Menu
HÜSEYİN SU İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • HÜSEYİN SU İLE SÖYLEŞİ

HÜSEYİN SU İLE SÖYLEŞİ

Hangi türde yazarsa yazsın, yazarın çehresinin eserinde göründüğünü düşünüyorum. Hüseyin Su’nun aydınlık çehresi de öykülerine ve öykü dışındaki yazılarına sinmiştir. Söyleşileri aracılığıyla bir şikâyet hâli olarak belirttiği, yazma konusundaki müşkülpesent tavrı, onun eserlerini güzelleştiren bir durum olmuştur.

İnsanın iç yaşantısında olup bitenleri, bir yaradan kurşun çıkarır gibi hikâye eder. Sözün en güzelini söylemek için Türkçenin bütün imkânlarını kullanır. Bazı insanlar, ağızlarından çıkan sözcüklerin kendilerini dinleyenlerin gözünde canlanmasını sağlamakta mahirdir. Mesela kediden bahsetse, kedinin gelip dizlerimize yumulduğunu zannederiz. Su dese, suyun düştüğü yerde bıraktığı o kırılgan sesi duyarız; yağmur dese, alnımıza değen damlaların serinliğini hissederiz. Hüseyin Su’nun cümlelerinde, gözümüzde canlanan, sonra da kalbimize ve zihnimize ağan bir şeyler var. Bu etki, öykülerdeki tiyatral yönün ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Özellikle Aşkın Hâlleri kitabının öykülerinde bu yön çok belirgindir.

Hüseyin Su, öykülerinde öne çıkarmak istediği şeyi, öykünün düşünsel ve duygusal yatağına çok iyi yerleştirir. Aşk/sevgi ve hüzün/sevinç, en temel insanî duygu olarak bu anlamda öne çıkan temalardır. Öykülerinin giriş ve sonları, bir şiirin başlangıç ve bitiş mısraı kadar iyidir ve dokunaklıdır. “Yiğidim Ya Ona Gücüm Yetmiyor” öyküsünün girişi ve sonu buna en güzel örnektir. Öykünün “Züleyha mısın zâlim.” diye başlamasıyla telmihte bulunması; öykü sonunda “Kalbimde tamir edilmez bir yırtık var.” demesiyle Yusuf’un arkadan yırtılan gömleğine atıf yapması öykülerindeki dil ve kurgu işçiliğini gösterir.

Mahfuz Zariç’in -Hüseyin Su öyküleri hakkında söylediği- “Hatırdan Çıkmayan Tipler” nitelemesini ödünç alarak Hüseyin Su, “Hatırdan çıkmayan öykülerin/hikâyelerin anlatıcısı” desek abartmış olmayız. Çünkü Hüseyin Su, Ömer Lekesiz’in deyimiyle “…kendileriyle rahatça içselleştirebileceğimiz kahramanlar ve rahatça içselleştirebileceğimiz mekânlar sunmuş”tur bize. Bu bağlamda, Hüseyin Su ile öyküyü ve öyküsünü konuştuk.

Tüneller (1983), GülşefdeliYemeni (1998), Ana Üşümesi (1999), Aşkın Hâlleri (1999)isimlerinde öykü kitaplarınız var. Bu kitapların daha sonra yeni baskıları yapıldı. Hüseyin Su, 1999’dan bu yana, öyküleri konusunda, okurlarını neden bu kadar bekletti ve hâlâ da bekletiyor?

Evet, araya uzun bir zaman girdi. Böyle olması gerekiyormuş demek ki. Hayatta her şey kendi mecrasında akıp gidiyor. Bizler, her ne kadar hepsini kendimizin yapıp ettiğini sansak da... Böyle olmasını istemezdim şüphesiz. Böyle olmasında hayır varmış, demekten başka yapacak bir şey yok. Dergilerin, yayınevinin trafiği kendi yazdıklarımıza zaman ayırmamıza fırsat vermiyordu. O dönemde on dokuz yılda beş kitap yayımlamışım. Çok az elbette. Hâlbuki son iki yılda yayımladığım kitapların büyük bölümü o yıllarda yazılmıştı. Kendi elime, ayağıma bağ olan bazı prensiplerim vardır. Bunları savunacak değilim; ama bunlardan dolayı yerinecek de değilim. Hâlâ doğru yaptığıma inanıyorum; yazarlığımın aleyhine de işlemiş olsa bu süreç. Biz nasıl bakarsak bakalım, her iş mutlaka kendi zamanında gerçekleşiyor. İnşallah sağlıkla, hayırlısıyla yayımlamaya devam edeceğiz. Üç öykü kitabımız var elimizde, önümüzdeki zaman içinde bir yandan bunları yayımlarken bir yandan da yazmaya devam ederiz umarım. Diğer kitaplar için de öyle. Sadece meşguliyet değil mazeretimiz, biraz da müşkülpesendim galiba. Üzerinde çalıştığım bir iş, elimden çok zor çıkar. Bir cümleyi değiştirsem, birkaç gün defalarca döner bakarım yeniden. Bu huyumdan çok şikayetçiyim. Çalışmayı, bitirmeyi zorlaştıran bir huysuzluk çünkü. Hatta kitaplar yayımlandıktan sonra bile defalarca okurum ve keşke şunu şöyle, bunu böyle yapsaydım, diye hayıflanırım. Hâlbuki, insan elinden çıkan her şey eksiktir. Her ne kadar dergilerin ve yayınların trafiğine dışardan bakanlar öyle düşünmeseler de en azından kendi yazma zamanımı kullanırken, itiraf edeyim, biraz da tembel olduğumu söylemeliyim. Sonuçta, ancak elimizin emeği var.

Yazı konusunda oldukça verimli bir kalemsiniz. Şöyle bir baktığımızda “Hüseyin Su Kitaplığı” oldukça göz dolduruyor. Başka türlerde de yazılar yazmak, öyküyle aranızın açılmasına sebep oldu mu?

Değilim, ne yazık ki verimli değilim. Bugünlerde Takvim Yırtıkları (üç cilt) çıkacak. Ardından İçkanama, onun ardından da inşallah Entelektüel Öfke. Öykümüzün Hikâyesi’nin yenilenmiş yeni baskısı olacak. Bir de deneme kitabımız var ve diğerleri... Belki yıl sonuna kadar sizin hüsnüniyetinizi boşa çıkartmayacak bir durum olabilir. Biraz tembel ve müşkülpesent olduğumu söyledim. Bu bir şike değil, gerçekten öyleyim. Ayrıca ben, sular seller gibi yazan bir yazar da değilim. Bu durum da ister istemez verimliliğimi önlüyor galiba. Tabiî ki bütün bu değerlendirmelerimiz görecedir. Az yada çok, kolay veya zor, eninde sonunda her yazar, kendi yazacağını yazıyor. Elimizden gelini yaptıktan sonra bununla yetinmeye de razı olmamız gerekir. Yine de elimizden geldiği kadar ve sorumluluğumuz bağlamında yazımızı yazmaya gayret edeceğiz. Denemeler, incelemeler de yazmanın, öyküye ayırmamız gereken zamandan çaldığını söyleyebiliriz belki. Fakat bu türlerde yazdıklarımızın da yazımıza dahil olduğunu biliyoruz. Yazı, inancı, düşünceyi, siyasayı da içerir. Ayrıca her sanatçının, poetikasını düşünmesi, yazması da gerekir. Ben bu tür poetik yazıların, şairin şiirini, öykücünün öyküsünü, romancının romanını beslediği kanaatindeyim. Yalnızca şiir, öykü, roman, deneme, eleştiri... yazan sanatçılar da var ve duruşları, çabaları takdire değer. Önemli olan sadece ‘yazı hâli/vecd hâli’ üzere olmaktır. Niyetimizi de yazımızı da koruyacak olan budur. Ancak bu hâlin dışındaki, yani yazı dışı ilgiler elimizin terazisini bozabilir; tecrübeyle sabittir! Buna dikkat etmek gerekir.

Nuri Pakdil, yazı yazamadığı zamanları “yılan yıllar” olarak değerlendirir. Hüseyin Su, öykü yazamadığı zamanlar hakkında neler söyler?

Ürpertiyle akıp geçti zaman, demek istiyor galiba. Doğrudur. Nuri Pakdil’in bu cümlesi, aynı zamanda bir yazarın, zamanı yazar olarak yaşamasının nasıl bir duygu hâli ve nasıl bir dikkat olduğunu da gösteriyor bize. Varlığınızı yazarak ifade etmek istiyorsunuz, böyle inanıyorsunuz. Yazarak müdahale ediyorsunuz olup biten ve tanık olduğunuz her şeye. Kaleminizin ucuyla, tuşlara dokunarak, sesleri bir araya getirerek, sözcükler, cümleler oluşturarak... Yazamadığınız zaman, kendinizi atıl, boşlukta, eylemsiz, hatta yaşamamış hissetmeniz çok doğal değil mi? Ne ki, insanlık hâli, hepsi oluyor. Bu açıdan, yazmayı, her zaman bir trafik akışının içinde olmak gibi düşünürüm. Ya sürekli hareket hâlinde olacaksınız ya da kenara çekilip bekleyeceksiniz; yazmadan geçen zamanın yılan gibi ürpertiyle yanınızdan akışını izleyeceksiniz. Dokunaklı, hırpalayıcı, acıtıcı, hatta yaralayıcı bir durum şüphesiz. Yazarların anılarında, günlüklerinde, yazamadıkları zaman nasıl çırpındıklarını, kendileriyle nasıl savaştıklarını, o acıyı nasıl hissettiklerini görürüz. Sadece yazamadıklarında değil, okuyamadıklarında da aynı hâli yaşarlar. Nuri Pakdil’in buhâli nasıl yaşadığına çok tanık oldum. Dostoyevski’nin kendi anılarında ve eşi AnnaGrigorievna Dostoyevski’nin anılarında, günlüklerinde, Tolstoy’un ve eşi Sofiya Tolstoy’un anılarında, günlüklerinde ve daha başka yazarların hayatlarında bunun sayısız örneklerini görürüz. Bu anlamda bir yazma sancısı’nın, bir de yazamama sancısı’nın olduğunu söyleyebiliriz. Her iki sancı da bir yazar için doğum tecrübesine eştir. Bu hâl, hepimiz için bir ağırlık hâlidir. Yazdıklarımız da yazma hâlimiz de yazamadıklarımız da çok ağırdır; şüphesiz bunu hissedecek kadar yazıya yakınsak...

Ana Üşümesi, GülşefdeliYemeni, ve Aşkın Hâlleri’ne baktığımızda, “aile dramlarını, kuşak ve cinsiyet çatışmalarını, içsel huzursuzlukları, ruhsal boşlukları, kimlik sorunlarını” (Ömer Lekesiz; Öykü İzleri, s.81) işlediğinizi görüyoruz. Kitaplarınızın ağırlıklı olarak bu temalarda şekillenmesinin arka plânında ne var? Bu soruya vereceğiniz cevaba bağlı olarak öykülerinizin izleği konusunda, okurlarınız daha geniş bir bilgiye sahip olacaktır, diye düşünüyorum.

Aslında cevap çok klâsik ve bilinen bir şeydir: Yazar, sanatçı, yorumcuların, eleştirmenlerin, okurların sanat ve edebiyat eserinden çıkardıklarının çoğunu önceden düşünmez. Her ne kadar plân, program yaparak çalışmış olsa bile. Pek mümkün de değildir bu. Bilimsel verilerle yola çıkmaz sanatçı. Varacağı yer de o kadar net olarak belli değildir. Buradan, sanatçı ne yazacağını bilmez, sonucunu da çıkarmamalıyız şüphesiz. Eninde sonunda insanın içine bakmaya çalışarak yazıyorsunuz. Olayı da yazsanız, doğayı da yazsanız, insandan bakarak, insanla birlikte bakarak yazıyorsunuz. Kötülüğü de iyiliği de; güzeli de çirkini de görüyorsunuz, görebilme yetiniz kadar. Bir metnin, sanat eserinin ikinci, üçüncü bir kişi tarafından okunması, incelenmesi, eleştirilmesi, eserin katlarının açılması, dokusunun çözülmesi ve yeniden bir anlam bütünlüğüne ulaşılması demektir. İkinci kişilerin çabaları da bunu en iyi bir biçimde başardıklarında değerlidir. Bu yönüyle eseri hak ettiği, bulunması gereken yere taşımak işlevi de görürler. Bir sanat eserinin üzerine yazılan eleştiriler ve incelemeler, eserin hacmini çok aşar. Bu da sanat eserinin çoğalmaya ne denli müsait olduğunu gösterdiği gibi ‘okuma’ eyleminin ne denli büyük bir emek olduğunu da gösterir. Öykülerimiz için yaptığınız tasnifler, ana çizgileriyle doğru bir okuma olduğu kadar, sanırım bir o kadar dışarıda bıraktıkları da vardır. Çünkü sanat eserlerinin geçişkenlikleri kategorize edilerek bütünüyle ortadan kaldırılamaz. İnsanî plânda bakılınca, bütün hâllerimiz birbirine bağlıdır.

Öykülerinizde, kadına dair önemli vurgular var. Bu vurguların ardında, ‘aileyi/toplumu inşa eden kadındır’ düşüncesi mi yer alıyor?

Tam olarak bilemiyorum doğrusu. Böylesine bir değer yargısından hareket ederek hiçbir öykü yazmadım. Öykülerin karakterlerini kurgularken de bu düşünceden hareket etmedim. Şüphesiz bu değer yargısını tartışmıyorum. Cinsiyetçi bir ayrım yapmadan bakınca da büyük oranda doğrudur. Belki şu daha doğru olabilir. Toplum ve aile kültümüzde bu yargının etkisini, izlerini çok gördüğümüz için hayatımıza yansıdığı kadar, insanı, toplumu yazarken zihnimize, dilimize de yansıyor. Geleneksel kültürle birlikte içselleştirmiş olduğumuz bir insanî algıdan söz edebiliriz. Bir sorunu, değeri, yanlışı, doğruyu yazmak istediğimizde bu algı kendiliğinden bakış açımızı belirliyor olabilir. Gördüğünüz gibi sizin yargınızı kabullenmiş durumdayım sanki; yazarlığımı, düşünce ve duygu dünyamı belirleyen algıyı temellendirmeye çalışıyorum. Daha önce de buna benzer tespitler yapıldı. Öykü kişileri içinde kadınların daha çok olduğu, kadınların dünyasını yazarken daha derinden bakabildiğim... gibi bazı görüşler aldım. Bunların içinde doğru bulduklarım da abartılı bulduklarım da oldu. Bütünüyle sizin düşündüğünüz gibi olmadığını söyledim. Bir başka etkenin de kadınların çok ve egemen olduğu bir aile içinde büyüdüğümün sanılmasıdır ki gerçek böyle değildir. Ailemizde iki kadın vardı; annemle ablam. Ablam ben doğmadan evlenip gitmişti. Kadınların dünyasına dair en iyi tanıdığım kadın annemdir. Halalarım vardı ama öykülerime yansıyacak kadar yakın değildik, onları da yeterince tanıyamadım. Açıklayıcı iki nedeni olabilir belki bu durumun: Birisi, insan psikolojisiyle çok ilgili oluşumdur. Hem kendi özelimde kendi içime,hem de tanıdığım insanların içine bakmayı severim. İnsanları daha çok iç hatlarıyla tanımak isterim her zaman. Bende kalıcı olan yanları hep böyle ruh çizgileriyle olmuştur. İkincisinin de okumalarım olduğunu düşünüyorum. Edebiyat metinlerini bile bu gözle okurum. Bazen olayı unutur, karakterlerin iç dünyalarına dalar giderim, yazarın yazmadıklarını düşünürüm. İnsanın içindeki uçuruma bakmak çekici gelir bana.

Öykülerinizde Anadolu insanını anlatıyorsunuz. Anadolu’ya dair bir şive yerine Anadolu’da bir nesneye/eşyaya yahut bir olaya verilen özel bir adı kullanmayı tercih ediyorsunuz. Nitekim, ‘Gülşefdeli’ ve ‘ibrişim’ sözcükleri lisede, öyküleriniz aracılığıyla öğrendiğim kelimeler olmuştu. Buradan hareketle, Anadolu insanının kullandığı sözcükler, öyküleriniz için ilham kaynağı olmuş mudur?

Edebiyat dilinin şiveye dayalı olmasını çok doğru bulmuyorum. Bunu yapan ve kahramanlarını yörelerinin şiveleriyle, ağızlarıyla konuşturan sayısız yazar var. Belki de gereklidir, bilemiyorum. Bana böyle bir anlatım, sanki taklitmiş gibi geliyor. Köy romanları, öyküleri ve tiyatro eserleri, hatta şiirleri bile böyle bir dille yazıldı, bu da uzun süre siyasal, sosyal, toplumsal bir gerçekçilik adına yapıldı, çok da ilgi gördü. Ne ki gelip geçti; sel gitti, kum kaldı; o eserler de dilleri de unutuldu ve asıl Türkçe ile yazılan eserler hâlâ yaşıyor. O insanlar böyle konuşuyor, deyip geçemeyiz; biz o insanları edebiyat metinleriyle anlatıyorsak eğer, yüzyıllar içinde oluşmuş, halkın duyarlığını sindirmiş bir Türkçe ile yazmamız gerekir. Dili zenginleştiren, güzelleştiren, sağlamlaştıran ve işleyen edebiyattır, sanattır. Düşünce ve siyasa da bu dille yapılır. Bizim buradan bakmamız gerekir. Bu ilkeye dikkat etmeye çalışıyorum yazarken. Türkçenin maruz kaldığı siyasal baskılar nedeniyle tarihsel, kültürel imkânlarından gereği kadar faydalanamadık. Bu baskılar yeni yeni kırılıyor. Dil bilinci ve dil zevki, ancak işlenmiş bir Türkçeyle yazılan metinleri okuyarak kazanılabilir. Bazen söylediğiniz gibi oluyor. Bir sözcük, insana farklı bir dünyayı yazma kapısını aralayabiliyor. Gülşefdeli Yemeni öyküsü böyle doğmuştu. ‘Gülşefdeli’ sözcüğünü ilk duyduğumda, adı olduğu eşyadan daha çok sözcüğün kendisiyle ilgilenmiştim. Ama sizin bu sözcüğü ilk kez bu öyküden öğrenmeniz çok şaşırtıcı geldi bana. Sizin yaşadığınız şehirde karşılaştım ben yıllar önce ‘Gülşefdeli’ ile. Siz doğduğunuzda görmüş olmalısınız hâlbuki. ‘İbrişim’ sözcüğü hem halk dilinde hem de edebiyat dilinde çok yaygındır. Türkülerde de çok geçer. Seyranî’nin şu dörtlüğünde gördüğümüz gibi: ‘Sevdiğim değildin böylece ezel/Ömrümün bağına düşürdün gazel/İbrişimden nazik sandığım güzel/Meğer pulat gibi bükülmez imiş.’ Türkçenin çok güzel ama kullanılmayan sözcükleri var, bunları yazarak yaygınlaştırmak gerekir. Hep söyler ve yazarım; Türkçenin en güzel sözcüklerinden birisi de ‘gelin’ sözcüğüdür.

Öyküleriniz, insanın duygu ve düşüncelerinde farklı bir dokunuş ve haz uyandırdığından olmalı, öykü yazma ritüeliniz merak ediliyor. Biraz bahseder misiniz, öykülerinizi nasıl yazarsınız?

Öykü yazma hâlimde şikayetçi olduklarım da var, hoşuma gidenler de var. En başından bir edebiyat hayatı, yazı hayatı kurmamız mümkün olmadı. Yalnız bu durumu bir şikayet olarak almamak gerekir. Edebiyat ve yazı hayatı’ndan kastım entelektüel özentiler, afralar, tafralar değil, şudur: Okumanın ve yazmanın, düşünce ve eser üretimi açısından hakkını verebilecek bir hayat yaşamak. Bazen tercihlerimiz, bazen de zorunluluklar gereği her zaman bu mümkün olmadı. Yazı dışı işler ve ilgiler, daha çok zamanımızı aldı. Beşerî olarak hayıflansak da şüphesiz hangisinin daha hayırlı olacağı, olduğu konusunu bilmeyiz; böylesi hayırlıdır, demek gerekir. Öyledir de. Bir olaydan hareket ederek öykü yazamam; daha önce de söylemiştim, imgelerden, simgelerden, bir düşünceden, sorundan, güzellikten, sözcükten hareket ederek yazarım.Hemen oturup yazamam. Günlerce kafamda gezdiririm yazacağım öyküyü. Çok az ve küçük notlar alırım. Sonra çoğunu da kullanmam. Kafamda oluşan ana çizgiler üzerinden yazarım. Ana çizgiler çok değişmez ama öykünün iç akışında hiç beklenmedik gelişmeler olabilir. Genellikle bir iki oturumda yazmaya çalışırım. Günlerce gelip gidip yazamam. Eklem yerlerinin soğumamasına dikkat ederim. Araya zaman girdiğinde öyküye geri dönmek, terkedilmiş bir eve dönmek gibi gelir bana. Zor yazdığımdan size de ve bir kez daha şikayet edeyim bu vesileyle. Mutlak olmasa da sükûnet isterim yazdığım her mekânda. Yazdığım sayfada başka gözlerin dolaşmasına katlanamam. Huzursuz olurum. Yazmanın mahrem bir yanının ve duygusunun olduğunu düşünürüm. Yayımlanma aşamasına gelmeden, yani bitmeden kimseye gösteremem. Öykü bitinceye kadar sıkıntı devam eder ama bittiğinde de tarifsiz bir mutluluk kaplar zihnimi. Yazma ritüellerinin söze gelmeyen yanları da var şüphesiz.

Gerek Batı edebiyatından, gerek Türk edebiyatından okumalar yaptığınızı yazılarınızdan anlıyoruz. Öykü bağlamında, Batı edebiyatından ve Türk edebiyatından kimler okunmalı ki öykü dağarcığımız gelişsin?

Bir yazarın okumasının iki yönü vardır galiba. Birisi genel, diğeri de özel, yani kişiye özgüdür. Belki benim için böyledir. Genel olanı, her okur ve yazar için, Türk ve dünya edebiyatı denilince hemen akla gelebilecek, bilinmesi gereken, işaret taşları anlamı taşıyan yazarlar ve eserleridir. Bunlar bazen klâsikler, bazen türün önemli, vazgeçilmez isimleri ve eserleri, bazen de bilgi için başvurulması gereken eserlerdir. Bunlar hepimizin ortak okumaları sayılabilir. Öykü ve roman yazarları için masallar, destanlar böyledir. İlyada, Odesa, Binbir Gece Masalları, Dede Korkut Hikâyeleri... gibi. Kronolojik bir edebiyat tarihi de böyledir bence. ‘Türk Öykücülüğü’ denilince de akla gelebilen, böyle ‘temel eser’ sayılabilecek eserler mutlaka okunmalıdır. Bir sanatçı olarak bir yazara yük olabilecek okumalar değil önerdiklerim. Bir edebiyat akademisyeniyle veya bir edebiyat okuruyla sanatçı yazarın okumaları birbirinden farklı olabilir, olması da gerekir. Kişiye özel okuma dediğim bunlardan çok daha farklıdır. Edebiyat anlayışı, yazı anlayışı, tarz, üslûp... gibi kimi hususiyetler nedeniyle kendi yazısının, sanat anlayışının yatağını derinleştirmek için yapılan okumalardır. Bir başka yazar ve okur için sizin bu okumanız pek bir şey ifade etmeyebilir ama sizin için çok önemlidir. Bunlara, aramızda kan bağı olan eserler ve yazarlar, diyorum ben. Böyle eserler için yazar arkadaşlarımız, tam benim tarzım, derler; böyle bir şey işte. Yazar, böyle eserlerden daha çok beslenebilir.Benim için Ses ve Öfke, Deniz Feneri, Ecinniler, Döşeğimde Ölürken, Dalgalar, Doğu Öyküleri... böyledir. Samet Ağaoğlu’nun bütün öyküleri yazma arzusu uyandırır bende. Maskeli Balo, Korkuyu Beklerken, Yüksek Gerilim, İshak, Havva, İdris’in İdris, Dostlukların Son Günü... ve bir söyleşiye sığmayacak kadar çok ve güzel nice öyküler.

Modernite, her anlamda hayatımızın içinde. Onun yansımalarını, öyküde tema olarak gördüğümüz gibi öyküde yeni bir biçem ve dil olarak da görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Postmodern bir yaklaşım ve üslûpla yazılan öykülere nasıl bakıyorsunuz?

Öncelikle hayatımıza, düşüncelerimize ve duygu dünyamıza egemen. Kaçınılmaz şekilde öykümüze hem tema hem de bu temayı yansıtacak biçem olarak girmiş durumda. Kanaatimce burada bir sorun yok. Yaygın ifadeyle söyleyecek olursak eğer; sanatta ve edebiyatta her öz, kendi biçimini, tekniğini vedilini de beraberinde getirir. Ayrıca, sanat ve edebiyat, sürekli yeni arayışları da gerektirir. Bütün bunlar edebiyata, sanata dahildir. Öykü özelinde ele alacak olursak sorunu; modern, postmodern veya klâsik tarzda öyküler yazmanın eleştirilecek veya övünülecek bir yanı yoktur. Önemli olan, bu tür metinlerin birer ‘öykü’ olup olmamasıdır. Yazdığınız bir metin eğer ‘öykü’ olmuşsa, ister klâsik, ister modern, isterse postmodern olsun, öyküdür. Eğer olmamışsa, o zaman da hangi tarzda yazıldığının bir anlamı ve önemi yoktur, çünkü zaten ‘öykü’ değildir. Şunu demek istiyorum: Yazar için iyi öykünün bir dönem veya düşünce sıfatıyla tanımlanmaya ihtiyacı yoktur. Kötü bir öyküyü de böyle bir sıfatla tanımlamak kurtaramaz. Aslında bunu en iyi bilen o öyküyü yazan yazardır. İyi öyküyü, hangi teknik ve tarzla yazılmış olursa olsun beğenerek ve zevkle okuyorum. İyi öykü değilse, en yeni teknikle bile yazılsa okunmuyor zaten. Edebiyat beğenisi gelişmiş bir okuru veya yazarı, hiçbir teknik ve dil tanımıyla, oyunuyla kandırmak mümkün değildir. Kısaca, bir edebiyat eseri (öykü, şiir, roman, deneme vs.) modern, postmodern, klâsik olduğu için iyi veya kötü değildir. Bir de şu var: Sanat ve edebiyat eseri, hiçbir zaman bir ‘oyun’ değildir.

Hüseyin Su, Türkiye’de son dönem öykücülüğü ve öykücüleri hakkında neler söyler?

Son dönem, derken iki binli yıllardan sonra yazılan öyküyü kastediyorsunuz tabiî ki. Güzel şeyler oluyor. Genel olarak sanatın ve edebiyatın irtifa kaybettiği, değerlerin gözden düştüğü bir dönemde öykünün görece de olsa kendi çizgisinde bir ivme kazandığı gözle görülebilecek kadar belirgin. İyi bir şey bu da. Görülen ilgi, hem yazarlar açısından hem de okurlar ve yayınevleri açısından önemlidir. Çok değil on, on beş yıl kadar önce bir öykü kitabı yayımlatabilmek hiç kolay değildi. Hatta şiirden bile zordu. Şimdi yayınevleri öykü kitabı arıyor yayımlamak için. Genç yazarlar, öykü yazıyor hevesle ve bilinçle. İyi bir öykü yazarı, eskiden olduğu gibi rastlantı sonucu çıkmıyor ortaya. Çalışıyorlar, emek veriyorlar ve dergiler, yayınevleri, öykü eleştirmenleri tarafından görülüyor, varlıklarına dikkat çekiliyor. Giderek ciddiyetlerini yitirseler de öykü ödüllerinin de böylesine canlı bir öykü ortamının oluşmasında önemli katkısı var. Öykü günleri ve etkinlikleri de öyle. En önemlisi de çok iyi öykü dergilerinin yayımlanmasıdır. İki binli yıllara dek hepitopu dört beş öykü dergimiz vardı. Şimdilerde sürekli yayımlanan öykü dergisi çok daha fazla. Genç öykücüler, yazdıklarını yayımlamak için çok rahatalan bulabiliyorlar. Dünyanın öykü birikimini de fazla gecikmeden izleme ve tanıma fırsatı bulabiliyoruz. Bütün bunlarla birlikte bugün yazılan öykünün kaçınılmaz olarak önemli sorunları da var kuşkusuz: Bir elekten geçmeyen, kayıt dışı metinler ve Türkçe bilinci ve zevkinden yoksun yabancı dil mantığıyla yazılan öyküler. ‘Bir saat sonra orada bulunuyor olacağım.’; işte bu bir öykü cümlesidir!.. Arayışlarla bunların aşılacağını düşünüyor ve umuyorum. Öykü birikimimiz, öykü yazarlarımıza bu imkânı sağlayabilecek düzeydedir.

Türkiye’de öykü kuramı üzerine önemli adımlar atılabiliyor mu, ne dersiniz?


Elbette, önemli eleştiriler, incelemeler ve kitaplar var öykü kuramıyla ilgili. Büyük oranda Alman ve İngiliz filolojilerinin hocalarının yabancı dillerdeki kuram ve eleştiri örneklerini Türk edebiyatına tatbik etmeleri sonucu bu alanda bir hayli yol alındı. Berna Moran’ın kitapları bu çabanın ilk önemli örneklerindendir. Daha sonraları da yine yabancı kuram ve eleştiri örnekleri üzerinden Türk öykücülüğünün okumaları yapıldı. Bugün küçümsenmeyecek bir birikim oluştu. Tahir Alangu’nun Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman’ı ve sadece öykü alanında, daha sistematik, daha kapsayıcı ve daha eleştirel bağlamda beş ciltlik bir çalışma hâlinde öykümüzün yüz elli yılını değerlendiren ve Yeni Türk Edebiyatında Öykü adıyla yayımlanan Ömer Lekesiz’in büyük emeği, öyküyle ilgili herkesin yararlandığı önemli bir kaynak oldu. Başka önemli kitaplar da var şüphesiz. Yalnız öykü yazmakla öykü kuramı, genel olarak da sanat eserinin yaratımıyla sanat kuramı arasındaki ilişkininne olduğu, neye tekabül ettiği hususu karıştırılıyor sanırım. Özellikle yazmaya yeni başlayanlar için kurama göre yazmak sakıncalı olabilir. Bir önemi yok, okunmamalı, demek istemediği ayrıca belirtmeye gerek görmüyorum. Sanat kuramlarının, daha çok sanat eserini anlamak ve yorumlamak için olduğunu düşünüyorum. Bu konuda ne demek istediğimi,Karabatak dergisinin 20. sayısında Hasan Akay’la yapılan bir söyleşide, Akay’ın verdiği şu örneğin çok daha iyi anlattığını düşünüyorum:Kırkayak’a sormuşlar: Kırk tane ayağın var. Ayakların birbirine dolaşmadan nasıl yürüyorsun? Bilmem, demiş, Kırkayak, farkında değilim. Ama bir yandan da soru kafasına takılmış: Nasıl yürüyorum?.. Ondan sonra da ayakları birbirine dolaşmadan yürüyememiş. Kanaatimce bu örnekle anlatılmak istenen incelik, çok önemlidir. Kuram okuyup ona göre yazmaya çalışan sanatçının hâli biraz böyle galiba. Hasan Akay,bu duruma,‘kuram köleliği’ diyor... Bilgiyi yerinde kullanmayı bilmek gerekiyor. Bir de her kültürün kendi dokusu, farklı okuma hassasiyetlerini de gerektiriyor.Şöyle bir örnek vereyim: Binbir Gece Masalları, biliyorsunuz Türkçeye tam metin olarak Fransızcadan çevrildi. ‘Öğle ile akşam arasında bir namaz kıldı.’ diyor anlatıcı. Vakit olarak ‘ikindi’ kavramı Fransızcada olmadığı için vaktin adını değil, tarifini yapıyor Fransız. Türkçeye çeviren Türk de elindeki sanat eserinin kültürel dokusunu bilmediği için Fransız gibi tarifi aynen çeviriyor. İyi bir Türk öykücünün,aynı zamanda çok daha iyi bir çevirmenin, kendi yazdığı öyküde kahramanın secdeye varışı anlatılırken, ‘ellerini yumruk yapıp yere koydu’ deniyordu. Vesselâm...


Öyküye dair söyleşilerinizi bir araya getirdiğiniz bir söyleşi kitabınız var:
Keklik Vurmak... Öykücülerle yapılan söyleşiler, bir anlamda öykü kuramına katkı sağlıyor mu? Bu alana katkı sağlaması için başka ne tür çalışmalar yapılabilir?

Yalnızca öyküyle ilgili değildi Keklik Vurmak’ta topladığımız söyleşiler. On sekiz yıl içinde yapılan söyleşilerden bir seçmeyi içeriyordu. Edebiyat, öykü, dergi, yayın ve siyasa gibi birçok alanda konuşulanlar vardı. Hem kendi öyküm hem de Türk öyküsü üzerine düşüncelerimi söylemeye çalıştım. Bir öykü yazarının, ‘öykü yazmak’ bağlamında söylediği düşüncelerini her zaman önemserim. Bu söyleşiler, yazarlarınpoetikalarına ilişkindir genel olarak. Farkında olmasalar bile böyledir. Yani sanatlarının kaynağına ışık tutarlar. Bu tecrübeyi okumak veya dinlemek,bana kuramlardan daha öğretici gelir. Burada önemli olan yazarın ‘nasıl yazdığı’ değil, yazmakfiili bağlamında ve yazısının, öyküsünün kaynağına dair düşünceleridir.Bu, doğumu tecrübe etmek gibi bir hâldir. Ancak sanatçının kendisi derinden hissedebilir bu hâli. Bu hissi de bir sanatçıya hiç kimse, en iyi kuram yazarı bile anlatamaz. Anlatması mümkün de değildir. Yazmaya yeni başlayanları bu noktada düşünmeye ve bu hissi tanımaya çağırmak gerekir. Bu tür metinler, her sanatçıyı ve yazarı da aynı şekilde düşünmeye sevk eder. Ne yazık ki böyle metinler çok az yazılıyor. İri sözler söylemekten, başkalarınınişini değerlendirmekten, kendi eylemimiz ve ‘ne yapıp ettiğimiz’ üzerine düşünmeye zaman bulamıyoruz. Öykücülerle yapılan nehir söyleşilerin de bu hususta yeterince öğretici olduğunu düşünürüm. Ne yazık ki bunların da sayıları çok az. Selim İleri (Kar Yağıyor Hayatıma, O Aşk Dinmedi), Hulki Aktunç (Yoldaşım Kırk Yıl), Ayfer Tunç (Ayfer Tunç’laKaranlıkta Kelimeler), Cemil Kavukçu (Kendi Yatağını Çizen Öyküler) gibi öykücülerle yapılan nehir söyleşileri bu bağlamda anabiliriz.

HATİCE EBRAR

İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.

Diğer Yazıları