Menu
SEVGİNİZİ ESİRGEMEYİN!
Öykü • SEVGİNİZİ ESİRGEMEYİN!

SEVGİNİZİ ESİRGEMEYİN!



‘Tintern Abbey’ adlı şiirinin bir kısmında İngiliz şair Wiliam Wordsworth kendi çocukluğunu irdeleyip değerlendirirken, küçük kız kardeşine seslenerek kaleme alır dizelerini ve bir bakıma öğüt esintisinde ilerler eser:


‘Çocukluğunu hep kalbinde tut ki, yetişkinliğinin kötülükleri seni üzmesin!’

İnsanın geçmişinin muhasebesini yapması ve hele bu zamansal akışı çocuk gözlerinde bulup, akıl ile anıları en doğal bir sentezde buluşturması; kendi çocukluğu ile istişarede, bireyin andaki çocuklara model olması herkesin malumudur. Hele ‘biz’ gibi toplumlarda, ailevi ilişkilerin ‘ilişmek’ seviyesinde olduğu kurumlarda bu durum doğallığını kaybetmeye yüz tutmuş, bir izlence halini almıştır. ‘Tıpkı babası’ gibi olması oğlanların ve ‘anasına bakılıp’ alınması kızların, tam da bu nedenledir.

Wordsworth’un ilham kaynağı olduğu nokta şu ki, kişi geçmişe olduğu gibi, geleceğe de insan gözlüğünden bakabilmeli! Kırışıklıkları artmış, kamburu azmış bir bedende varabilmeli kaderinde ilerilere! Oğlunun gözlerindeki neşeye oyun özgürlüğünü sunabiliyorken, babasının dizlerindeki titreklikte fıtratına kenetlenebilmeli ve bir ‘hû’da huzuru sunabilmeli ihtiyarlığa!

***

Metropollerde kalabalıkların var oluşa sunduğu yalnızlık kılıfı ve gürültülerce kulaklara reva görülen sağırlık ‘mumya’sı ile herkesin kendine kurmuş olduğu bir dünya vardır. Ve yer, zaman, kahraman değişiklikleri etkilemez ‘her’ kesimden bu ‘kes’e! Sadakat had safhadadır ya; dokunulamaz, yalnızlıklarında bir ‘kes’ olarak var olunamaz, gürültüleri anlık bir sükût ile bölünemez!

Toplu taşıma aracındadır biri, misal ve o hariç hemen herkes kulaklığına sarılmıştır. Dört duvar dışına çıkılmıştır ne de olsa ve bu potansiyel ‘insan’ ve ‘iletişim’ ile tefsir edilebilir; bir soyutlanma sürerliğine gidilmesi amacında, topluluklar sanal ve asosyal ve bencil olmakta, teknoloji ile donanmaktadır ‘bir başınalık’ savaşında. Anlamak, iletişim kurmak, (karşılıklı) konuşmak, dinlemek, paylaşmak fiilleri kara listelere alınmaktadır. Sonra, kulaklıklarla gözlükler çıkarılınca, âdemoğlu, kafesinden hürriyetine salıverilmiş bir kuşun uçmak bilmezliğince sersemlemekte; haydin susun!

*

Susmuşuz, susmuşsunuz, susmuşlar! Ruhlar susmuş, bedenler haykırışta; akıllarla anılar susmuş, nefisler çıldırışta! Dinleyin, hem duymayın; kundakta ağlar bebeler ve kurşunlanır,.. Körleşir binlerle çocuk ötede ve gün/devir annelerin ya, pırlantalar takılır kimine, kimi açlıktan yavrusunu emzirememenin derdinde! Bakın, hem görmeyin; çocuklar ailesiz ve yaşlılar ilgisiz…

‘Büyüyünce ne olacaksın?

—Anne olacağım ben!

—Ben de baba!

***

İstanbul’da bir çocuk esirgeme kurumundayız. Çocukların hem beden hem ruh dilleri, biriktirdikleri kelimelerin heyecan ile dört bir yana savruluşu gibi değişiveriyor bizi görür görmez. Biri bacağıma sarılıyor; ‘babam olsana sen benim’ diyor. Ve kız arkadaşımın kucağında öteki; ‘benim annem olur musun’? Salkım salkım sükût ve alınlarımızda terler, boncuk boncuk… Gözlerimizde tutunamayan yaşlar, yüzümüzü yakmaktalar.

Unut, unutun, unutsunlar!

''Senin ailen var mı?''

Bir aile resmi koyuyor önümüze mavi gözlü bir dev, ''Nasıl olmuş?'' diyerekten. Anne ortada kendisi ve baba, eller birbirinin ve parmaklar yok! ‘Neden?’ diyorum, hiç ayrılmayalım diye diyor. Bir kız çocuğu, kenarlarına çiçekler çizdiği sayfada şiirini getiriyor; ''ben yazdım''diyor. Okusana diyorum; utanıp elleriyle yüzünü kapıyor önce, köşesine çekiliyor. Ben okuyorum, sarılıyor boynuma ağlıyor.

Gül, gülün, gülsünler...

‘Yağmurlu günlerde pencereden izlerdim çocukların ellerinden tutmuş, ıslanmasın diye ha bre uğraşan adamları. Benim de şemsiyem tutuyordu ellerimden. Okul çıkışında da yine aynı adamlar vardı. Ellerinden tuttukları çocukları karşıdan karşıya geçemez de kaza yaparlar diye geliyorlarmış. Oysa öğretmişti bize öğretmenimiz, önce sağa sonra sola tekrar sağa bakıp araba yoksa geçiyorduk. Ben geçiyordum. Yine aynı adamlar çikolata ayakkabı falan filan işte. Alıştım sonraları, yaşıyordum tek başıma hayatı. Kimse elimi tutmadan geçebiliyordum karşıya. Kendim alıyordum çikolatamı. Benim acım tamamlanmamış tamamlanamamış eksiklerimdi. Belki de tek eksiğimdi ama en büyük boşluğumdu. Elimi o nasırlı kırışmış ellerin tutmuyordu uzun zamandır. Gözyaşlarımız buluşmamıştı senle kaç vakittir. Sen kızardın ben hep gülerdim. Bu boşluktaki seni, bu boşluktaki kocaman 4 harflik kelimeyi: B-A-B-A demeyi unutturmuştun bana. Şimdi sadece rüyalardasın rüyalarda...’

Yüzleri gülsün diye çikolata alıp da gelmişiz. Çocuklar rengârenk şekerler ikram ediyorlar. Kendilerini ziyaret edecekleri beklermiş gözleri, yolumuzu beklerlermiş hep.

''Hep burada kalsana...''

Bir varmış bir yokmuş,

''O zaman gene gel olur mu?''

Bir anne ve bir baba varmış; benim annem ve babam! Onlar dünyanın en iyi anne ve babasıymış. Nerden mi biliyorum; çünkü ben onları hiç görmedim.

Dünyanın bütün anne ve babaları kulak verin bu sese! Orda ağlayan sizin çocuğunuz; bizim hepimizin çocukları onlar! Wordsworth ''Çocuk insanın babasıdır'' demiş. Dünyanın bütün çocukları; bir bakın şu tabloya! Orda gülmeyi unutanlar, huzurevlerinde yatanlar sizin anne ve babalarınız; bizim hepimizin...

Sev, sevin, sevsinler.