Daha evvel hiç görmediğim ve bir daha hiç karşılaşmayacağım birinin yüzüne yakından bakarken onu ölünceye dek görmeyecek olmanın nasıl bir şey olacağını düşlüyorum.
Bir kereliğine katıldığımda bir yaşama, bir ağacın altında biraz durduğumda, çektiğimde bir kokuyu derine hazla ama bir kere. Bir sabunu toprağa gömer gibi. Tek bir bilinçte bile olsa birini yok ediş. Bunu anlatmalıydım size. Güzel bir deneyimi ne zaman tekrar etmek istesem, ilkini öldürmekten başka bir şey yapamadığımı gördüm. Özlemi dindirme arzusu bizi sefilleştiriyordu. Özleyecek kadar çok sevdiğimizde bir şeyi, bir insanı, bir anıyı, bir şehri ona doğru yöneldiğimizde artık yönlü biriyiz. Yönü olan biriyiz. Yön insanı tekrara iter, yöneldiğimizde varırız. Varınca alırız. Artık ikincidir bu. İkincinin üçüncüye üstünlüğü yoktur. 5000. ve 5001. arasındaki ihmal edilebilir fark sıfır gibi görünen bir küçüklüktür. Özlemi dindirmediğimizde ise açık kalıyorduk. Açık kalmak, sefillikten iyidir. Tam anlamıyla boş bir yaşam yoktur. Güzel bir deneyim daha yaşanır. Kendi tekilliği içinde onu diğerinin yanına benzerlik kurmadan, ilişkilendirmeden koyabilir miyiz? Kuralımız açık: Yinelemek isteği bastırılacaktır. Özlem, özlem olarak korunacaktır. Tekil deneyim ve özlem birbirini yozlaştırmamalıdır.
“İnsanın karakteri varsa, tekrar tekrar olup biten tipik bir yaşantıya sahiptir.” (Nietzsche) Güvenilir mi olmak istiyorsunuz, tekrar etmeyi göze alın. Birisini göstererek “onun tarzı var” demişlerse bilin ki o kişi yaşamına tekrarın tekdüze büyüsünü serpiştiriyor. Tekrar insanı karakter sahibi kılar, evet. Filan kişi her gün bu saatlerde köprüden geçerdi. Alın işte, köprüden geçişi alelade olmaktan çıkarıp bir ayine dönüştürdünüz. Ayinler aklını başından alır insanın. Bir kerelik deneyimde bize tat veren ama hafızada kalmayan, hayalde değişen ayrıntılar, ayine dönüşmüş bir yaşamda temel gerçekler olarak boy gösterir. Bir kereliği ile bir kaza süsü edinmiş güzellik, törensel bir yaşamda yinelendiği anda korku vericidir. Fakat her gün aynı saatte köprüden geçen adam için değil, eve farklı dönüş yollarından dönen bir adam için köprüdeki taşlaşma korku vericidir. Biri için özel olan bir kadın, o anda, aynı kişi için alelade olan bir kadının aldığı zevke öykünür.
Sevgilinin dudaklarını en çok özlediğin anda bile “yeniden olmasın” diyebilmek, sadece “bir kere”cilerin cesareti. İlkinin güzelliğini tek olarak saklayabileceğin ve hatırada onunla baş edilemeyecek kadar büyüyeceği için. O anı; gerçek benzerlerini, taklitlerini doğurarak ölmek yerine, özleminin büyük itme gücüyle şiirini doğurmayı hak eder. Sevgilinin kokusunu bin kere alsa daha büyük bir “koku fikri”ne ulaşabilir mi insan? Yoksa aksine, bir kokunun nasıl da sıradanlaştığının büyük tanığı mı olur? Ama bir şiir, sevgilinin kokusunu koku olarak –kelime olarak değil- nasıl saklayacak? Güzel mi, harika mı, etkileyici mi, muhteşem mi, öldürücü mü, cezp edici mi, mahvedici mi? Yaşantısal tekrarla ölmesine razı olmadığımız kokuyu, nostaljiden arıtıp dile gömmemiz, bu da işte Tekrar’ın bize yaptığı nanik.
Yaşadığı hiçbir şeyin tekrarını gönülden istemeyen bir insan düşlemeye çalışıyorum. O, olmaya çalışıyorum.
Müzik, edebiyat, sinema hepsi tekrarın ve çeşitlemenin sayesinde bir üsluba sahiptir. Aralıklı tekrarlamayla leitmotifin gördüğü iş, müzikte nakarat, sonatta rondo. Ve ne tuhaf şairlerin bir kadını sevmekte hem de daha o anda tekrarı istemesi. “hıçkırıkların ve kahkahan, gülüm, / pırıl pırıl beyaz dişli kahkahanın tekrarı.” (Nâzım) “Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum / Ellerini beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz / Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum” (Cemal Süreya)
Edebiyat, tekrarlara bağımlı yazarların tekrarlayarak yaşamın o anda çakılı kalmasını arzu edişidir. Yazar, hareketi tekrarların sağladığı art ardalıkla ve o hız duygusuyla verir. Yaşamda tekil olarak yer alan ve şuursuzca kavranan hareket, ilk kez olup biten bir olay, onunla tanışık olmadığı için kişinin keşfine –olgunun mahiyetine dair bir anlamaya- bile izin vermeyen bir olgu, edebiyatın ritmik dünyasında ardışık hareketlerle temsil edilir. Kaderin oyunları eserde gösterilir. İnanılmaz bulunacak tesadüfler, onlara kanmamıza engel olacak biçimde edebîleşir. Gerçekte daha fazlasına maruz kaldığımız bu tesadüfler tekrarlandıkça hayattan daha da uzağa düşer ve yalnızca işe yaramayan bir imkânsızlıkla teskin ediliriz. Yeniden olacağı kanısı uyandırmak, işte edebiyatın sürekliliğini sağlayan şey bu hissi vermeyi becermesidir. Oysa hiçbir şey yeniden olmayacak. Güzel veya değil, yeniden olmayacak.
Uzayda iki farklı nokta asla çakışmaz.
Bir insan hastalığı olan ümidi körüklüyor edebiyat. Ümit ediyor ve nasılsa yeniden olacak diye hayatı hor görüyoruz. Sağlam bir okur, keskin gözleri olan bir okur gerçeği görüyor. Gerçek, keskin gözlere bile gerek olmadan ortada, apaçık.
Bir adım geri çekilip edebî karakterlerin kader kesitlerine değil, bütün olarak o esere bakalım. Büyük tabir edilen eserlere bakalım. O hayat bir kezdir ve tekrarı yoktur. Özellikle bir toplumun seçilmiş bir kesimini anlatan eserlere bakalım. İlişkiler ağı ve kişilerin birbirlerinin kaderleri üzerindeki etkisi tektir. Benzersizdir, harikuladedir, üstüne eğilinesidir, tektir. Yaşamda da öyledir. Ancak yaşamda bütün olarak göremediğimiz, iki kişi arasında kalan konuşmalarda dolaşan bir hayaletin bildiği, umulmayan gizli yakınlıkların deşifre edebileceği, farklı kişilerin anlarından çekilip çıkarılacak parçalarla belki biraz cisimleşebilecek olan o harika sarmal yavaş yavaş bizden uzaklaşıyor.
Onu öylece tutabilecek bir el düşlüyorum. Anılarımızı –biz yani aynı şeye tutunmaya çalışanlar- birlikte taze tutup donduracak ve onu nostaljiye bulamadan, çıkar duygusuyla köpürtmeden, ölüme karşı savunacak bir dimağ düşlüyorum.
Gerçekte bir kere sahip olunabilir bir yaşama. Dram da sevinç de bir kere bir bütün olan yaşamın içine dağılma biçimleriyle tektir. Tekrar gibi görünen benzerlikleri ilk fark ettiğimizde buraya kadarmış deriz, döngüye girdik sanırız. Sonra farklı bir şey gelir. O zaman döngünün değişkenliği ortaya çıkar. Döngüler çeşitli noktalarda kesişip ayrışmaktadır. Değişmeyen insanlardır. Yazgıların kesişmeleri ve insanların tek bir yazgıyı paylaşmaları olağandışı görünmekle birlikte oldukça gerçektir. Jameson der ki: “Bireysel yaşamlar birbirlerinden ayrı olsalar da, birbirleri üzerinde bizim pek de farkında olmadığımız gizemli bir etkide bulunmayı alttan alta sürdürürler. Bu tür etkilerin oluşturduğu ve George Eliot’ın ‘insan yazgılarının gizli çakışması’ olarak adlandırdığı ağ, olağanüstü görü anları dışında gündelik bilinçten gizlenen toplumsal dokunun gövdesini ve gerçekliğini oluşturur.”
Kendi hayatının bütününü görememe, insanın bütün edimlerindeki gafleti açıklıyor. Blanchot, bir yazarın kendi eserini okuyamaması üzerinde dururken, eserin erişilmezliğinden bahseder. “Kendi kendini okumanın olanaksızlığı, eserin açtığı boşluğa bu andan itibaren bir eklemede bulunmaya yer olmadığının ve dolayısıyla tek olasılığın aynı eseri sonsuza dek tekrar tekrar yazmak olduğunun keşfiyle çakışır.” Ama aynı hayatı sonsuza dek yeniden yeniden yaşama şansımız yok. Bütününü göremediğimiz kendi hayatımız, bütününü gördüğümüz kaderlere bakarak tefsir edilebilir mi? Edilsin veya edilemesin, hiçbir şey yeniden olmayacak.
Bütünüyle zamansallıkla yaralanmış –ama böylece- bir kerelik hayatımız, tümüyle tasarımsal bir ağız tarafından, kolektif bir rüya gibi, kendi muhtemel anısıyla çakıştırılmaya çalışılmadan zamansız bir boşlukta kurulabilir mi? Tekrarlayarak kirletmediğim muhteşem anları böylesi bir kurguda okuduğumu düşlüyorum.