiyon sürmektir (s. 48, 98, 101). Aslında, memleketin ilk darülfünun mezun olan dedesi Yahya Kemal’in arkadaşıdır ve kendisi de doktora mezunudur (s. 51, 99).

Doktorasının konusunu ve neden akademide çalışmadığını da bilmediğimiz baba, elifi görse mertek sanacak Bitlis Kürtlerinin arasında çalışmakta (s. 51), sabah güneş doğmadan beli ağrıyarak kalkıp, gece yarıları üstü başı kurum ve pislik içinde eve dönmekte, ilgisini çekmek için koltuğun arkasından fırlayan çocuğuna (s.13) mecalsizce gülümseyip, sofrada uyuklamaktadır (s. 33, 43, 98, 101).

İflasının üzüntüsü (s. 49) ve sevmediği yeni işinin zorluğu nedeniyle, ailesine karşı zulmü de gittikçe artan baba, çocuğa göre aslında çekingen denilebilecek biridir; iki andan birinde güler yüzlüdür, diğerinde öfke nöbeti geçirir, at gibi solur, pantokrator isa gibi (s. 22, 138) somurtur, küfreder, saldırır, pişman olur, utanır. Çocuk bu ikinci anı daha baskın olarak öne çıkararak babasını filmlerdeki kötü adamlara benzetir, bazen de çakılan bir kibrit gibi parlayıveren, bu yüzden kendisine yaklaşırken közler üstüne konmuş incecik bir tahta parçasında yürür gibi dikkatli ve ağzına kadar dolu bir kase asidi dökmeden taşımaya çalışır gibi tedirgin olunması gereken biri olarak anlatır (s. 13) O, azap melekleri gibi hançerli, kırbaçlıdır, eve gelince eliyle ve diliyle çocuğunu, karısını ve felçli kayınpederini döver (s. 33-34; 46).

Çocuk, babasının yetişme şartlarıyla şu bilgi içinde verir, “babaannem bir zamanlar kasap kasap gezip kedilerimize vereceğiz diyerek kemik, deri ve esnaf hayvan severse biraz da kuyruk yağı toplar, börekçileri dolaşıp kuşlarımıza atacağız diyerek kırıntıları ister ve gözlerini malta çarşısının, haydarın ve kadınpazarının arnavutkaldırımlarından ayırmayıp dudaklarını ısırarak eve döner ve yeni doğmuş yavru kuşlar gibi kursaklarını açmış bekleyen çocuklarına sofra düzermiş. (s. 36)” Buna göre zor şartlarda yetişip, çalışarak ortalama bir refah seviyesine eriştiğine hükmedebileceğimiz babanın, hayatının yeni ve zor şartlarına tahammülde zorlandığını, içinde zaten var olan bir gerili daha da artırdığını ve bunu s. 46, 51 ve 102’deki pişmanlık beyanlarına göre ailesine yansıtmaktan kendisi alıkoyamadığını ileri sürebiliriz.

Görünürde ise evde niza çıkarmamak için karısından istediği şey, şu ifadelerine göre çok basittir: “bok kokan babanı evden mi attım. her akşam geldiğimde bağırıyorum, çünkü beni çıldırtıyorsunuz. geleceğim saati biliyorsun, ben gelmeden önce on beş dakika evi havalandırsan ölür müsün be kadın. uyuz oluyorum hepinize, tek istediğim huzur içinde sobanın karşısında oturup bok kokmayan bir sofrada kuru fasulye pilavımı yiyip radyo dinlemek ve sonra da çocuğumun başını okşayıp yatıp zıbarmak. (s. 49, 105).”

Gerçekte ise, iflasına ve sevmediği işine eklenen, hatta bu ikisini de belirleyen köklü iki sorun daha vardır: karısı Hümeyra tarafından sevilmediğine inanması (s. 68-70, 79, 102) ve sevgi açlığını yasak aşkla (s. 67-68, 72) gidermeye çalışması.  

2.

İflas yılı itibariyle 32 yaşında olduğuna göre 1962 doğumlu olan anne Hümeyra, Nejat’la 1988 yılında, 26 yaşında iken evlenmiştir. 1974 Kıbrıs çıkarmasında Balıkesir’de, babasının başını alıp gitmesiyle (s. 50) annesi ve ablasıyla beraber büyük bir yoksulluğa düştüğünde 12 yaşındadır (s. 50, 57) ve o yılda kötü yola düşmüş olan ablası tarafından 14 yıl boyunca satılma korkusuyla yaşayarak, Nejat’ın evlilik teklifine pazarlık etmek suretiyle razı olup, deyim yerindeyse, hayatı heba olmak üzereyken direkten bile değil, yataktan dönmüştür.

Kocasıyla pazarlık etmesinin nedeni, halinin hem kendisi hem de onun tarafından çok iyi biliniyor olmasındandır. Gördüklerinde erkekleri afallatacak kadar güzel olan Hümeyra (s. 93, 181) sınıfını, içinden çıkarıldığı şartların kötülüğünü (s. 47-48, 50), pazarlığının aynı zamanda kocasının onu değiştirme baskısıyla (s. 47-51) zulme dönüştüğünü, yeni hayatına adapte olmakta zorluk çektiğini şu kelimelerle anlatmaktadır:

“ben yaralıyım, ben kırgınım, ben bozuğum, ben yarımım, ben eksiğim, bir şeyler güdük bende, benden sana karı olmaz, eğlenelim geç git, benim ablam böyle babam böyle, memlekette adımız bu diye bir bir anlatmadım mı. sana bu topraklarda iki ülkenin vatandaşı vardır, biri istanbullular diğeri türkiyeliler (...) demedim mi. sen benim dizlerime kapanıp hümeyra hümeyra, sensiz yapamam diye ağladın. (...) sende eksik ne varsa ben tamamlayacağım demedin mi. bende sana kandım işte. ablamın yoksulluk krizlerinden, beni pazarlamaya çalıştığı adamlardan sana kaçtım. şimdi bunu mu suratıma vuruyorsun. (...) Hümeyra olduğumu unutayım dedim (...) yarım akıllı annem çarşıda senin kızın kahpe denince hepten çıldırmamış gibi, şişhanede senin gibi beyefendilere sekreter olduğumda kıçımı elletmediğim için kovulmamışım gibi (...) normal bir insanmışım gibi yapayım dedim. (...) beni olduğum gibi kabul edeceğini söylemene rağmen etmedin. börülce salatası yaptım yemedin, başıma tülbent taktım kızdın, sokakta ardından yürüdüm, hayır koluma gir ve yere bakmadan yürü dedin, bu permayı, o briç masalarını, kendim kazandığım paraları, süt vermediğim memelerimi, tuttuğum bakıcıyı ben kendim mi akıl ettim. hamile kaldığımda ümmüsübyan muskası taktım diye dalga geçmedin mi. çocuğa süt vermedin diyorsun, süt kesici ilacı kendi elinle alıp gelmedin mi. çocuğu bakıcısına bıraktın diyorsun, loğusalığımın otuz dokuzuncu günü o kadını eve sen kendin getirmedin mi. (...) beni başka birisi yapmaya çalıştın, yok yapma mı dedim (s. 62-63).

ikinci sorun ise: yukarıda zikrettiğimiz nedenlere bağlı olarak Nejat’ın Hümeyra’dan bulamadığına hükmettiği sevgiyi (ve nefreti s. 23, 49, 67) başka bir kadınla telafi etmeye çalışması ve daha da önemlisi Hümeyra’nın bunu biliyor olmasıdır.

Böylece, romandaki zulmün ikinci ayağı da inşa edilmiş olur ve bu zülüm çifte katlanmış olarak çocuğa döner.

Zira, babanın Galata’da muhasebecilik yapan, üstelik kendisinin yarısı kadar bile güzel olmayan Serpil’le olan yasak aşkını (s. 63-64) sürekli sorgulayan anne, çocuğu babasız kalmasın diye sesini çıkarmasa da kıskançlığının, onurunun kırılmasının acısını (s. 33) bulduğu her fırsatta kocasından ve çocuğundan çıkartır.

Nitekim, kocasına değilse de, çocuğuna zulmünde tıpkı kocası gibi pişmanlık duyar (s. 46), Serpil’in s. 74’te bileklerini keserek, s. 75’te ise kendini vurarak intihar ettiğini öğrendikten ve kocasının asıl kendisi tarafından sevilmediği vehmiyle kahrolduğunu (s. 68, 79) öğrendikten sonra hem kocasına hem de çocuğuna olan zulmünü peyderpey azaltırken, çocuğu kocasının zulmüne karşı da korumakla kalmayıp, çocuğa zulmetmemesi konusunda onu tehdit ederek (s. 145) aileyi huzurlu bir ortama taşımak için büyük bir çaba göstermiştir (s. 93-94, 115-116, 140, 180).

3.

Babanın anneyi suçlamasında önemli bir özne haline gelen Meryem, yukarıda da zikredildiği gibi, onun loğusalığının otuz dokuzuncu günü bakıcı olarak (s. 63, 129) aileye dahil olmuştur.

İzmirlidir (s. 122, 130). On beş yaşında amcasının tecavüzüne uğrayarak hamile kalmış, kürtaj olmuş, babası tarafından evden kovulmuş, temizlikçilik, çaycılık yaparak kız meslek lisesini bitirip, üniversiteyi kazanarak İstanbul’a gelmiş. hangi fakültede okuduğunu bilmediğimiz ama okurken ebelik stajı aldığını bildiğimiz rahimsiz, yani çocuk doğurmaktan mahrum olan Meryem, çocuğa derin bir merhamet ve sevgiyle bağlanmıştır (s. 128-129). Öyle ki, çocuğun anneliğini kendisinin hak ettiğini düşünmenin de ötesinde (s. 14-15, 81, 131-132), kırk yaşında olduğu halde, susturmak için çocuğun ağzına göğsünü verdiğinde, sicim sicim süt geldiğine (s. 131) ve dolayısıyla onun hem anası hem de babası olduğuna (s. 131 – 132, 134) hem kendisini hem de çocuğu inandırmıştır (s. 12, 15, 115-116)

Zaten, yaşadığı elim hadise nedeniyle ruhsal bir çöküntüye uğramış olan Meryem, çok duygulu, sulu göz (s. 14-15) his dünyası arabesk ( s. 23) bir kadındır. Dudaklarını titreterek yaptığı acı vurgusu bol dualarla kendisini sağaltmaya, çocuğu da yine bunlarla teselli etmeye, dini yönden de eğitmeye çalışmaktadır (s. 15, 23, 35, 84, 85). 

Beş seneden fazla (s. 121) süren bakıcılığı, babanın iflasıyla birlikte son bulunca, Meryem İzmir’e annesinin yanına dönmüş, kendisinde beş yaş büyük, biri kız biri oğlan iki çocuklu eşini trafik kazasında kaybetmiş Ekrem beyle evlenmiştir. Artık maddi imkanları ve saadeti yerli yerindedir, ihtiyar annesini de yanına almıştır (s. 122). 

Evden ayrılışından bir yıl sonra, bir gün pat diye çıkagelen Meryem, aileden en azından ekonomik durumları düzelinceye kadar, daha iyi şartlarda okutulmak, yetiştirilmek üzere çocuğu kendilerine vermelerini isteyince, temelli değil emaneten alma, yaz tatillerinde eve getirme vaatlerine bile bakılmaksızın, annenin büyük tepkisiyle karşılaşır ve baba tarafından tokatlanarak kapı dışarı edilir (s. 121 – 134, 137).

Yukarıda zikrettiğimiz ve ilgili kısımda daha da genişçe üzerinde duracağımız gibi, çocukta başlı başına bir merhamet ve sevgisiz saplantısı oluşturan Meryem, sadece s. 195’te dede ilgili bir durumda adı zikredilecek şekilde, 139. sayfadan itibaren romandan da kovulur.

Meryem’in kabul görmeyen talebi, aile ilişkilerinde başlayan düzelme belirtilerinin, daha olumlu bir sonuca evrilmesine neden olur. Anne ve baba, Meryem’in uyardığı suçlulukla, pişmanlıklarını, özürlerini birlikte beyan ederek, evlatlarını gerçekten sahiplenme hususunda birleşirler (s. 102).

4.

Romandaki ikinci mazlum olan dede de bu olumlu gelişmeden nasibini alır.

Gaziosmanpaşa’ya taşınıldığına aileye dahil olan dede, Balıkesir’in Kabaklı köyünden, hökelekli, oburluğuyla ve çapkınlığıyla maruf bir adamdır. Felç geçirip, ardından ördek çekilecek duruma geldiğinde küçük kızına sığınmış, onun azarlamalarına, kemerle dövmelerine razı olarak, kendisini onun ellerine teslim etmiştir (s. 41).

Konuşamadığı halde gözleriyle, zaman zaman da ağlayarak üzüntüsünü belli ederek, kendisini sevdiği konusunda çocuğa da inandıran dede, sağlıklı zamanında ona yaptığı, “otuz yaşında ölmezsen otuz bir yaşında kendini öldür.” şeklindeki telkiniyle de çocuğun gündeminde önemli bir yer işgal eder (s. 41, 42, 44, 85, 103, 115, 126, 196). 

Dede, ailesini ihmal etmiş (s. 63); o, 1974 Kıbrıs çıkarmasında Trabzon’da Sovyetler’den kaçan kadınlarla gönül eğlendirirken (s. 50), Balıkesir’deki karısıyla ve iki kızını açlığa mahkum etmiştir. Büyük kızı Nilüfer’in aileyi geçindirmek için kendisini satmasına sebep olmuş, o da babasının maaş cüzdanını kardeşi Hümeyra’dan almaya geldiğinde bile, bu talebinin babasına olan hıncından kaynaklandığını söylemekten geri durmamıştır (s. 159).

Ailesince hiç affedilmeyen, 1998’de (s. 190) yetmiş dört yaşında ölmesiyle, sadece çocuğu üzebilen dede, Edirnekapı mezarlığına defnedilmiş (s. 195), bu olayla çocuk Meryem’den sonraki tek sırdaşını, kendi dertlerini, hayata dair tefsirlerini anlatabildiği tek arkadaşını da kaybetmiştir.  

Yukarıdan beri isimlerini zikredip, ana hatlarıyla hikayelerini anlattığımız kişilerle, hayatları bir şimşek çakımının hızıyla onların hayatlarına değen Yahya amca (s. 36), Ali abi (s. 37-38), Cemal ve Kadir amca (s. 37), Furkan (s. 38), Taci, Tilki Selim (s. 48), Nazik abi (s. 49), Murat (S. 51, 61), Fatih, Suat (s. 61), Mert (s. 83), Malik (s. 165), Müdür, Ercüment (s. 181, 182), İlayda’nın annesi ve Öğretmen Hanım (s. 167-169, 170)... adı Mustafa Cem (s. 12) olan anne, baba ve asıl çocuk-anlatıcı tarafından konu edilmektedir.

5.

Çocuk-anlatıcı, hemen her yaş seviyesinden, çok küçükken (s. 23, 51, 52), ilkokul (s. 107), lise (s. 98) ve üniversite (s.93) çağındayken, hatta evlenip balayına çıktığı (s. 25), çocuğunun olduğu (s. 35, 53, 146) ve daha ileriki vakitlerden de konuşursa da (s. 37, 85), anlatımın genelinde çocuk dil ve bakışı hakimdir. Delikanlı ya da yetişken haliyle anlatımı ne zaman ve nersinden eline alacağı kolay kestirilemez. Akıllılığı (s. 22, 133-134) iq testiyle teyit edilmiş (s. 47) bir çocuk olması bakımından da zaten hangi düzeyden konuşuyor / anlatıyor olursa olsun, yazarlığı apriori olarak güvece altına alınmış gibidir; cocuk vasfıyla anlatıcılığı uhdesine almış olmakla da, olayların merkezinde hep kendisi yer alır. Yukarıdan beri anlata geldiğimiz kişilerin neden oldukları olaylar ve tutumlar onun üzerinden, onun bakışıyla ve sayesinde başlar, gelişir, biter ya da sürer.

Baba ile annenin, 5 ila 8. bölüm arasında, ikişer kez, “benim gözümden sen ve ben” esasında kendi dillerince ve hallerince, teatral formda bir tür tirat olarak, birbirlerini hem iç hem de dış bir bakışla soymalarından okur olarak onları iki yönden görem / tanıma imkanına kavuşuruz, ancak çocuk söz konusu olduğunda bu imkandan mahrum bırakılırız. Zira, çocuğun söylediği şeyler bir başkası tarafından olumlanmadığı ve olumsuzlanmadığı gibi, doğruluk ya da yanlışlık testine tabi tutulmaları da mümkün değildir. Buna göre anlatıcı çocuk, babasıyla annesine konuşma hakkı vererek bir çok ferdi sırrın tam da romansal düzeyde okura açılmasını sağlarken, kendisi hakkındaki bilgiler tahtında deyim yerindeyse okurunu kendisine tutsak eder.

Çocukla ilgili bahiste ancak bunları belirtmemizin nedeni, yukarıda aile içi sorunları, kavgaları, nefretleri ve dolayısıyla bunların hasılası olarak çocuğa yönelen zulmü belirlerken acele ettiğimizin farkına yeni varmamız; zikrettiğim anlatıcı hakimiyeti bağlamında çocuğun okuru şartlandırma niteliğiyle, aşağıda değineceğim üzere Meryem’in onun üzerindeki olumsuz etkisini baştan beri parantez içine aldığımızı ancak şimdi görebilmemizdir.

Yine de bu sayede, metnin daha 5. sayfasında annesi tarafından dövülüp, babası tarafından korunmasıyla başlayan, ama gerçekte hiçbir korunma garantisi bulunmayan, tersiyle ve  düzüyle bu şekilde devam edegelen çocuğa yönelik zulmün varlığına, farklı bir açıdan tanık oluruz.

Çocuğun “anneciğim bu yaraları sana ben açmadım, babam açtı. baba beni bıçaklama, istemeden doğdum. baba her şeye rağmen beyaz tebessümünü (s. 22) seviyorum. kirpi gibisin anneciğim, yaklaştıkça dikenlerin batıyor. yılan gibisin babacığım, neremi uzatsam dilinle sokuyorsun. anne, baba, dede, gökyüzünden yağan bu kükürt sarısı yağmurdan neden kaçamıyorum, neden bitimsiz bir kabusun toplamıyım, neden çığlıklarım karlı seherlerin boğuk sabah ezanları gibi büyümeden kendi kendini yutuyor” (s. 23, 33-34) vb. söz kalıplarıyla fırsat  buldukça tekrarladığı sızlanışlar ve bu beyanlarla metnin yerleşik teması haline gelen zulüm, aşağıdaki alıntılarda ebeveyn bakışıyla ailedeki genel huzursuzluğun kaçınılmaz bir sonucu olarak sunulur:

-“babam uf yapınca annem gelip oğlum diyordu, annem uf yapınca  babam gelip oğlum diyordu, babam uf yaptıktan sonra... (...) sırıtınca babam yeni alışkanlığına başvuruyor, sigarasının ucuyla sırtımı uf yapıyordu. sırtım uf olurken dedemin felçli bedeni sarsılıyordu. (...) allah belanı versin nejat çocuğun sırtı iz dolu diye ağlamaya başlıyordu, babam anneme aç gözünü aç gözünü diyerek sağ yumruğuyla (...) yediye kadar sayıyor, ondan sonra ağzına ettiğimin geri zekalısı çocuğun her tarafını morluk içinde bırakmışsın şimdi mi aklına geldi oğlun olduğu deyip gülüyordu. (s. 42)”

-“annem gelip benimle dedemi uf yapardı, babam gelip dedemle beni uf yapardı. annem gelip burnunu çekerek affet beni mustafa cem, elimde değil, seni uf yapmadan duramıyorum, her şey allahın suçu, çünkü hala ölmedik, özür dilerim oğluşum, allah babanın belasını versin diyordu. babam gelip kurumlu elleriyle saçlarımı karıştırıyor, bağışla beni mustafa cemim, seni uf yapmamak elimde değil (...) ama her şey allahın suçu (...) allah annenin belasını versin...” (s. 46).

-“bazen babama çakmağıyla sigarasını götürüp yere diz çöküyor, sırtımı açıyordum. işte o zamanlar aşina kıvrım gösteriyordu gül yüzünü, işte o zamanlar bu adam benim babam diyordum can u gönülden inanarak, babam bir utanıyordu ki kıpkırmızı oluyordu, ama ne tepki vereceği pek belli olmuyordu. bazen elinin tersiyle çeneme öyle bir yapıştırıyordu ki... (...) bazen de beni kucağına alıyor ya da yanımda diz çöküp kafama sarılıyor, affet oğlum, affet beni mustafa cem, şerefsizim ben. allah benim belamı versin, insan evladına böyle davranmaz. (...) annen de beni hiç sevmiyor, allah annenin belasını versin sen doğduğundan beri beni hiç sevmiyor, ya da aslında hiç sevmemiştir... diyordu.” (s. 102).

Babasının biten sigarasını çocuğunun sırtında sırtında söndürmesi (s. 45, 80, 87), başta olmak üzere, ebeveynin buldukları her fırsatta kötü muamelede bulunması, hakkında kötü yorumlar yapması nedeniyle çocuk adım adım bir Sadomazoşizm’e ve isteriye yaklaşır (s. 34-35). Öyle ki, acı, kalbin rendelenmesi, uf yapma vb. terimler çocuğun dilini tümüyle işgal ederler. Bunların bir adım ötesinde ise elemlerden neşe üretme menzili yer alır.  

Bunların sonucu olarak çocuğun “nereye adım atsam kötülük saçıyordum. (s. 43)” söyleyişinde somutlaştığı üzere, kendisinden ve ebeveyninden nefret etmesi doğal bir hale gelir; babasına yönelik aslan benzetmeli övgüsü sevgi kipinde bir nefret olarak dışa vururken (s. 80, 101, 105, 106), annesini ejderha (s. 33), canavar (s. 45), sarışın korkunç kadın (s. 80) olarak vasıflandırır. 

Öte yandan, çocuğun maruz kaldığı elemle ilgili duygu, düşünce, kanaat ve yorumlarında, Meryem’in etkisi altında kalmadığını düşünmek romandaki -giderek Mesiyanik karaktere bürünecek olan- önemli bir gerçekliği ıskalamak olur. Meryem daha romanın 5. sayfasında  “...sakın bana anne deme, çünkü dersen akşamları sarı saçları ve üstünde babandan başkalarının ağız ve diş kokusuyla eve gelen o kadın bana kızar ve annen olduğuma inanmaz...” (s.15) diyerek şartlandırır çocuğu.

Meryem’in dilinde adeta bir nakarata dönüşen ve aynıyla çocuğa da bulaşan acı vurgulu duaları (s. 14-15, 23, 35, 81, 84), merhametten bir zarfa dönüşerek, “bir kadının bir çocuğun annesi olması için onu doğurmuş olması gerekmez, çocukla kadının anne oğul olmaya karar vermeleri yeterlidir, sen beni annen olarak görürsen ben de seni oğlum olarak görürüm mustafa cemciğim.” (s.14-15); “bir çocuğun annesi kimdir ki, onu karnında taşıyan mı yoksa ona elleriyle mana yediren, poposunu elleriyle temizleyen, onunla saklambaç oynayan, ona türküler söyleyip masallar anlatan, onu kokusuyla uyutan ve hepsinden önemlisi çocuk anne diye ağladığında koşan mı. yani çocuğun babası kimdir ki dede...” (s. 81) cümlelerindeki karşılıklarıyla onun çocuğu kendisine ya da çocuğun kendisini ona mal etmesinin gerekçesi (s. 132) üretilmiş olur.

Meryem’in çocuk üzerindeki mezkur etkileri, ızdırap veren bir virüsün vücuda yayıldığı gibi yayılır romanda; çocuğun fakirlikle yaşlılıktan tiksinmesinden (s. 35) tutun da, kuru fasulye pilavdan (s. 49, 106) nefret etmesine, ebeveynini öldürme saplantısından (s. 25, 53), otuz yaş öncesinde (s. 44) ve sonrasında (s. 146) intihar etme niyet ve teşebbüsüne kadar (s. 41, 42, 52, 85, 103, 126, 196) uzanır.

Neyse ki, Meryem’in evden kovulmasından ve çocuğun ilkokula başlamasından sona yavaşlayan ebeveyn zulmü, o lisedeyken  daha da azalacak ve giderek sıfırlanacaktır (s. 101, 145). Ancak romanın sonuna kadar varlığını hatırlatmaktan da geri kalmayacaktır.

Çocuk, ilkokulu, sınıf arkadaşı İlayda’ya aşık olmasının dışında (s. 167-171) vukuatsız olarak bitirir. İlyada ile her ikisi de evlendikten sonra yine karşılaşırlar, son kez medenice görüşüp ayrılırlar.

Pertevniyal Lisesi’nden sonra “istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümünü” kazanarak, babasına dört nesil üniversiteli olmanın gururunu yaşatır (s. 93, 95, 98). Annesinin, aile adının irticacıya çıkarılma korkusuyla karşı çıktığı ama babasının ısrarla öğrettiği Osmanlı Türkçesi (s. 186, 189), bilahare kendi çabasıyla öğrendiği Farsça (s. 53) üniversitede ve yeni hayatında işine çok yaramış olmalıdır çocuğun.

Yukarıda vadettiğimiz üzere, romandaki kişileri ilgilisi oldukları olayların seyrine ve ilişkilerinin düzeylerine göre ana hatlarıyla anlattığımıza hümederek, artık romanın girişinde  bulunan zulüm, merhamet ve hissiyattan oluşturulmuş epigraf formundaki teslis ile, a)okur olarak bizlere içkinliğin ve aşkınlığın ikisinin birden içinden geçebilecek bir romanı müjdelemesi, b) edebiyat mırıltısını felsefenin çalgısında dil ve tefekkür olarak çifte bir takdimle iletebileceğini ima etmesi bakımından heyecan verici olarak nitelediğimiz iki hususu da şimdi metindeki düzeyleri ve işlevleri itibariyle rahatça inceleyebiliriz:

Birinci epigraf  ile metinde ona karşılık oluşturan acı –bizim tercih ettiğimiz söyleyişle: elem- vurguları arasındaki ilişki asimetriktir. Çünkü, epigraf tek başına şiddetin göstergesi gibi sunulmuş olup, metinde genelleştirilmek istenilen elem ise hem sadece kendisinin göstereni olarak sınırlandırılmıştır, hem de ferdidir. Dolayısıyla şiddet ve elem, bu manada müşterek bir neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınamazlar.

Zira İncil’e esas Tevrat’a ve Kur’an’a göre güç, kuvvet ve enerji ile negativitenin karşılığı olarak şiddet, tekvinidir; yaratış içsel ya da dışsal bir müdahaleyi içkindir; gerek belirli bir bütünün gerekse belirli bir parçanın yaratılması, bir kütlenin (ki yokluk da bir kütledir) veya bir bütünün aslından çıkartılmasını, yarılıp alınmasını, içinde oluşturup dışına itilmesini ya da bu ve diğer ilgili fiillerin ardışık olarak meydana gelmesini gerektirir. Tekvini olan şiddetten varlığın payı ise zulüm ve infialidir ki, kimi nüanslarına rağmen Yahudi, Hristiyan ve İslam kelamına göre de, Allah her ikisinden münezzehtir.

Dolayısıyla dostluk, düşmanlık, hukuksuzluk, zulüm vb. terimlerle toplumsallaştırılan şey tekvini plandaki şiddet değildir. Şiddetin toplumsallığı dediğimiz şey modern algıya mahsus olup, şiddetin her inanışa göre değişen anlamlar yüklenerek çeşitlenmesine tabidir. Byung-Chul Han’ın terimleriyle şiddetin metafiziği, topolojisi, makro ve mikro fiziği vb. önce kelamda, bilahare felsefede, tarihte, sosyolojide, psikolojide ve siyaset biliminde bir karşılığa erişerek, bugünkü seküler anlamını kazanmıştır.

Nitekim, Arapça elem kelimesinin İbranice’si olan etsev kelimesinin müşterek bir isim olduğunu belirten İbn Meymun, muhtelif ayetlerdeki çocuk doğurtmakla verilen acıyla, Tanrı’nın ya da insanın kızdırılmasını, isyana karşı duyulan öfkeyi ifade eden anlamlarını zikrederek, onun asıl Tanrı ile bağlantılı olarak kullanılışını şöyle dile getirmiştir:

“Söz konusu anlamın ikinci ve üçüncü manası hasebiyle Tevrat’ta ‘Tanrı kalbinde acı duydu (etsev)’ denilmektedir. Etsev kelimesinin ikinci manası dikkate alındığında bu pasajın tevili ‘Tanrı onların yaptığı kötü fiilleri hasebiyle onlara kızdı’ şeklindedir.” (Delaletu’l-Hairin, çev.: Osman Bayder – Özcan Akdağ, Kimlik Yayınları, Kayseri 2019).

İbn Meymun’un zikrettiğimiz bağlamda gerçekleşen anlam değişmesine işaret eden bu tefsirine yaslanarak, tekvini şiddet ile varlığın müdrik ve muktedir olduğu elemin asliyetleri itibariyle asimetrik olduğunu söyledik. Çünkü, şiddet kün / ol sözüne dahil iken, elem kulun fiiline tabidir. Kendisinin yaratımı olarak kulun fiili, zulüm ürettiği takdirde, kul Allah’ın gazabına / cezalandırmasına açık hale gelir. dolayısıyla şiddet ve elemenin nedeni olan zulüm esasında bir mütekabiliyet ya da simetri söz konusu değildir.

Kur’an ayeti olan ikinci epigraf ise, doğrudan Meryem’in zihnindeki  hurma ağacı imgesine bağlanır (s. 129). Bağlanışta bir sorun yoktur, sorun bu imgeye gelinceye kadar bakıcı Meryem’in çocuğa ve kendisine yüklediği İsevî ve Meryemî roldür. Buna göre Meryem Kördür, çocuk onu gözlerini açandır; o cüzzamlıdır, çocuk cüzzam hastalarını tükürüğüyle iyileştiren İsa’dır. Yine, Meryem ibadet ve gıda maksadına uygun olamayacak kirlikte bir sudur, çocuk onu bir dokunuşla ayinlerde kullanılabilecek mis kokulu kutsal şaraba dönüştürmüştür. Yukarıda değindiğimiz süt mucizesi  ise başka bir saplantı olarak ondaki hükmünü yürütmektedir (s. 131). Bunlara ebeveynini kötüleyerek çocuğu kendisine ya da çocuğun kendisini ona mal etmesini de eklersek, bakıcı Meryem ilk bakışta melek olarak nitelenebilirmiş gibi görünmesine rağmen, gerçekte romanın şeytanı haline gelmektedir. Özellikle, evliyadan İbrahim Ethem’e nispet edilen Belh’in köpekleri menkıbesiyle, çocuğun ebeveynine yönelttiği hakaretle (s.134) ve şeytanın kovulmuşluk sıfatını telmihen, Meryem’in evden kapı dışarı edilmesiyle (137) daha canlı hale gelen bu imge, kast etiğimiz manada ve mezkur epigraf esasında ciddi bir soruna dönüşür.

Bu sorunu pekiştirdikleri kadar, müstakil varlıklarıyla kendileri de ayıca bir soruna dönüşen başka imgeler de vardır:

1-Çocuğun, Meryem’in elem vurgulu dualarının ve televizyonun da etkisiyle İsa’yı Tanrı olarak görmesi (s. 83-85);

2-Çocukta, balayında iken İtalya’da Pieata heykelini gördüğünde annesiyle babasının evlilik günü fotoğrafı (s. 21) yanılsamasının oluşması ve onun Stendhal Sendromu’na kapılarak bayılması (s. 25);

3-Tuva’nın Gaziosmanpaşa’da taşınılan apartmana ad olarak verilmesi; böylece Hz. Musa ile ilgili “bir ışık” görme, yanan çalı, nalınlarını / çarıklarını çıkartarak girme imgelerini de içeren mukaddes Tuva kıssanın (Tevrat, Çıkış, 3:5; Kur’an, Ta ha, 20:12; Naziat, 79:6), bodrum kattaki pis, havasız, sineklikli penceren sızan ışık huzmeleriyle denkleştirilmesi (s. 30, 45, 96, 104, 105, 106) ve dolayısıyla, varlığı hayra yorulamayacak bir anakronizmin yaratılması,

4-Aynı anakronizme Tuva ile ses benzeşmesi üzerinden, Kur’ani bir kelime olan Tuba’nın (s. 29) ve cennetin de dahil edilmesi (s. 45);

5-A’raf suresinin 179. ayetinde genele şamil olan bir ifadenin, “varken görmeyen göz, duymayan kulak, tutmayan... el (s. 67)” şeklinde şahsi, bir özneye mahsus suçlama niteliğiyle kullanılması;

6-Romanın ilk ve üçüncü paragrafıyla aynı anlamsal kategoride yer alan, romanın son paragrafındaki “bu kitabı altı günde yazdım (...) yedinci gün biraz dinlenmek istiyorum” kaydının (s. 202), kabarcıklı çirkef, serin hoşaf, zift, kaynar katran, çiçek-diken, kül, köz, kor... gibi kelime ve terkiplerle Mesiyanik dilin seküler dil ile tahrip edilmesi;

6-Aynı şekilde cennet ve huri imgelerinin, “ışık huzmelerinin... yaşlıların da  ömürlük günahlarının kefaretini ödemek zorunda kalmadan altını temizletebileceği hurileri bulacağımız cennete götürecek büyülü halatlar gibi uzandığı... (s. 45)” mülahazasıyla aynı bakış ve mantık eşliğinde sekülerizme kurban edilmesi.

Yazarın bunlarla ne türden bir teolojizm yaptığı, bizi birinci derecede ilgilendirmiyor; bunun bizi ilgilen ilk yanı, teolojizm esaslı bir negativitenin ya da teolojik dilin sırtından yapılan seküler indirgemelerin, romansal kurgu ve gerçeklik açısından düzeyini tayin edebilmektir. Bu bağlamda muhtemeldir ki, kimi işgüzarlarca yazara karşı yöneltilebilecek olan dini değerlere saygısızlık vb. suçlamalar da, yazarın bunlara karşı kendini şuurlu olarak -ki, her yazar apriori olarak şuurlu sayıldığından, onlara şuursuzluk isnat  edilemez- açıkta tutması bakımından, yine sadece onun sorunudur.

Bu cihetle, salt romanda bize verilen malzeme eşliğinde kurgu ve gerçeklik düzeylerini belirlemeye çalıştığımız iki başlıktan a)zulmün, tersinden yapılan bir teolojizmle, seküler gündelik dil içinde bağlamından tümüyle koparıldığını; b)merhamet konusunda ise çok açık bir şekilde nur topu gibi bir marazın başarıyla doğurtulduğunu görebiliyoruz.

Şeyh Galib’in bir beyti olan üçüncü epigraf ise, hissiyat kelimesiyle karşıladığımız ama asıl zemini edebiyat olan bir atıftır.

İlgili kelimelerle, elem ve çilenin sembolleştirildiği bu söyleyişi, çocuğun “duygularımı saklamayı böyle öğrendim. ne hissediyorsam tersini söylemeyi böyle öğrendim. rüzgar gülü gibi dönmeyi böyle öğrendim. içim ağlarken gülmeyi, neşeliyken somurtmayı, mahzunken sırıtmayı böyle öğrendim. iki kere ikinin dört etmediğini, insanların doğru söylediklerini sanırken yalan söyleyebildiklerini, şimdi tutkuyla ve samimiyetle aşık olanların az sonra sevdiklerini sırtından hançerleyebileceklerini böyle öğrendim. (s. 42)” söyleyişiyle, Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat’indeki (Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, İstanbul 2000) benzer söyleme bağlanmakta ve bu bağlanma asıl kaynağı gösterilmediği için dolayımlanmış olarak yazarın kendi zemini olan edebiyatı etik ve estetik düzeyde sorunlu hale getirmektedir.

Öte yandan, Necip Fazıl’ın incir ağacından mülhem kiraz ağacı (s. 38), Oğuz Atay etkili kimi söyleyişler (s. 199), Ahmet Mithat Efendi tarzı olarak bilinen, yazarla okur arasındaki optimal mesafenin yer yer ihlal edilmesi de yine ilk ikisinde olduğu gibi üçüncü epigrafı da, hangi espri vesilesiyle patlayacağı belli olmayan zeka gösterisine dönüştürmektedir.

İşin daha da ilginci kitabi ve kelami ilgilerin oldukça yoğun olduğu ancak ne içkinlik ne de aşkınlık esasında sağlam bir çerçeveye oturtulmadığı romanda, zaman unsuru da -sadece olayların ve tahkiyenin tarihlendirilmesine indirgendiği için- kendi hakkını almaktan mahrum kalmıştır. İyi romanlarda zamanın başlı başına bir şahsiyet olduğu malumdur.  

Mekan da bu bağlamda zamanla aynı kaderi paylaşır. Nitekim “...sonra televizyon da alacaktık, sonra sonra kirayı rahat ödemeye başlayacak, hatta oturduğumuz evi satın alacaktık, hatta ve hatta balkonlu, güneş alan, ama yine artık ne hikmetse alıştığımız için ayrılamadığımız gaziosmanpaşada güzel, doğru düzgün daha sonra sonra onu da satın alacağımız bir eve çıkıp bu bodrum katı kiraya verecek, ancak yıllar sonra, ben lise sondayken, doğru düzgün ve güzel evimizin bulunduğu üç katlı bina daha büyük, çok daha fazla katlı ve tırnak içinde modern bir apartman yapılıp da üç dairesi bize verilmek üzere yıkıldığında geçici olarak buraya, tuva apartmanının bodrum katına geri dönecektik. (s. 100-101)” şeklindeki kayıt, mekanın değil, belli bir zamanla mukayyet olmayan kimi fiillerin kaydından ibarettir.

‘90’lı yıllarda uygulaması henüz yaygınlaşmadığı için posta kodları belirtilmeyen açık adreslerin varlığı da yine hiçbir değer ifade etmez.

Sanat ve mimarisiyle ünlü olan İtal’ya sıradan bir pietanın varlığında eritilirken, Siyavuşpaşa Çeşmesi, Süleymaniye haziresi de silik birer karikatür etkisiyle romanda yer bulur.

Kırıldığında zaten küçük küçük olma özelliğindeki cam ile özü itibariyle paslanan değil kararan gümüş vb. nesneler de paylarını alırlar yazarın mezkur ilgisizliğinden. 

Es geçilen ayrıntılarsa, zikrettiğimiz eksiliklere tuz-biber olur. Mahremiyetin ve bilinç altı kirlerinin sanatsal ifşası olması bakımından zaten şeytani bir mahiyet taşıyan romanın, bu kendi negatif hakikatinin zorunlu kıldığı ayrıntılardan yoksunlaştırılması, şeytanın yanlış yerde istihdam edilmesi anlamına gelir, zira roman ayrıntıdır ve şeytan ayrıntıda gizlidir.

Romanda ise örneğin, Fatih’te mukim Nejat ile Zeytinburnu’ndaki  karanlık çatı katında mukim, Balıkesir’in kabaklı köyünden  Hümeyra’nın, hangi vesileyle tanışarak evlendikleri; Hümeyra’nın ailesinin köyden Balıkesir’e, oradan İstanbul’a  neden, nasıl ve ne zaman taşındıkları, Üzeyir dedeyi felç olmaya götüren sebepler, hastalanınca Hümeyra’ya nasıl ulaşabildiği; doktora sahibi Nejat’ın en azından iflas ettikten sonra neden diplomasına / akademik kariyerine uygun bir işte çalışmadığı; müderris bir ailenin, hemen bir kuşak sonra nasıl olup da yoksulluğa düşüverdiği... vb. bir çok husus romanda belirsiz ya da kısmen uçları açık şeyler halinde bırakılmıştır.

Yine, “doksan dört senesinde, istanbul gaziosmanpaşada, henüz aşık olup sol koluna faça atmadan, rakının tadını bilmeden, farsça öğrenmeden, evladı ölmeden, anasıyla babasını öldürüp biriktirdiği ne varsa yakmadan...” şeklinde, birkaç farklı kelimeyle bir çok kez tekrarlanan hususların da, eleştirinin diliyle söyleyecek olursak okura verilen merak rüşvetinden başka bir şey olmadığı açıktır.

Yazarın, mukaddes Tuva’yı sarakaya alırken, bu bulgusundan duyduğu neşeyle kendisinden geçerek, ayakkabı içine pabuç giydirmesi (s. 30) de zikredilmeye değer bir husustur: “babam mustafa cem diye bağırdı (...) ayakkabılarını çıkar dedi, çünkü burası yeni evimiz, içine pabuçla basma.”

Kaldı ki yazarın, final paragrafında hikayesinin bitmediğini ve anlatacağı daha çok şey bulunduğunu bildirmesi, -yukarıdan beri yapa geldiğimiz sayfa atıflarının çokluğundan da anlaşılacağı üzere- tekrarları eksiltildiğinde neredeyse hacmi mevcut sayfa sayısının yarısına inebilecekmiş gibi görünen bu metinin, dil ekonomisi / edebiyatın dispozitifi bakımından iyi örgütlendirilmediğine, bilakis dilsel bir enflasyonun / neden mizahla tahkim edilmiş bir zeka örtüsü içinde bilinerek ve istenerek hormonlandığına bir işarettir.

Oysa ki Kadir Daniş’in, en iyi örneklerini Dostoyesksi’den gördüğümüz, “insanı pür insanlık haliyle apansız yakalama ve onu zamanla yüklendiği kendi brütünden, sahte rollerinden, maskelerinden soyarak çırılçıplak bırakma maharetine sahip olduğu da metinden açıkça görülebiliyor.

Örneğin, çocuğun evlilik günü fotoğrafını yorumlayışı: “...cennetlerinden düşüşlerinde annem onu çöpe atmış...  fatih evlendirme dairesinin önü. (...) Babamın lacivert smokini ve papyonu (...)  annemin... bol dantelli... gelinliği, telli duvağı... klasik cadillacımıza doğru yürüyor. babam annemi kucağına almış, üç aylık zevk ü sefa, kırk senelik kahr u ızdıraba doğru yürüyor. (s.21)”; “babam ananemi aynı o fotoğraftaki gibi kucaklamıştı, arada ufak tefek farklar vardı tabii, mesela bu sefer annemin olağanüstü kırmızılıktaki ruju bütün yüzüne yayılıyordu, çiçek tutması gereken eli yere sarkıyordu, bir bacağını nazla havaya kaldırmamıştı, ölü bacaklarıydı bacakları.” (s.24)

“annemle babamı öldürmeden kısa bir süre önce karımla balayına gittiğimiz italyada bu cehennem nüksetti. karımla pieta heykelini gördük, hazreti isa anası bakire meryemin kucağında aynı böyle yatıyordu, rolleri tam tersiydi tabii, ama aynı bu defadaki gibi hiç kimse görmüyordu ve kimse bir ölünün başka bir ölüyü taşımasını garipsemiyordu. karımla pieta heykelini ziyaret ettik, heykele yaklaştık, hazreti meryemin kaşlarının arasında aşina kıvrımı gördüm ve başımdan aşağı öyle cayır cayır, öyle kaynar sular döküldü ki dizlerimin bağı koptu, yere yığılıverdim. (s.25)”

Babaannenin, çocuklarına yemek bulabilmek için kasaptan, börekçiden artık dilenmesine ve Ali abinin çocuğuna kağıt helva alamadığı için intihar edişine dair birer cümlelik iki muhteşem hikaye! (s. 36, 38)

Ve özellikle Meryem’in hanım sıfatıyla karşısında çıkışında vurgun yemişe bir balıkçıya dönen anne Hümeyra’nın heykelleştirilmeye layık anı: “annem o kadar utandı ki meryemi görünce... hemen havluyu arkasına sakladı, sarı benzi kıpkırmızı oldu, mahcubiyetle gülerek hoş geldiniz meryem hanım dedi. hanım... annem ilk kez çocuğunun bakıcısına hanım diye hitap ediyordu. (s. 117)”; “annemin gözleri kan kokuyordu (s. 120).”

Son olarak, çocuğun teyzesiyle ilgili şu tefsir: “teyzemin bakışını görmeliydiniz, helak olmuş bir kavimden geriye kalan şehir kalıntıları gibiydi yüzü (s. 160).”

Bütün bunlardan sonra eleştirimizde eriştiğimiz şu noktada yukarıda roman geneli esasında zikrettiğimiz heyecanın yerini neye bıraktığı ise artık ikinci bir izahı gerektirmeyecek kadar açık hale gelmiştir.   

Foucault’dan bir alıntıyla başlamıştık yazımıza, yine ondan bir alıntıyla ve ona ekleyeceğimiz son bir kaç cümle ile kapatalım onu:

“Edebiyatı ne insanın dili olarak anlamak gerek, ne Tanrı’nın kelamı, ne doğanın dili ne de yüreğin veya sessizliğin dili olarak. Edebiyat ihlal edici bir dil, ölümlü, tekrarlayıcı, ikiye katlanmış bir dil, bizzat kitabın dilidir. Edebiyatta konuşan bir tek özne, tek bir özne vardır, o da kitaptır.”

Ama bu yoruma her yeni kitabın, Kitap’tan beslendiğine dair hakikati ıskalamamak ve dolayısıyla Kitap’ın ilkliğini ve dünya kelamına / edebiyatına kaynak olma vasfını tahrip etmemek gerektiğini eklememiz elzemdir.

Zira bu manadaki negatif her karar, tutum ve yöneliş, zeka kurşunlarını sürekli kendi ayağına sıkan ve ancak elemlerle neşelenen bir yazar tipini üretir.

Romanını üç epigrafla açan Kadir Daniş, onu Şey Galib’e yönelik bir atıfla –ya da ithafla-, ondan bir alıntıyla ve kendisinin elem / yazıklanma nidalarıyla kapatır ki, böyle kapatmasında da kendisi cihetinden çok haklıdır. 

 

(Karabatak dergisi, Ağustos- Eylül 2020)

ÖMER

Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.