Menu
RECEP SEYHAN'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • RECEP SEYHAN'LA SÖYLEŞİ

RECEP SEYHAN'LA SÖYLEŞİ

Recep Seyhan öyküleri, tematik açıdan Anadolu diline ve yaşantısına yaslanır. Anadolu yaşamını tatmış, Anadolu kültürünü anlatan hikâyeler dinlemiş birine, Seyhan’ın öyküleri tandırda pişmiş sıcak bir ekmek gibi gelir. Anadolu yaşamını tatmamış biri, Seyhan’ın öykülerinden kopabilir. Anadolu söyleyişleri ve deyişlerini sıkça kullanması, bunlara aşina olanın dimağına bir lezzet bırakırken, yabancı kalan biri için öykünün ahengini bozan bir unsurmuş gibi durabilir.

Çocukluk izlenimleri, bir öykücünün yanından ayırmadığı bir kitap, göğsünün üzerinde taşıdığı bir mendil gibidir. Seyhan’ın öyküleri boyunca, çocukluk izlenimlerinden tatlı-acı terennümler dinleriz.

Zor anlarda, insanın içinde bir mücadele başlar. İyi ses ve kötü sesin volümleri şiddetlendikçe insanda bir şaşkınlık hâli belirir. Seyhan, bu hâli öykülemede oldukça başarılıdır. İnsanın yüzleşmekten kaçındığı şeyleri öykülemeye özen göstermiştir.

Seyhan ile öykülerine ve öykünün son dönemdeki dil ve anlatımına dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Öykünün içimde iyice yoğunlaşmasını bekler, yazmaya öyle koyulurum.” “Öykü yazmak için küçük notlar alırım, sonra bunların toplamından bir öykü çıkar.” “Uzun uzun yürüyüşler yapar, kendimi masaya oturmaya ikna ederim. İkna olduğumda öykü gelir, kendini yazdırır.” Bu cümleler, öykünün konuşulduğu mekânlardan zihnimde kalanlardan bazıları. Bu cümlelerin türevleri sizde de vardır. Bahseder misiniz biraz?

O cümlelerin hemen hemen aynısını bizimle yapılan başka bir söyleşide ifade etmiştik. Doğrudur, bende de oluyor bunlar. Öykü yazmak için oturmam. Öykünün parçaları ya da anekdotları daha önce not alınmıştır. Bu, kendi başına anlamı tümlenmemiş sözcükler de olabilir parça cümleler de… O notlar, kafamda büyüyerek bir forma bürünür, sonra zihnimdeki oluşumlarla eldeki notlar kendiliğinden birleşerek çatıyı inşa ederler ve bana öykünün yazılma zamanının geldiğini duyururlar. Bu bir sestir sanki. O sese uyar ve o zaman otururum. Yazmaya başlayınca öykünün istikametinde değişiklikler yaşanabilir.

Son dönem öykücüleri açısından değerlendirdiğinizde, tahkiye geleneğimizden yeterince besleniyor mu öykücüler, ne söylersiniz?

Genç öykücülerden okuduğumuz metinler böyle bir algı doğurmuyor. İstisnalar olabilir. Bu ürünler okunmadan da elbette öykü yazılabilir ama bir şeyler eksik kalır. Genç yazarlar, anlatım geleneğimizi keşfetmelidirler. Geleneği önemsiyorum. Bendeniz, bu mülahazalarla, geçtiğimiz yıl sonuna doğru bu havuza “bir damla su” daha ilave ederek Hatem Tayî Hikâyeleri’ni (yazı çeviri yoluyla) yayımladım. Gelenekten yararlanmak, oradaki anlatımın aynıyla sürdürülmesi anlamına gelmiyor; buna gerek de yok, doğru da olmaz zaten. Tahkiye geleneğinden beslenmekten; bu geleneği modern anlatım imkânlarından yararlanarak farklı bir düzleme taşımayı anlıyorum. Bu konuda başarılı yazarlar var. (Rasim Özdenören çok farklı bir çizginin ustası. Ama onun bu kaynaklara vâkıf olduğundan hiçbir kuşkumuz yok.) Mustafa Kutlu, tahkiye geleneğinden beslendiğini eserlerinde somutlaştıran bir yazar. İlk elde, bu gelenekten beslenen ve modern; hatta postmodern anlatım imkânlarını başarılı biçimde kullanarak yeni formlara ulaşan İhsan Oktay Anar, Hasan Ali Toptaş, Cemil Kavukçu, Hüseyin Su, Mustafa Çiftçi gibi yazarları anabilirim.


Çocukluk dönemi, yazarların/şairlerin/öykücülerin en temel besin kaynağı. Çocukluğunuzda yaşadığınız bir şey, bir öykünüze konu olduğunda bir sonraki öyküleriniz
için de bir esinlenme kaynağı olabiliyor mu tekrar? Bu soruya cevabınız, öykücünün an’lara bakışına dair bir fikir verir diye düşünüyorum.

Kesinlikle oluyor. Burada bir problemle karşılaşmak da mümkün ki o da tekrara düşme riski. Bu riski atlatmanın yolları var. Yaşadığınız bir olay veya durum farklı yerlerden bakınca farklı anlamlara hatta farklı biçimlere bürünebilir. Burada anlam bilgisi; o bilginin içinde anlamı çoğaltma, farklı anlam katmanlarına ulaşma gibi anlam ve anlatım imkânları devreye giriyor. Şu an aklıma gelen fakat hikâyelerimde işlemediğim bir çocukluk yaşantısı var. Şöyle: İki kafadar çocuk, akşamdan yağmur yağdığı için sokakların çamurlu olduğu bir gün, sabahın erken sayılabilecek saatlerinde, komşunun tam da kapı eşiğindeki eski bir kağnı tekerleği üzerinde şamata ile “çöğdüm çüş” oynuyorlar. O sırada ev sahibi çıkıyor ve çocuklara çok çirkin sözlerle bağırıp çağırıyor, onları kovalıyor. Çok korkuyor çocuklar. O kadar hızlı kaçıyorlar ki o koşuşla herkes kendi evinde alıyor soluğu. Eve vardıklarında bile adamı hâlâ peşlerinde sanıyorlar. Şimdi burada, dört farklı enstantane var ve bunların her biri farklı öyküde işlenebilir. İlki, başkasının mahremiyetinde veya tehlikeli sayılabilecek bir yerde oyun çıkarmanın tadı; ikincisi, adamın kapıdan çok öfkeli çıkışı, o sırada, sabi denecek yaştaki çocuklara galiz küfürleri ve bunun çocuklarda yarattığı travma… Üçüncüsü; peşinizde sizi soluk soluğa kovalayan bir adam; dördüncüsü de soluk soluğa, derin kaygı ve korku içinde eve gelindiğinizde evdeki durum. Bunun gibi…

Hece Öykü 79’daki inceleme yazınızda, öyküde bir dil felsefesi olduğunu ifade ediyorsunuz. Öyküdeki dil felsefesi ifadesini nasıl anlamalıyız, tam olarak nedir bu ifade?

Genelde yazı, özelde kuramsal metinler bir dil faaliyetidir. Dil çalışmalarının içinde hayal, düş, gerçek, gerçeklik, var oluş gibi ontolojik ve metafizik alanlar vardır. Ontoloji ve metafizik kavramları felsefenin de ilgi alanındadır. Filozoflar, felsefe yaparken hep dili kullandılar. Dil felsefesi tam da buradan doğdu. Demek ki dilin felsefe ile sıkı akrabalığı var. Dil düşüncenin hammaddesidir. Dili tanımak bir bakıma düşünceyi yani insanı tanımaktır. İnsanı tanımak; psikolojiyi (insan davranışlarını) ve felsefeyi (varlığı, hayatı, ölümü, eşyayı, dünyayı ve kendini sorgulamayı) bilmekten geçiyor. Kuramsal metinlerle meşgul olan bir yazarın bu disiplinleri bilmesi beklenir.

Daha somutlaştırmam gerekirse; buna (ilgili incelemede) Bahtiyar Aslan’dan şu cümleyi örnek vermiştim: “Ne tuhaf! Senin geleceğini söyleyeni, gelmeyerek sürekli doğruluyorsun.” Şimdi bu cümlede görünürde bir anlam çelişkisi var. Oysa gerçek böyle değil. Bunu orada anlattım. Yazar, bir cümleye koca bir dünyayı sığdırıyor. Bu, bize, o hikâyecinin bir dil felsefesine sahip olduğunu ve dilin anlam alanlarına vâkıf olduğunu düşündürüyor.

Dil felsefesi; dilin köklerini, anlam katmanlarını, işlevlerini, bilişsel niteliklerini, dil ile gerçeklik arasındaki ilişkileri sorgulayan felsefe etkinliğidir. Anlambilim (semantik), göstergebilim (semiyoloji), yapıbilim (morfoloji), sözdizimi, (sentaks, cümle bilgisi) gibi disiplinler, dil felsefesinin içinde yer alan disiplinlerdir.

Aristoteles-Platon tartışmalarından (Poetica-Diyaloglar) bugüne dil felsefesi üzerine kafa yoran Steven A. Pinker, Wilhelm von Humboldt, Ferdinand de Saussure “dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyen Wittgenstein, Roman Jakobson; Amerika’nın asi çocuğu Noam Chomsky gibi dilbilimciler aynı zamanda filozof kimliği de olan adamlardır. Jean F. Lyotard, G. Vattimo, J. Derrida; M. Foucault, R. G. Barthes gibi Postmodernizm’de adı geçen öncülerin dil üzerine görüşleri de bir tür dil felsefesidir.

Son kitabınız Metal Çubukların Dansı’nda 15 Temmuz’a da yer veriyorsunuz. Siyasi ve toplumsal meseleler açısından son dönem öyküsü nasıl bir etkilenme içindedir? Bu etkileniş, öykünün dünyasına ve diline nasıl yansımıştır?

Coğrafyamızda akan kan ve gözyaşı yazılıyor; Selvigül K. Şahin ve Cemal Şakar yazdılar. Bizim ikinci kitapta bir öykümüzde Racel Corrie’nin hikâyesi işlenmişti. Siyasi boyutu olan meselelere gelince; bu meseleler sanat serlerine sıcağı sıcağına yeterince yansımaz; yansısa da bu çok sağlıklı olmaz kanaatindeyim. Bunun iki sebebi olabilir: Toplumu derinden etkileyen olayların sosyal yapının kılcal damarlarına inmesinin zaman alması; olayın sıcaklığının sanatçının bakışında yanılsamalara sebep olma ihtimali… Şahsen ben bu mülahazalarla bir 15 Temmuz öyküsü yazmazdım; ama o öykünün ilginç bir tarihi var: Öykü 15 Temmuz’dan önce “Dağ Öyküleri” başlığı altında faklı bir formatta ve farklı bir dille yazılmış ve demlenmeye alınmıştı; yani orada güneşe hasret kalan bir ülke ve orada, uzaklarda bir yerlerde ara sıra göründüğü rivayet edilen güneşi, bir yolunu bulup pazarlayan bir adam zaten var idi. Derken 15 Temmuz olayı oldu. Baktım; öyküde yaşanan bun; güneşi pazarlayan ve koca bir ülkeyi neredeyse ipotek eden adam tam da 15 Temmuz’daki faile denk düşüyor. Bunun üzerine öykünün ana çatısını ve dilini hiç değiştirmeden sadece ekleme veya çıkarmalarla yeniden düzenledim ve öykünün kitaptaki hâli ortaya çıktı. Yani 15 Temmuz geldi öyküyü giyindi.

Bazı öykücülerin dillerinden düşürmedikleri bir sözcük var: Anlatı. Anlatı’yı bir edebi tür olarak değerlendirenler olduğu gibi edebi tür kategorisinde görmeyenler de var. Nedir anlatı denilen şey?

Anlatı; yapısı, kuruluşu ve teması itibariyle öyküye benzeyen ancak bir öyküde bulunması gereken özellikleri tam da taşımayan anlatımlar için kullanılan bir adlandırma. Başka ifadeyle kendisine bir ad bulmakta sıkıntı yaşayan; hatta türler içinde kendisine bir yer arayan anlatım. Anlık duyguların ve o sırada zihne üşüşen çağrışımların kotarılması ile doğaçlama bir şekilde oluşuyor genelde… Bu tür metinler, talihsiz metinlerdir; sıcak ev ortamından uzakta, otel köşelerinde yalnızlık çeken duygu dolu adamlar vardır hani, onlara benziyor bu metinler. Anlatı türü diye somutlaşmış bir tür oluştu mu bilmiyorum ama Tezer Özlü gibi velut yazarların başarılı anlatı örnekleri var. Tahsin Yücel, “temelinde söz bulunan her bildirişimin bir anlatı sayılabileceği” görüşündedir. Mahir Ünlü de anlatıyı “sanatsal nitelikli düz yazı” olarak görüyor. Kısaca anlatı metinleri doğrudan üslupla ilgili ve hafife alınacak metinler değil.

Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

HATİCE EBRAR

İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.