Okur-Yazar Ünsiyeti
İnsan neyi sever, ayrı bir yere koyarsa onunla arasında bir ünsiyet oluşur. Sevmenin ve buna bağlı olarak sevileni ayrı bir yere koymanın güzellikleri olduğu kadar sakıncaları da vardır. İnsana çok şey kattığı gibi insandan birçok şeyi de alıp götürebilir. Sonunda, hasbî bir dostluk da kurulabilir; hüsran ve hayal kırıklığıyla da karşılaşılabilir. Okur ile yazar arasındaki bağ da böyledir. Bu bağ, ilk bakışta, salt okurun cehdiyle kurulan, yazarı bağlamayan, tek taraflı bir ilişki biçimi olarak görünebilir. Okur, yazarın verdiği söyleşiler, demeçler, yazdığı kitaplar ve katıldığı imza günleri vesilesiyle yazarı -kısmen de olsa- tanır. Okurun karşısında yazar, ‘özel’ biriyken; yazarın karşısında okur, bir genelliği ve çoğulluğu çağrıştırır. Birisi ‘dinleyen’ konumundayken diğeri ‘dinlenilen’ konumdadır. Dinlenilen olmak, peşinen özel biri olmayı gerektirir. Eylemsel açıdan da okur ve yazarın konumları farklıdır. Birinin okuyarak ulaştığı bir şeye, diğeri yazarak ulaşır. Sıkı bir Ayfer Tunç okuru, sosyal medyadaki bir gönderiye şöyle bir yorumda bulunmuştu: “Ne yazsa okuyorum. Bunun böyle olduğundan haberi yok ama en yakın arkadaşımdır kendisi.” Bu cümle, okurun, ilgiyle takip ettiği bir yazardan beklentisini, yazara yüklediği anlamı ifşa etmektedir.
Okur, sevdiği yazarın yazılarında tattığı duyguyu kaybetmek istemez. Onu tanıdığı ilk andaki duruşu ve tavrı, daima görmek ister. Bir yazarı, ciddi bir şekilde izleyen bir okur için bu duygular çok tılsımlıdır. Onunla ilgili her haber, yorum ve söz, yakın bir arkadaştan gelmişçesine okuru memnun eder, müteessir kılar. Yazar için de okurdan gelecek bir ilgi kıvanç vericidir. Lekesiz, okurunun ilgisi karşısında hissettiği duyguyu şöyle aktarır: “İzmir’de mukim bir kıymetli okurum var ki, yazma kastıyla kalemi elime aldığımda, onun gözlerini yazımın üstünde görerek hem (hata yapmama gayretiyle) gerilir hem de muhtemel tashihlere (yazının yayımlanmasından sonra da olsa) el atacağı kanaatiyle rahatlık duyarım.” 8 Ömer Lekesiz, Yılan Islığıyla Serenad, Şule Y., Kasım 2018, s. 169)
Yazarla bizatihi tanışan, onunla ara sıra hasbihâl eden, mektuplaşan; onun konuşmasına ve muamelesine yakinen tanıklık eden okurun durumu biraz daha farklıdır. Çünkü artık birçok şey somuttur. Bakışlarda, sözlerde, hâl-hatır sormalarda, gidip gelmelerde, buluşmalarda, telefonlaşmalarda, kurulan bağın yansımaları, çok rahat gözlemlenir. Örneğin, yazdıklarından aldığı tadı, yüz yüze alamayabilir. Yüz yüzeyken, yazdıklarından aldığı tadın daha fazlasını alabilir. Yazdıklarıyla hâl ve hareketlerini, yaşantısını birbirine hiç yakın bulmayabilir. Tanıma fırsatına eriştiği yazarın, yazdıklarından çok başka bir portre çizdiğini gözlemleyebilir. Bu tarz cümlelerin türevini artırmak mümkün; edebiyat günlüklerinde, anılarında ve anlatılarında, bu tarz birlikteliklerin yansımalarını okumak da mümkün.
Ünü yazar Alberto Manguel, Borges’le tanıştığında gencecik bir okurdur. Manguel ile bir süre kitaplar üzerine arkadaşlık kurar. Borges, etrafındaki herkese, yazar arkadaşları da buna dahil, bir okur gözüyle baktığı için Manguel’e de bir okuru gözüyle bakar ve onunla ‘okuma’ya dair birçok şey paylaşır.Manguel, Borges’le geçirdiği bugünlerin ayrıcalığını çok sonra fark eder. Gençliğinin/ergenliğinin vermiş olduğu duyguyla Borges’le geçirdiği günleri kayıt altına almaz. Ancak bir süre sonra aklında kalanları, Borges’in okurluğu ve yazarlığı ekseninde anlatır. (Alberto Manguel, Borges’in Evinde, Çev: Cem Akaş, YKY, Mart 2018 (3.baskı) ‘Bir yazara dair izlenimler, ancak bu denli yalın ve içten anlatılabilirdi’ dedirten bu anlatıdan, ifade etmeye çalıştığımız okur-yazar ünsiyeti çok açık okunmaktadır.
Romain Rolland, henüz 20’li yaşlarındayken çağının en önemli yazarı Tolstoy’a bir mektup yazar. Cevap beklemeksizin yazdığı bu mektup, kısa sürede karşılık bulur. Böylece ileride bir yazar olacak Rolland’ın sanat anlayışı ve hayat görüşünde, Tolstoy’un büyük tesiri olur. Ondan aldığı en mühim şey, bütün çalışmalarını, insanlık aşkıyla yapmasıdır; sıkıntıya düşen her insana, yardımsever bir el olarak uzanmaktır (Stefan Zweig, Avrupa’nın Vicdanı, Zeplin Y., 2018 (2.baskı), s. 28). Manguel’in tanıklığı, Rolland’ın mektuplaşmaları nevinden okur-yazar anlatıları, manevî anlamda hiçbir emeğin ve birlikteliğin boşa gitmeyeceğinin kanıtıdır. Tüm bunlar, kitapların dünyasına gönülden bir merakı ve iştiyakı olan okurların, sevdikleri yazarlara karşı daha bir ilgi duymasını sağlar. Ömer Lekesiz, benim için bu ilgi cümlesindendir. Kendisini tanıdığım günden bugüne kadar yazılarında, düşüncelerinde, hâl ve hareketlerinde, hep aynı duyguyu ve hissi almış; onunla kurduğum küçük bir diyalogdan bile eli boş dönmemişimdir.
Ömer Lekesiz’de yazar kibrinden ve büyüklük taslamaktan eser yoktur. Bir insan olarak yaşının olgunluğu ve bir edebiyatçı olarak da sözünün kıymeti, Lekesiz’in yazılarında nasıl belirginse, bir okuru olarak benimle kurduğu ilişkide de öylece belirgindir. Kişisel meselelerimle ilgili kendisine sorduğum her soruda, kendi fikrini beyan edip beni de kendi düşüncem ve kararımda muhayyer bırakır. Bu tavrıyla şöyle demek ister: “Kendi fikrimi paylaşarak sana bir kapı açıyorum, son tahlilde karar senindir.” Ne konuda olursa olsun, ihtiyatı elden bırakmamak suretiyle sözünü sakınmaması, Lekesiz’in en önemli kişilik özelliğidir. Gerektiğinde, yüzünüze karşı okkalı bir sözü, çekinmeden söyleyebilir.
Yazılarında, birçok yazar ve eser adına rastlarız. Onunla konuşurken de durum farklı değildir. Bakarsınız ki bir konu hakkında İbn-i Arabî’den örnekler aktarıyordur. Sonra Heidegger, Spinoza, John Locke gibi düşünürlerden misaller veriyordur. Bir kelimenin peşine düşüp oradan tasavvufa, sosyolojiye, ilahiyata, felsefeye, hatta matematiğe bağlayabilir neticeyi. Zaten bir kelimenin, sözlük anlamındaki farklılığa dikkat çekmek, birbirine anlamca yakın sözcükler arasındaki nüansları vermek, Ömer Lekesiz’de bir ‘huy’ hâlidir. Hiç gitmediğiniz bir mekânı, fotoğraf çeker gibi size anlatabilir. Konuşma sırasında, birden karşınıza, Kudüs’ten bir enstantane çıkabilir. Yazılarında hissettiğimiz ‘Ömer öfkesi’ni, konuşmalarında da duyarız. Kırmızı çizgilerinde, eyvallah’ı olmayan bir tutum takınır ki, bu, kendisine çok yakışır. Sanırım bendeki Ömer Lekesiz fotoğrafı, bütünüyle şu cümlesi üzerine kuruludur: “Bir insanın niyeti, yaptığı işte muhakkak görünür.” (Ömer Lekesiz, kişisel görüşme, 18 Mayıs 2015, İstanbul) Yani niyetinizi doğrultup bir yazı yazdığınızda, yazınız teknik açıdan kusurlu olsa bile anlatmak istedikleriniz, okura hâlisane ulaşır. Niyetiniz kötüyse zaten gerisini konuşmaya gerek yoktur. Gerek yazılarında gerekse de çektiği fotoğraflarda, Lekesiz’in ne denli iyi bir okur ve gözlemci olduğu anlaşılmakla birlikte niyeti de müşahhas olmaktadır.
İster yazmanın ön koşulu diyelim ister yazamamamın sıkıntısı, bahanesi diyelim, ilk cümle bir yazı için ‘hayatiyet’ taşır. Söyleyecek bir şeyi olan bir yazar, yazma konusunda dakiktir. Onun yazı hayatında, yazacağı şeyi sonraya erteleme yoktur. Söyleyecek bir şeyi olan fakat bunu nasıl bir dil ve üslup içerisinde yazacağına dair kaygı taşıyan bir yazar da ilk cümlenin hışmına uğramazsa eğer, kaygısını attığı anda yazısını yazar. Ömer Lekesiz’i gözlemlediğim ve yazılarından algıladığım kadarıyla yazma konusunda ziyadesiyle dakiktir. Her yerde, her mekânda yazabilir. Onunla yaptığınız bir sohbette, sözgelimi gündelik bir meseleden konu açtığınızda, dil, döner dolaşır, muhakkak edebiyatın herhangi bir şubesine gelir. Yazılarında, hızlı düşünme ve düşündüğünü eleştirel bir formda söyleme tavrı, sohbetlerinde de hemen fark edilir.
Bu yazıda, Ömer Lekesiz’in dili, üslubu ve okumaları üzerinde durulacaktır. Yazının temelinde Yılan Islığıyla Serenadolsa da söyleyeceklerimiz, Lekesiz’in bütün kitaplarını içkindir.
Yılan Islığıyla Serenad’a Genel Bakış
Ateşten Kelimeler, Öyküce Konuşmalarve Öykü Antolojisikitaplarını hariç tutarsak Lekesiz’in bütün kitaplarının formatı ve bütünlüğü aynıdır. Bahsettiği isimler, değindiği konular benzerlik gösterir. Camii mimarisi, hat sergisi, resim sanatı, edebiyat eleştirileri, fotoğraf üzerine düşünceler, öyküye ve öykücülere dair çıkarımlar, nazariyata ilişkin görüşler, İslâm ve Batı felsefesinin temel farklılıkları gibi sıralayabileceğimiz pek çok konu, her kitabında istisnasız ele alınır. Ömer Lekesiz’i her zaman şu üç cihetten okumak gerekir: Bakışı sebebiyle fotoğrafçı, düşünüşü ve değerlendirişi nedeniyle eleştirmen, dili ve üslubuyla da sıkı bir denemecidir -Ateşten Kelimelerbaşta olmak üzere belirli temalarda yazdığı yazılar buna örnektir-. Böyle olunca ilgilendiği, ele aldığı meseleyi, efrâdını câmi ağyarını mâni bir şekilde anlatır. Konuya ilişkin kavramsal bir çerçeve çizmek, anlatımının en genel özelliğidir. Örneklerle izah etme, mukayeselerde bulunma, Batı ve Doğu arasındaki ayrımı kesinkes çizme, İslâm düşüncesine muhakkak atıfta bulunma ve Müslüman bir perspektifle baktığını her fırsatta dile getirme, Lekesiz’in anlatımına dair diğer belirgin özelliklerdir.
Yılan Islığıyla Serenad, müstakil yazılardan oluşmakla birlikte silsile yazılar da içermektedir. Sanatta, istidat-istihkak-istikamet konusunun tartışıldığı yazılar örnek olarak verilebilir. Yılan Islığıyla Serenad’ın izleğinde, İslâm düşüncesine göre ölüm, beden-göz ilişkisi, örneksiz yaratmak, sevme biçimleri, sanat anlayışı gibi konular; okuma-okurluk ve yazarlık üzerine düşünceler; kültürel mirasımız üzerine incelemeler bulunmaktadır. En iyi eleştirmenlerin, okuma sanatını örneklendirenler olduğu söylenir (Damon Young, Okuma Sanatı, Mayakitap, Nisan 2018, s. 38). Lekesiz, okuma sanatına, kitabî okumalar dışında, kevnî okumaları da dâhil eder. Gezip gördüğü yerlerin kendisinde bıraktığı izlenimleri, olmazsa olmaz İslâmî perspektif kanalıyla anlatır. Bir geziden hareketle yazdığı “İznik’te Bir Üniversite Hayali” başlıklı yazısı, imkânsız değil ama çok zor bir hayalin dile getirilişidir.
Ömer Lekesiz’in kitaplarına dair yazmak, içinden çıkılamayan bir mesele hakkında yazmakla neredeyse aynıdır. Sebebine gelince tehlikeli sularda yüzer. Belâlı konuları gündeme getirir. Kitaplarını okumak şöyle dursun, isimlerini bile anmadığımız, belki de bilmediğimiz şahsiyetlerin düşünce dünyalarına çeker. Hâl böyle olunca Lekesiz’i ve onun düşünce dinamiğini yazmak, baştan elini taşın altına koymayı kabul etmektir.
İslâmî Eleştiri Kesinlikle Var
Güzelin güzelliğini fark edebilmek, onun değerini ortaya koyabilmek için gözün görmesi ve onu güzel olarak algılaması yeterli değildir. Güzelliğin diğerlerinden farkına ve ondaki sırra, münevver bir aklın işleyişiyle ve karşılaştırmalar yapabilen bir zihnin pratiğiyle ulaşılabilir.
Bir eleştirmen, sözün en beliğ hâliyle konuşabilir. İroni yüklü, anlaşılması müşkül, yalnızca konuya dair bilgisi bulunanlarca anlaşılan bir dille de konuşabilir. Diyelim ki zor bir eser veya zor bir konu hakkında bir yazı kaleme alacaktır. Konunun müşkülâtı yetmezmiş gibi bir de üst perdeden bir dille yazınca eleştiriden maksat hâsıl olmayacaktır. Buna göre eleştirmenin bir görevi de meseleyi izhar etmek, anlaşılır hâle getirmektir. Çünkü ancak bu şekilde güzeldeki kıymet veya bayağılık fark edilebilir. Bu sonuca varmak için şeyüzerinde, inceden inceye düşünmek ve etraflıca bir görüş ortaya koymak gerekir. Lekesiz’in eleştiri anlayışı da bu dikkate dayanır. O hâlde Müslüman bir sanatçının, eleştiri anlayışı, nazar-rü’yet-basiret basamaklarına istinaden olmalıdır. Bu basamaklar, kelime anlamlarının ilk karşılıklarıyla alırsak bakma-görme-içgörü olarak maddeden manaya geçişin menzilleridir. Sûrette sîreti, eserde asl’ı, dilde usulü ve güzeldeki hakikati görmek, bu menzillere varmakla mümkündür. Şayet ki eleştirmende, bakışın inceliğine dair bir kımıldanma yoksa o eleştirmen, eserin salt büyüklüğüne/küçüklüğüne, görünen niteliklerine, bariz güzelliklerine değinip geçecektir. Bu durumda, nazarın, rü’yetin ve basiretin sağladığı ince dokunuşlar gözden kaçar ve eserin güzellikleri de hiçe sayılır (David Hume, İntihar, Tefrika Yayınları, Eylül 2017, s. 60).
Yakınma ve hiçbir şeyden memnuniyet duymama üzerine kurulu bir eleştiri dili, eleştirinin en aşağısı ve en zayıfıdır. Böyle bir eleştiri metnini yazmak da okumak da vakit kaybıdır. Lekesiz’in eleştiri mantığı, şikâyet dilinden uzaktır. Durum ve tespit cümleleri, sonuç cümleleri, delil cümleleri, örnekleme cümleleri şeklindeki cümle çeşitliliği bile arka planda ne denli zengin bir okuma kaynağının olduğunu göstermektedir. Bugünkü edebiyatın insana hiçbir şey söylemediğinden yakınılması, bazı eleştirmenlerin sığınağıdır âdeta. Farz-ı muhal, bugünkü edebiyatın, insana bir şey söylediğini kabul etseler, acaba ne yazacaklardır, neyden dem vuracaklardır? Mesela bu tarz eleştirmenler, ‘ekmeğin sıcaklığı hissedilmiyor, toprak ve yağmur kokusu yok, olan da yavan ve kekre’ diye yazarken; Lekesiz, ekmeğin sıcaklığının neden hissedilmediğini, bunun arkasındaki psikolojiyi ve sosyolojiyi yazar. Ekmek imgesiyle bugünkü insanın zihninde beliren, geçmişteki emek ve zahmet duygusu değildir artık. Ekmek denilince akla buğday ve toprak gelmez, açlık gelir, para gelir, masada tüketilen bir nesne gelir. “Ekmeğin bugünkü imgesi, doğrudan doğa ile bitişmez. Çünkü (yokluğu çekilmediği sürece) onun kaynağı merak edilmez; fırında başlayıp yemek masasında biter ekmeğin hikâyesi. Para yani alım gücü var oldukça, onun sayesinde sürekli olarak var olacak gündelik, sıradan bir şeydir sonuçta ekmek; hikâyesinde yağmura, kara, verimli toprağa dolgu unsuru olarak bile yer yoktur. Hem yağmur, şehirlinin hareketlerini kısıtlayan bir ‘kâbus’tan, kar, ‘beyaz afet’ten, toprak ‘imara uygun arsa’dan başka nedir ki?” (Ömer Lekesiz, Age., s. 113)
‘Müslümanca bir eleştiri anlayışımız’ veya ‘İslâmî bir eleştiri anlayışımız’ neden yok sorusu isyan ile malûldür. İsyan ile malûldür, çünkü ötesi yoktur, bu kadardır, sadece cılız, sönük bir isyandır. Bu soru zaman zaman sorulmakta, ilk sorulduğu anda epey dikkat çekmekte, fakat soruyu soranın da bir çare bulamayışı gözlemlenildiğinde derhâl ‘oradan’ uzaklaşılmaktadır. Her genelleme içinde bir hata barındırır. Fakat genelleme yaparak söylemek de kaçınılmazdır. Bu isyanı yapanlar, daha isyanlarını dile getirirken bile İslâmî bir dilden uzaktırlar. Ne yazık ki insanı, İslâm’dan soğutacak denli galiz bir dil ve üslup kullanırlar. Lekesiz’in Yılan Islığıyla Serenadkitabı özelinde ve genel olarak bütün kitaplarında, İslâmî bir eleştiri anlayışının, kelimenin tam anlamıyla gürül gürül devam ettiği görülür. Âyet ve hadisler ışığında yaptığı açıklamalar, ‘bizim dünya görüşümüz’ diye başladığı cümleler; fakih, mutasavvıf, derviş olarak bilinen birçok Türk ve yabancı düşünürlerden yaptığı aktarımlar; geleceğe, geleneğin yorumuyla ve bilgisiyle baktığı meseleler, Lekesiz’in İslâmî düşünce ve eleştiri konusundaki gayretini gösterir. Bu nedenle ‘İslâmî bir eleştirimiz yok’, ‘Bugünkü eleştiri gelenekten beslenmiyor’ yaygarası yerine, bu gayrette olanların ön plâna çıkarılması, parmakla işaret edilmesi, referans olarak gösterilmesi ve izlerinin takip edilmesi çok daha yararlı, onarıcı ve yapıcı olacaktır.
(İTİBAR DERGİ, SAYI: 90, MART 2019’DAN AKTARILMIŞTIR)
İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.