Handan Acar Yıldız, öykü serüvenine, üçüncü öykü kitabı İnatçı Leke ile devam ediyor. Yıldız, kısa süreli aralıklarla üç öykü kitabı çıkardı. İlk öykü kitabı Cam Koridor 2011’de, ikinci öykü kitabı Ağır Boşluk 2014’te, Ağır Boşluk ’un tadı damaklardayken, üçüncü öykü kitabı İnatçı Leke’yi 2015’te çıkardı. Mümbit bir öykü dünyası olan Handan Acar ile son kitabı ve aynı zamanda 2015 TYB Öykü Ödülü’ne layık görülen; İnatçı Leke üzerine söyleştik. Yıldız, önceki öykü kitaplarında olduğu gibi son öykü kitabında da giderek açılan, açıldıkça keşfedilen, felsefî cümlelerle yüklü öyküleri ile seçkin okurları selamlıyor…
-Öykülerinizde, soyut ve somut olan arasında sürekli gelgitler olduğu gözlemleniyor. Öykülerinize verdiğiniz isimlerde bile fark edilebiliyor bu. Mesela “Merhametin Elbisesi” öykünüz de olduğu gibi. Hayalî olanla gerçek olanı kaynaştırmak gibi… Soyut ve somut imgeleri, birbirlerine ulamak, öykülerinizin çıkış noktası mıdır?
-“Çıkış noktası”, “merkez” yerine “aracı”, “taşıyıcı” ifadelerini kullanmayı tercih ederim. Bu durum, “nasıl anlatabilirim” sorusu veya çabasıyla ilgili. Hareket noktası değil, vasıta aslında. Sizin de belirttiğiniz gibi soyut-somut veya hayalî-gerçek arasındaki o gidiş gelişin öyküde gerginlik oluşturduğunu ve bu gerginlik sayesinde anlatımın aktif kalabileceğini düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, bazen zıt bazen de farklı yapılar arasında gidiş gelişli gergin bir metin, ölü bir metin olmaktan uzaklaşıyor. Anlam da genişlemiş oluyor. Dediğiniz husus, bir anlatım imkânı olarak yardımıma koşuyor. Örnek verdiğiniz öyküden yola çıkarsak, duvar yerine kumaş tercih edilmiş. Kumaş metaforu; çarpmanın şiddetini azaltan bir nesnenin, savrulmanın şiddetini azaltamayacağına atıfta bulunuyor, kumaşın duvar kadar sert olabileceğine değiniyor. İşte bunu, görünenin ardındakini eşeleme, arama duygusunu ifade ederken somut ve soyutu, hayal ile gerçeği ulaştırmaya ihtiyaç duyuyorum. Buna hem tercih hem ihtiyaç diyebiliriz.
-Konuşma Çizgisi isimli öykünüz, yer yer denemeye kayıyor. Bu durum çok belirgin olmamakla birlikte başka öykülerinizde de hissediliyor. Türlerin kaynaşması hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda öykü türüne en yakın tür hangisidir?
-Öykü ve denemeyi birbirinden ayırırken uyguladığım ve çok işimi kolaylaştıran bir kıstas var. O kıstas da şu: Kahraman kendi kendine konuşuyorsa bu öyküdür. Yazar kendi kendine konuşuyorsa bu denemedir. Burada yazar ve kahramanı külliyen ayırmıyorum, elbette. Yazar, “dış ses” olarak konuşuyorsa ve kahramanı zayıflatıyorsa bu, öykü görünümlü bir denemedir. Bazen kahraman, dünyayı büyük ve boş bir oda gibi farz edip o boş ve büyük odada, insansız odada kendi kendine yüksek sesle konuşuyor olabilir. Bu da okuyucuya “deneme” türünü anımsatabilir. Benim açımdan ise konuşan kişi kahraman olduktan sonra, ne kadar kendi kendine konuşursa konuşsun o deneme değildir. Öykü ille de bir şeye yaklaşacaksa keşke şiire yaklaşsa… Bana göre öyküye en yakın tür şiirdir. Bana göre diyorum, çünkü bu yargımın çok öznel olduğunun farkındayım. Öykünün şiire yakınlığı, romana yakınlığından veya denemeye yakınlığından daha fazla zihnimde. Bu nedenle biri bana, şiir gibi yazıyorsun, derse mutlu olurum. Deneme gibi yazıyorsun, derse mutlu olmam, üzülürüm.
-Öykülerinizde felsefî cümleler yoğunlukta. Bir öykücünün öyküde kendini geliştirmesi, nitelikli öyküler yazabilmesi için sürekli öyküler okuyarak öyküsünü beslemesi gerekir. Bu durumda öykü kitapları dışında en çok felsefe kitapları okuduğunuz yargısına varabilir miyiz?
-Tarihsel/süreçsel okuma ile tekil, “eser” okuma arasında bir denge oluşturulduğunda; zaman, okuma anlamında daha bereketli kullanılıyor, zannımca. Örneğin hem öykü tarihi hem de öyküleri tekil olarak okumak gibi. Belli bir vakti bana verip üç kitap seç deseler, aynı yazarın üç kitabını okumaktansa aynı vakitte üç farklı yazarın kitabını okumayı tercih ederim. İçlerinden birini çok sevmiş olsam da ikinci ve üçüncü kitabı farklı yazarlardan seçerdim. Siyasi tarihe veya felsefe tarihine dair üç kitap okumaktansa kitaplardan birini siyasi tarih, birini bilim tarihi, birini ise felsefe tarihinden tercih ederim. Fakat felsefe, dünyamıza MÖ 5. yüzyılda girip 14. yüzyılda hayatımızdan çıkmış bir kavram değil. Bilim tarihindeki gelişmeler, determinist/pozitivist bakış açısına geçilmiş olması, felsefenin hayatımızdan çıktığı anlamına gelmiyor. Çıktığı kabul edilse bile çıkmış değil. Mesela Newton’dan Einstein’a sadece teorik bir değişiklikten söz edemeyiz, felsefî değişimden de söz etmek durumundayız. Evrenselden küresele, küreselden küyerele geçişte sadece teknik bir değişimin etkisinde olduğumuzu kabul edemeyiz, felsefî bir değişimden de bahsetmek zorundayız. Ontolojik sorgulama sürdüğü sürece felsefe, hayatın dışına düşecek bir alan değildir. Herman Merville’in Moby Dick’te ironisini yaptığı gibi felsefe, ayakları yerden kesilmiş beyaz giysili insanların, içinde uçtuğu bir alan değil; fakat kişi de kendini böyle bir dünyaya daldırıp, kaptırıp dışarı bakamayacak hâle gelmemeli. Melville, aynı eserde, bir balina gördüğünde en doğru davranışın ne olacağını uzun uzun düşünen bir Platoncu bizimle gemiye binmesin, balinayı gördüğü anda hamlesine karar verecek biri gemiye binsin, bizi zarara uğratmasın der. Haklıdır da. İlk başta felsefe tarihi olmak üzere, dünya tarihi, siyasi tarih, bilim tarihi, ekonomi tarihi, edebiyat tarihi okumaya devam ederken, genel bir malumat edinirken, birlikte şahısların tek tek eserlerini okumanın, eseri anlama açısından bereketli olacağı görüşündeyim.
-Öykü karakterleriniz nasıl oluşur? Önce karakter mi belirir, yoksa öykü kabaca zihinde şekillenir, karakter sonra mı gelir?
-Öykülerimde kurgunun karakterin önünde olduğunu düşünüyorum. Özellikle kısa öyküde çok net karakter çizgisi oluşturma şansınız yüksek değil. Hatta yok da denilebilir. Ama öyküde kurgu olmazsa, anlatılan, anlatılmak istenen geniş bir aforizmaya dönüşebilir. Cinsiyetsiz, apolitik, hep birbirine benzeyen karakterleri öyküde gezdirdiğinizde ise denemeye yaklaşabilirsiniz. Karakteri çok benimsediğiniz ve onunla örtüştüğünüzde ise anıya veya günlüğe yaklaşma ihtimaliniz doğar. Galiba dikkatli, hassas ve titiz olmak gerekiyor. Türler arası kesin çizgiler oluşturmamak gerektiğini savunanlar var. Saygı duymakla birlikte, ben öykü yazdığımı düşünürken bunun denemeye evrilmesini ya da başka birinin yazdığı öyküyü okuyorken günlük okuyormuşum hissine kapılmayı arzu etmem. Genç yazar arkadaşlardan biri, bir soruşturmada, ukalalık etmek istemem ama başkalarının anıları bizi niye ilgilendirsin minvalinde sözler etmişti. Ben de ona katılıyorum. Okuyucuya yaranma, şirin ve sevimli gözükme kaygısı taşımamakla birlikte okuyucuyu hiç mi hiç ilgilendirmeyen metinler yazmaktan, kendine tapınan veya acıyı putlaştıran metinler yazmaktan imtina etmek, bana, doğru görünüyor. Yazdıklarımızı birileri okuyacak. Zaten aksini düşünsek çekmecede dururlardı. Bu dönemde herkes yazdıkları hemen karşılık bulsun, okunsun istiyor. Okuyucu da fedakârlık yapıp çağın vakit darlığı içinde yazara zaman ayırıyor. En değerli hazineyi, vaktini yazara veriyor. Bir gerekçesi olması lazım. Yazar hasta, okuyucu da onun terapisti değil. Yazar psikolog olmadığı gibi okuyucu da yazarın psikoloğu değil. Yazmak ise terapi hiç değil. Sürekli “beni gör, beni gör”, “beni dinle, beni anla”, hatta “beni doğru anla” diye çırpınmak yerine yazarın, okuyucunun onu okuması ve ayırdığı vakitten pişman olmaması için gerekçe sunması gerekiyor. Bu gerekçe çok yüce, çok kutsal bir gerekçe olmak zorunda değil. Birisi, “şunu okudum, beni çok güldürdü” de diyebilir. Ama hem yazarın hem okuyanın gerekçesi olmalı. Sadece yazdığım öyküler açısından bu yorumu yapmıyorum, okuduğum öyküler açısından da görüşüm bu. Öykü okurken de gerekçe arıyorum.
-Kadın öykücülerin feminist tutumlarına karşılık, sizin öykülerinizde böyle bir durum söz konusu değil. Erkek karakterleri de bir kadın karakteri kadar iyi anlatabiliyorsunuz. Bu konuda ne söylersiniz?
-Ben kadına varlık olarak “erkek olmayan” şeklinde bakmadığım gibi erkeğe de “kadın olmayan” şeklinde bakmıyorum. İnsan olarak bakıyorum. Kadın güçlü olduğunda erkeği ezmez, hep erkekler kadına eziyet eder, kadınlar erkeğe hiç eziyet etmez diye bir kural yok. İnsan söz konusu olduğunda kadın erkeğe, erkek de kadına zulmedebilir. Erkek kadına psikolojik şiddet uygulayabileceği gibi kadın da erkeğe uygulayabilir. Ancak karşılıklı bireysel ilişkiler değil de toplum söz konusu olduğunda, hiç şüphe yok ki toplum dediğimiz yapı kadına karşı çok daha zalimdir. Ama burada Allah’ın adaleti devreye girer. Toplum daha çok kadını yargılarken, tarih erkekleri yargılamıştır.
-Kadın öykücülerde giderek bir artış olmasını neye bağlıyorsunuz?
-Sanatın, fikirsel ve duyumsal başka çabaların cinsiyetle örtüştürülmesi taraftarı değilim. Bazen bu bakış, bir edebi türün bir cinsiyetle örtüştürülmesine kadar gidebiliyor. Sadece edebiyat alanında değil başka alanlarda da… Mesela bir yerde “kadın girişimci” ifadesini gördüğümde yadırgıyorum. Çünkü orada gizliden gizliye “hem kadın hem de girişimci” denilmiş oluyor. “Ekonomide erkeğin yeri” konulu bir seminer, mikrofonun icat edilmediği dönemler de dâhil olmak üzere dünya tarihinde düzenlenmemişken, “Kadının ekonomideki yeri” başlığıyla bir seminer düzenlediğinizde niyetiniz ne kadar iyi olursa olsun gizli bir ikincilleştirmenin, gizli bir aşağılamanın içine çekilmiş oluyorsunuz. “Kadın ekonomist” derken aslında “Hem kadın hem de ekonomist” demiş oluyorsunuz. Bir de yanına parantez açıp “Hişt, inanabiliyor musun kadın ekonomist” yazmalarından korkuyorum. Tekrar öyküye dönecek olursak… Kadın ve öykü türünün örtüştürülmemesini savunmakla birlikte, içinde yaşadığımız dönemde kadınların okuma atağına geçtiğini gözlemliyorum. Çevremde yirmi beş yaşından sonra liseyi dışardan bitirenler, otuz yaşından sonra üniversiteye devam edenler, kırk yaşından sonra ikinci üniversiteyi okuyanlar var. Bundan birkaç yıl önce başlatılan “sınavsız ikinci üniversite” uygulamasında kadınların oranı hayli yüksek. Okumadaki bu atak yazmaya da yansıyor. Öykü, dönütü çabuk olan bir tür. Dergiye gönderilen bir öykünün yayımlanıp yayımlanmayacağı kısa sürede öğrenilebilir. Birkaç sayfalık öykünüz yayımlanmadığında yenisini deneyebilirsiniz oysa yayımlanıp yayımlanmayacağından emin olmadan kimse roman üzerinde uğraşmak istemez. Okuma atağına geçen kadınların, dönütü daha kolay bir türe, öyküye yönelmesi zaman ve mekânın şartlarıyla ilgili olabilir. Ancak bu sonucu, tek bir nedene bağlamak doğru olmaz. Bahsettiğim husus, nedenlerden sadece biri olabilir.
-“İnsanlığım, düştüğü nehirde akıntıyla boğuşurken aşırı su yutmuş, çeke çeke kıyıya çıkardığım cılız bir çocuk gibiydi.” (İnatçı Leke, syf:92) Ne dersiniz, insanlık, öykülerle seslenir, canlanır, ayağa kalkar mı?
-İnsan kalmak hiç kolay değil. Bu sözü başkalarını yargılayarak söylemiyorum. Kendimi yargılayarak söylüyorum. Çünkü savunma mekanizmalarımız hiç paslanmıyor. Tıkır tıkır işliyor. Her şey paslanıyor, savunma mekanizmalarımız paslanmıyor. Kendimizi haklı çıkarmamız hiç zor olmuyor. Melek olmayı bir kenara koyuyorum. İnsan kalabilmek çok zor...
-İnatçı Leke, Çiy adlı öykücükle sona eriyor. Minimal öykü, usta öykücülerin harcıdır, diyebilir miyiz? Öyküye yeni başlayanlar, minimal öykü yazabilirler mi?
-Minimal öykünün kolay olmaması, hiçbir şekilde yapaylığı kaldırmamasıyla ilgili. Kişinin has bir duyguyla yazdıktan sonra, ilk öyküsü de minimal olabilir. Plastik ve artistik olmadığı sürece. Edebiyatta bir de şu yanılgı var: Zaten önceden yapılmış bir şeyi yazarın kendi keşfettiğini sanması. Bana öykünün özelliği nedir diye sorsalar, “sıra dışı” veya “farklı” tanımlamasını kullanmazdım. “Öykünün özelliği, plastik olmaması.” derdim. Öyküye yeni başlayanlar, minimal öykü yazabilir mi? Bence yazabilirler.
-Üçüncü öykü kitabınız, İnatçı Leke, TYB 2015 ödülüne lâyık görüldü. Bu ödülün öykü dünyanızdaki aksi nedir?
-Öncelikle çok mutlu olduğumu ve bu ödülün benim için çok değerli olduğunu ifade etmek isterim. Mutluluk bir yana, sanki şu anda bileğimi bir el tutmuş gibi hissediyorum. Sımsıkı kavramış gibi. İfade edemeyeceğim kadar tedirginim. Şimdi yazacağım herhangi bir öykünün, bir önceki öyküden daha kötü ya da zayıf olmasından şiddetle korkuyorum. Mutlu fakat tedirginim.
İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.