Eagleton Edebiyat Nasıl Okunur kitabına “Nietzsche’nin ‘yavaş okuma’ dediği koca bir gelenek hiçbir iz bırakmadan unutulma tehlikesiyle karşı karşıya.” diyerek başlar. Elhak öyledir; ben iyi okuduğumu ve okumayı ciddiye aldığımı düşünürüm ama sık sık kendimi bazı romanları ve öyküleri üstünkörü okurken yakalarım. Bu da çoğunlukla olay örgüsüne hâkim olmaktan başka bir şeye yaramıyor tabii. Metnin ne anlattığını öğreniyorum (“Olay Rusya’da geçiyor.”) ama nasıl anlattığı, nüansları; küçük bir kelimeyle, bazen bir virgülle yarattığı dünyalar gözümden kaçıyor. Bu tarz bir okumanın, “yavaş okumanın” tarihe karışma noktasına gelmesinin sebepleri başka bir yazının konusu.
Küçük bir kelimeyle dünyalar yaratılabilir, evet. Hatta artık darb-ı mesel hâline geldi; bir şiirin bir mısraındaki tek bir kelimeyi, hatta noktalama işaretini çıkarsak ya da yerini değiştirsek şiirin bütün anlam dünyası yıkılır. Çünkü anahtarın dişlerinden teki kırılsa kilidi açmaz, derler. Bu yüzden iyi bir yazarın aynı zamanda iyi bir strateji uzmanı olduğunu ve metin dahilindeki her kelimeyi kasten seçtiğini, olası bütün anlam katmanlarını düşündüğünü, matematik ve doğadaki fraktallar gibi her kelimeyle yeni bir mana motifi yarattığını, (İyi bir yazar bunları en kötü ihtimalle farkında olmaksızın, bilinçaltıyla, hatta refleksle yapar.) yani “derin yazdığını” kendi kendime sık sık hatırlatmaya çalışırım.
Diğer yandan, Cemal Şakar’ın Edebiyatın Doğası’nda Heidegger’den ilhamla belirttiği gibi dil insanın evidir. İnsan dille ilişkisinde özne konumunda değildir ve dilin hakimiyeti altındadır. Bu da bence şu demek: Kelimelerin her birimizin kafasında anlamları, çağrışımları, onun da ötesinde bulanık alanları var. Bu anlamlar, çağrışımlar, bulanık alanlar; kelimeler, tamlamalar, öbekler, cümleler oluşturdukça birbirine giriyor, çoğalıyor ve sınırlarına tam vakıf olmamızın mümkün olmadığı sisli bir dünya yaratıyor. Dil bizden bağımsız var olan, kısa ömrümüze göre ezeli ve ebedi sayılabilecek, bizden bağımsız olarak taşıdığı anlam ve ifade imkanlarıyla maddi bir şey olduğu için bu sisli dünyayı her birimiz kendi penceremizden, kısıtlı olarak görüyoruz. Fakat karşımızdaki metnin, bizim görüş alanımıza girmeyen, yazar tarafından yaratılmış daha geniş, somut bir dünyası mevcut. İşte bu dünyayı daha iyi görebilmek için “derin okuma” yapmamız lazım.
Aslında yeterince açık görünse de “derin okumayı” tanımlamamız, en azından ne idüğüne dair birkaç ipucunu göstermemiz iyi olabilir. Öncelikle koşturmadan, “yavaş”, acelesiz, yerine göre geri döne döne okumak. Walter Ong’un Sözlü ve Yazılı Kültür’de, Barry Sanders’ın Öküzün A’sı’nda belirttiği gibi biz okur yazarların düşünce yapısını şekillendiren en önemli unsurlardan biri, mürekkeple kâğıda hapsedilmiş sesleri tekrar tekrar, doğru anlamını çıkarıncaya kadar, acele etmeden okuyabilmemiz. İkinci olarak metne, bazı postmodern anlayışların iddiasının aksine, anlamı tamamen okurun vermediğinin farkında olmak geliyor. Çünkü karşımızdaki oyuncak değil; bir insanın (anlatmanın hazzı dışında) belli bir amaçla kurguladığı ciddi bir ürün. (O çılgın avangart sanatı, Dadaistleri falan tenzih ederim. Gerçi onlar da bu sistematiğin dışına tamamen çıkamamışlardır, ama bu da bir başka bahs-i diğer.) Yazar her şeyden önce bir şey anlatmak istiyor, bunu yaparken belli araçlar kullanıyor ve kendi hayatı, tecrübeleri, bilinçaltı gibi bazı dış kuvvetlerin etkisi altında kalıyor.
Bu sebeple, Eco’nun yanılmıyorsam Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti’de aşırı yoruma örnek verdiği üzere, bir Kırmızı Başlıklı Kız’ı çocuklara eğlenceli yoldan kimyasal reaksiyonları anlatan şifreli bir metin gibi görmeye niyetimiz yoksa metnin ve metnin yazarının bizden bağımsız, hakiki varlıklar olduğunu kabul etmeliyiz. İşte ondan sonra yaşamı, kişiliği, sorunları, edebiyat anlayışı ve yazı hayatıyla yazarı, yaşadığı devri ve çevreyi, eserinin kamuya arz edildiği tarihteki fiziksel şartları vesaire tanıyarak “derin okuma” yapmaya başlayabiliriz.
Bu noktada kuramı bir kenara bırakıp F. Scott Fitzgerald’ın Babil’e Dönüş isimli uzun öyküsündeki (Bence kısacık bir romandır, ama neyse.) iki kelime tercihi üstünden kısa bir derin okuma denemesi yapmak istiyorum.
O zaman önce birtakım doneler: I. 20’lerde birtakım Amerikalılar Paris’te çok müreffeh ve sefih, çalışmalarına gerek kalmaksızın, sadece eğlenerek yaşadılar. (Bu döneme edebiyat tarihinde Caz Çağı ya da Kükreyen Yirmiler denir.) II. Scott Fitzgerald ağır alkolikti, ömrünün son yıllarında iyileşme umutlarını tamamen yitirdi. III. Scott’ın karısı Zelda Fitzgerald, (bir kısmı muhtemelen abartılı eğlence hayatının ve ardından bu hayatı kaybetmenin getirdiği) psikolojik sorunlarla uzun süre boğuştuktan sonra 1930’da şizofreni tanısıyla akıl hastanesine kaldırıldı.
Şimdi de öykünün muhtasarı: Charles J. Wales, Charlie, Roaring Twenties (Kükreyen Yirmiler, yani haz dolu 1920’ler) esnasında Amerikalılara çok müreffeh bir hayat sunan Paris’te büyük eğlence âlemleri yaptıktan sonra, 30’lardaki Büyük Buhran esnasında aynı şehre tekrar gelir. Olgunlaşmış, ayakları yere basan bir adamdır artık, tabiri caizse büyümüştür. Alkolizmiyle savaşmış, içki alışkanlığını kabul edilebilir seviyeye çekmiştir. Prag’da iş yapmakta, eski müsrifliklerinden uzak durmaktadır. Paris’e baldızının yanında bulunan kızının velayetini almak amacıyla gelir. Bir süre Paris’te flanör gibi, eskiden yaşadığı mekânları gezerken görürüz Charlie’yi. Falanca meydandaki restoranın önünden geçer, filanca bulvardaki kafeye uzaktan bakar. 20’leri zihninde tekrar yaşar. Ama bütün hazları son noktasına kadar yaşadığı, çocuk gibi yaramazlıklar yaptığı o günleri gülümseyerek değil, utanarak hatırlamaktadır. Nihayet, ablasının ölümü için Charlie’yi suçlayan (Charlie de aynı kanaattedir, karısının ölümüyle ilgili kendini suçlu bulur.) baldızını ziyarete gider. (Scott’ı ve Zelda’yı tanıdınız mı?) Uzunca bir süre Charlie’yi davranışları ve sözleriyle baldızını, artık “adam olduğuna” ikna etmeye çalışırken izleriz. Baldız sonunda ikna olur, kızının velayetini Charlie’ye vermeyi kabul eder ama gerekli hazırlıkların yapılması için ondan kısa bir süre ister. Bu süre zarfında Charlie, geçmişin kâbusları ve geleceğin tatlı rüyaları içinde kendisi de kızıyla beraber Prag yoluna düşmeye hazırlanır. Kızına dadı bulmak için arayışlara girer vesaire. Her şey yoluna konmuşken, ertesi sabah kızını alıp yola düşeceği akşam, geçmişin hortlakları Charlie’ye musallat olur. Baldızının yanında eski defterleri açarlar ve psikolojik durumu pek de yerinde olmayan baldız, kızı Charlie’ye vermekten vazgeçer.
Yukarıda derin okuma yapmak için tanımamız gereken şeyleri göz korkutmak için yazmadım. Babil’e Dönüş’ü okuyup geçmemek, ondan bir yavaş ve derin okuma zevki almak için Fitzgerald’la ilgili uzun biyografi kitapları, 20’lerin ve sonra Büyük Buhran’ın Paris’i hakkında tarih araştırmalarını hatmetmeye gerek yok. Çok basit bir internet taraması yeterli, hatta genel edebiyat tarihine aşinaysak buna bile gerek yok.
İmdi, metni okurken kendimize ilkin Fitzgerald’ın Paris’i neden Hemingway gibi (A Moveable Feast, Paris Bir Şenliktir) bir feast’e (şenliğe, şölene, ziyafete, festivale) değil de Babil şehrine benzettiğini sormalıyız. Yazar, güçlü kelime tercihleriyle metne bağlı fraktallar, ayrı bir anekdot sezdiren cep hikâyeler oluşturmaya daha başlığın ilk kelimesinden başlıyor.
Hemingway, Paris’i feast olarak hatırlıyordu; çünkü Babil’e Dönüş yazıldığı esnada Hemingway kariyerinin zirvesinde, popüler, dünyayı kendine ram etmiş, hayattan kâm alan bir adamdı. Aynı yıllarda Fitzgerald yoğun alkolizm sorunlarıyla boğuşuyordu. Çok sevdiği ama fırtınalı bir ilişki içerisinde olduğu karısı tımarhanedeydi. Muhtemelen Scott bu yüzden kendini suçluyordu. Maddi problemleri mevcuttu ve hatta yanılmıyorsam eskisi kadar popüler değildi, önceki kadar okunmuyordu. Bu yüzden Scott Paris’i gülümseyerek değil, yüzünü kapatarak, utanarak hatırlıyordu belki de. Paris’te bir şenlik değil; isyanın bütün hazlarını tattıktan, Tanrı’ya meydan okuma amacıyla bir kule yapmaya giriştikten sonra mahvolan Babil kentini görüyordu. Eski Paris yoktu artık; dünya eski dünya değildi, bütün anlam dünyası (Babil’de herkesin farklı bir dil konuşmaya mahkûm olması gibi) birliğini kaybederek yıkılmaya başlamıştı. Scott Paris’i Hemingway gibi yitik bir cennet olarak değil; vaktiyle büyük isyanlar ve sapkınlıklar işlediği, onlar yüzünden de şimdi helak olduğu bir günah şehri olarak görüyordu muhtemelen. Ayrıca Babil kelimesinin çağrışımlarından bir tanesi de, her zaman için ve kaçınılmaz olarak, İsrailoğulları’nın korkunç Babil sürgünüdür. (Ve kelimeler çağrışımları her zaman peşinden sürükler. Bu yüzden ak ile beyaz aynı şey değildir ve Flaubert’e atfedildiği üzere eşanlamlı kelime yoktur.)
Fitzgerald’ın örnek vereceğim diğer cep hikâyesi öyküde yalnızca iki kez kullanılan Charles ismi vasıtasıyla vücuda gelir. Bu iki nokta dışında baş karakteri hep Charlie, yani çok yakın tanıdıklarının, sosyal açıdan daha üst mertebedekilerin kullanacağı bir isimle, Charles’çık olarak görürüz. Charles adı ilk kez Charlie’nin kızıyla şakacıktan yeni tanışıyormuş gibi yaptığı pasajda geçer, ki orası konumuzun dışında. İkinci kez olaraksa Charlie kızına dadı ararken kullanılır. Pasajı alıntılıyorum, çeviri bana ait:
“Sonra bir de şu dadı meselesi. Charles loş bir acentede oturup aksi bir Bearn’li ve balık etli bir Breton köylüsüyle konuştu, ikisine de tahammül edemedi. Yarın görüşeceği başkaları da vardı.”
Dikkat edilirse konuşan Charlie değil, anlatıcıdır. Çünkü Fitzgerald, James Wood’un Kurmaca Nasıl İşler’de yaygın ve işlek bir taktik olarak işaret ettiği üzere, anlatıcının sesiyle karakterin sesini harmanlar. Anlatıcı sık sık karakterin duyguları üstünden konuşur. Bence bu durum, Charlie yerine Charles’ın kullanılmasını, bu sinsi kelime tercihini daha vurucu kılıyor. Şöyle ki rezil kepaze olduğu, artık kendine yakıştıramadığı hareketlerde bulunduğu mekânları gezerken; kırdığı, mahcubiyet duyduğu, kendisini kötü hatırlayan, belki de karşılarında utançtan ezildiği insanlarla görüşürken kahramanımızın adı Charlie’dir, küçük Charles’tır, Charles’çıktır. (İsim küçültmenin istihfaf anlamı İngilizcede de var.) Gelgelelim loş bir yazıhanede, masanın üstün tarafında oturan kahramanımızın karşısından iş başvurusuna gelen dadı adayları geçerken iş değişir. Bir Bearn’liyle ve Breton köylüsüyle (Bearn de Breton da Fransa’nın taşrasıdır.) konuşurken küçük Charlie, Charles Bey oluverir sanki. Burada Fitzgerald’ın köylü derken kullandığı kelime peasant’tır, villager vesaire değil; ırgat, rençper ve ahmak anlamlarına da gelir. (Yani “Köylü milletin efendisidir.” cümlesindeki köylü değil de “Köylü müsün!?” hakaretindeki köylü.) Fitzgerald, neredeyse gundi diyecekmiş kadına.
Charlie kendi sosyal sınıfından olmayan insanların karşısına geçip muhtemel patron sıfatıyla kuruluverince sanki Paris’te kaç gündür yaşadığı hisleri unutur. Tekrar o kurumlu, kibirli, zengin Amerikalı iş adamı oluverir. Bütün öykü boyunca süklüm püklüm gezen adam, burada ilk defa kasılarak bacak bacak üstüne atar sanki.
Fitzgerald Charlie ismini bir kereye mahsus Charles yaparak tüm bunları gizleyeceğine karakterin o anki duygularını, jestlerini uzun uzun anlatabilirdi. Ama başta ifade ettiğim gibi iyi bir strateji uzmanı olduğu için tek bir kelimeyle bir cep hikâye kurarak son ilmeği bağlama işini okura devretti.
Özetle, Fitzgerald’ın da aralarında bulunduğunu düşündüğüm iyi yazarların “derin yazdığına” inanıyorum. Bu insanlar bazen çok büyük boyutlara varacak şekilde kelime ekonomisi yapıyor, her şeyi dile getirmeyerek bazı şeyleri üstü kapalı anlatıyor, bazen çok sıradan bir kelimenin kıvrak bir kullanımıyla bambaşka anlamlara işaret edip bambaşka anekdotlar sezdiriyorlar. Daha kaliteli ve nüfuzlu bir okuma deneyimi için okur olarak bizlerin de belki umduğumuz kadar çok değil ama “derin okumamız” gerektiğini düşünüyorum. Bu da bence metnin ve yazarın bizden bağımsız olduğunu ve iyi bir yazarın, metninin her veçhesinde ipleri elinde tuttuğunu kabul etmekten ve acele etmeden, metne ve yazara dair sahip olduğumuz bilgilerden yararlanıp ipuçlarını yakalamaya çalışarak okumaktan geçiyor. Çünkü benim tecrübeme göre zamanı yenmiş metinlerin en azından pek çoğunda karşımızdaki basit bir yazı değil; en az bizim kadar zeki insanların kaleminden çıkmış, son derece kasıtlı ve karmaşık, entelektüel bir ürün oluyor.
1994’te İstanbul, Fatih’te doğdu. Samiha Ayverdi Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra 2012-2017 yılları arasında Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Reklamcılık okudu. Hâlen İstanbul Üniversitesi’nde Amerikan Kültürü ve Edebiyatı tahsil etmektedir.Uzun yıllar çeşitli konvansiyonel ve yeni medya kuruluşlarında altyazı ve dublaj çevirmeni olarak çalıştıktan sonra kitap çevirmeye başladı. Birçok çevirisi arasında Hazar Sözlüğü (Milorad Paviç), Klasik Osmanlıca manzum aslından nesren günümüz Türkçesine aktardığı Yusuf ile Züleyha (Taşlıcalı Yahya), İngilizce asıllarından tercüme ettiği Karanlığın Yüreği (Joseph Conrad), Kvaidan (Lafcadio Hearn), Ludwig Wittgenstein (Edward Kanterian) ve Hemingway İtalya’da (Richard Owen) da bulunmaktadır. Romancı da olan Daniş’in biri ödüllü olmak üzere Serçelerin Ölümü ve Yeryüzü Blues adlı iki romanı vardır.