Alışılmış Çaresizlikler İçerisindeyim.
Geçip giden benim sanki, her şey yerli yerinde. Çivisi çıkmış sanki zamanın; bir dündeyim, bir bugünde. Farkında olmadan, farkına varamadan geçip gidiyor her şey yani. Ben duruyorum örneğin, ardımda babam doğuyor, yanı başımda beliriyor, beşiğini sallıyorum tıngır mıngır, sonra yüzüme tükürüyor, ellerini öpüyorum, yitiyor, ölüyor az ilerde. Sonra yeni doğmuş gibi buluyorum kendimi bedenimde, emekliyorum hala aynı yerde.
Ölüm çok tanıdık bir kelime, ürkmüyorum ondan. Hem ölüme en yakın olanlar en çok korksunlar ölümden. Ölüm, en çok onu unutana yakın… Annemin gözyaşlarını biriktirmeye çalışıyorum; sıcağıyla soğuğuyla bir koleksiyonun eşsiz, paha biçilemez parçaları her biri. İnsanlık tarihinin tüm acılarına dökmüş olduğu apayrı gözyaşları var annemin. Annem, hepinizin annesi… Tokadı yiyorum; olsun, vurduğu yerde gül biter nasıl olsa. Hem ayaklarının altındaki cenneti görüyorum.
Acıyor ama. Acımayı öğreniyorum. Sonra etrafımda bir belirip bir kaybolan cinayetlere, savaşlara, korkulara, yalnızlıklara, gözyaşlarına acıyorum. Ben sanırım, en çok gözyaşlarından korkuyorum.
‘Ne bakıyon hemşerim.’
Dalıp gidiyorum sık sık. Hafif miyopluğuma eşlik eden bir de astigmatım var. Sigara dumanına karışmış gibi görüyorum her şeyi; bazen bulaşan ‘her şey’ oluyor sigara dumanına. Ayırt etmek çok güç. Her can sıkıntısında, etrafımdaki insanların gözlerine bakmakla oyalıyorum kendimi. İnsan ruhunun kalpte değil de gözlerde olduğuna inanıyorum. O yüzden boy aynasında bir yabancı görüyor, gözlerime, yalnızca gözlerime bakmaya azmediyorum. Hayatımın muhasebesini en iyi, an içerisinde boyut değiştirerek beni hipnoza sokabilen, bir girdaptan çok ötelerde derinliği olan gözlerime bakarken yapıyorum. Mesuliyet bilincimi tazeliyorum: ‘Cebimdeki tüm parayı o kadına vermeliydim. O çocuğun mendillerini satın almalıydım. Bu ayın yazısını bir gün olsun önce göndermeliydim. İkindiyi kaçırmamalıydım. Kardeşime küfretmemeliydim. Sigaraya yeniden başlamamalıydım.’ Başkalarının gözlerinde yakalamaya çalıştığımsa aynı şey, aynı kendini gerçekleştiren kehanetler; şu an benim yaptığım şeyi yapan biri daha var mı acaba aralarında. Kendini bedenine yabancı hisseden, ötekiler arasında kendine benzeyen bir başkası olup olmadığını merak eden… Sen de hiç düşünmüyor musun mesela tamamen, senin hissettiğin, algıladığın şekilde başkalarının da hissedebildiğini? Çok basit bir sorgulama bu evet ama en çok tekrarladığımız hatamız da bu… Kuyuya atılan o taşın adı ‘insanlıktı’. Kırk asır, kırk kuşak bir olduk, çıkaramadık. O taşı, o kuyuya biz attık! Bin yıllardır büyüttüğümüz, insanlık olarak paylaştığımız etiğin her türlüsünü, etik adına yok ediyoruz örneğin. Etik öldürmemize, paylaşmamamıza, görmezden gelmemize, aşağılamamıza engel olamadı, olamıyor.
Farid Farjad… Bedeninde taşıdığı toprağın, vatanının kokusunu hep burnuna taşıması, bir insanı ne kadar hüzünlendirebilir, özlemini ne kadar büyütebilir; dinliyorum. Öyle gerçek ki duyduklarım, kuyunun dibine o kadar yakın ki, insanlığı kurtarabileceğime, su yüzüne çıkarabileceğime inanıyorum neredeyse. Size de oluyor mu böyle? Ötekilerin ‘gaza geldiğinizi’ düşünüp, alay etmesine rağmen, dünyayı hâlâ kurtarabileceğinize inandığınız olmuyor mu hiç, Kitaro dinlerken, ya da Loreena McKennitt ya da Âşık Veysel Şatıroğlu? Ben sadece çizgi film izlemek için açıyorum televizyonumu. Gerçek olmayan bir boyuta benim kadar özlem duyan, ihtiyaç duyan bir başkası yok mu aranızda?
‘Allah rızası için bir ekmek parası!’
Ben ekmeğimi paylaşmıyorum; ya sen? Kuruyunca da atıyorum. Öyle üzerine tereyağı sürüp fırınlatacak kadar da düşünceli değilim. Hiçbir bahanem yok. Her gün bana aç olduğunu haykıran, benden ‘bir ekmek parası’ isteyen onca insana sunabileceğim hiçbir bahanem yok, ‘bozukluğumun’ olmamasından başka. O taş o kuyudan çıkmadıkça, ne aç insanlar doyacak, ne de biz ekmeğimizi paylaşmaktansa çöpe atmayı tercih etmekten vazgeçeceğiz. Yüreğinde bir cümlecik ilhamı olmayan biriyim ben. Her fırsatta yitirdiğimiz insanlığımızdan dem vurmakla idare ediyorum nefsimin akıl almaz haykırışlarını. Ama almıyor aklım, nasıl bunca değer verdiğimiz şairlerimizin, din adamlarımızın, başbakanlarımızın pervazlarına konan güvercinlere paha biçtikleri ilham kadar, aç olduklarını haykıran milyonlarca insana kırk asır nasıl alakasız kaldıklarını. Bu yazıyı yayınlayan ağabey sen ve bu yazıyı bu cümleye kadar okuyan her biriniz, bugün ve yarın, dün olduğu gibi sizden ekmek parası isteyen insanlara, gene ‘bunlar da hep böyle, vermeyin, alıştırmayın’ diyerek sırtınızı dönecek ve gerçekten ‘aç’ olan, dünyanın dört bir yanında ‘aç’ olan insanların varlığını görmezden gelecek, bir yazınızda olsun, bir sohbetinizde olsun, edebi eleştirilerinizden, siyasi çekişmelerinizden öne almayacak mısınız? İkna olmanız için ne yapmalıyım ben ya da aç olduğunu iddia eden insan ne yapmalı dikkatini çekmek için? Gözlerinin önünde açlıktan ölmesi yetecek mi, farkına varabilmen için… Sanmam. Bu yazıyı okumayacaksın bile. Göz gezdirip geçeceksin; karnın tok bu sözlere. Kültürlenmen için bu yazının yazılmış olması kâfi… Hem, zaten gözlerimizin önünde ölüyor binlerce insan her gün açlık ile, savaş ile, terör ile… Ölüme en yakın olanlar ‘onlar’; ölümden en çok onlar korksunlar. Biz ‘kendimizle’ dolu olmasını ümit ettiğimiz yeni yılı kutlayalım.
‘Başka derdin mi yok? İşine baksana sen!’
Olmaz mı! Toplu taşıma var; Salvador Dali olsa, belediye otobüslerimizi neye benzetirdi bilemiyorum. Ama kendilerini ‘biz insan taşıyoruz’ diye tanımlayanların, bizleri insan olarak görmediklerini biliyorum. Öte yandan, işe almayı planladığı 6200 öğretmenin yalnızca 150 kadarına kadro vereceğini açıklayan yetkililerin 20 yıllık emeklerimize göstermiş oldukları saygısızlıklarını da dert ediniyorum. 2300 kişilik öğrenci yurdunun yemeklerini yapan şirete et satan kasabın at ve eşek eti ile binlerce insana ettiği günahı da tabii… Afganistan’da bugün ‘özgürlük’ adına canlı bomba olarak kendini patlatan insanı da ve dahası tabii… Dert etmiyorum aslında. Yazımı gündemle dolduruyorum kısa yoldan. Sen nasıl olsa okumuyorsun bunları.
Yeri gelmişken, Kyle XY’ı takip ediyorum, bir de şey vardı, neydi adı… Neyse işte, günlerim böyle geçiyor. Zihnimi meşgul eden yalan gerçek birçok şey bunlardan ibaret… Seni tanımıyorum, seni sevmiyorum. Ve sana acıyorum. Çünkü senden milyarlarcası var. Çünkü sen, kuyuya atılan taşın ta kendisisin. Çünkü sen, insanlığı o kuyudan çıkarabilecek tek kişisin.
(31 Aralık 2009)
[email protected]
http://edebiyatuniversitesi.ning.com