Boncukları kopuk küpeye bakarak dudağını büktü Esra. Kullanılamaz durumda olan küpeyi niçin sakladığını anımsamaya çalıştı. Parasal değeri son derece düşük bu küpenin sağlam tekiyle birlikte gümüş ve altın takıların yanındaki kurumu canını sıktı. Bu can sıkıntısında hatırlamaya çalıştığı şeyin sevimsizliği rol oynuyor olsa gerek. Kopuk kopuk zihnine düşen her anı parçası bir başka anıyı çekip çıkarıyor olduğu yerden. Esra oldum olası geçmişi düşünmemesiyle övünür. O anda elindeki kırmızı küpelerin baskısına yenik düştü. Tek bir nesne! Kafasındaki eksik deseni kocaman bir fırça hızla tamamlamaya başladı. Bir kenara fırlatıp atmadan önce, bir anının yaşandığı zamanki duyguyu sonraları niçin hissedemediğini düşündü. Bu küpeleri kutsal bir emanet gibi sarıp sarmaladığı gün aynı kadın değil miydi, aynı eksikler aynı fazlalar… Ama şimdi küpenin gözünün önüne üşüştürdüğü tüm olayları sanki başka biri yaşamış gibi. Çok uzak, uzak olduğu kadar yabancı. Başka bir çağın kesiti belki.
Esra başına sinsice sokulan ağrıya rağmen küpeleri terli avucunda tuttu ve ısrarla kaldı geçmişte.
Bu küpeler vardı kulağımda senle ilk karşılaştığımızda. Küpelerin her salınışında başını nasıl döndürdüğümü sonradan anlatmıştın bana. Mum Kafe’de saatlerce konuşmaya doymaksızın süren ayinler esnasında biliyordum ki ben artık sen vardın yaşamımda. Sen varken ölüm bile işlemeyecekti bana.
O gün Nejat Eser Aydın’ı büyülemişse bunda küpenin tesirini inkâr edemezdi Esra, ama küpenin tek başına gösterdiği bir performans değildir bu. Esra’nın olağanüstü hareketli yapısı YMM olarak çalışan, 45 yaşlarında yakışıklı fakat sıkıcı bir adam olan Nejat Eser’i çarpıvermiştir. Henüz beş yıl önce evlenmiş, tipik bir başak burcu olan Eser, düzenliliği, temizliği ile hayatını da raf raf düzenlemiş ve sıra dışı hiçbir olayın bu akışı bozmasına izin vermemekle övünmektedir.
“İyi halt ediyorsun” demiştim sana. Benim ilk olağan tepkimdi bu. Biliyorsun, ağzı bozuk biri sayılmam, fakat ara sıra kibar olmayı gerekli bulduğum bir yaşamım ve işim vardı. Sık sık ölümü düşünürdüm o tarihte. Sense işinde yükselmeyi bütün ideallerinin önüne koymuştun. Seni sıkıcı bulsam da nüfuzlu ve güçlü duruşundan etkilendim. Sana duyduğum dehşetli gereksinim aşk paravanı arkasında ne güzel gizlenmişti. Nasıl da anlamadım. Senin gereksinimin bence genç bir beynin faaliyetini izlemekti, hemen ardından cinsel yaşamına renk katmak geliyordu. Babacandın. İhtiyacı olanı korumak kollamak duyguların ağır basardı. Benim yiğit hallerimin yanı sıra kendimi kollamayı bilmeyişim seni fena halde çekmişti. Tabii bu renk katışta müzmin bir kitabîlik olduğunu söylemek gerekir. Çünkü doğrusu kaynayan kanım senin sakin mizacında durulamadı. Durulmadıkça hırçınlaştım. Tedbirsiz biriydim, iyi bilirsin. Senin üşenmeden taşıdığın DVD’leri izledim, verdiğin kitapları okudum, çektiğin fotoğrafları inceledim, tartıştım. Bu minik akademinin verdiği coşkunun da katkısıyla kendimi kaptırmak için hiç tereddüt etmedim. Senin kollayıcı ilgin çocukluğumda eksik kalan boyutumu onarıyordu. Ben hep eksiktim. Sen birlikte geçirilen zamanlarda cömertçe davranıyordun, fakat bunun dar zamana sıkıştırılmış bir cömertlik olduğunu ilk anda anlamadıysam da şimdi düşündüğümde bu aldatıcı göstermelik cömertliğin paradan zamana, sevgiden dostluğa uzanan geniş hikâyesini çözebiliyorum.
Nejat Eser Aydın, tüm yaşamında, kendisi için gerekli bulduğu bir davranışı karşıdakinin ihtiyacı olduğu için yaptığına muhatabını inandırmak için ne gerekiyorsa yapardı. Büyülü bir aşk atmosferi olarak çizip Esra’ya sunduğu, edebiyat bilgisiyle ölümsüzlük geyiği eklediği bu birliktelik onun için bir aşamaydı. Esra ona lazımdı. Hayır, aslında Nejat Eser, Esra’yı kandırmıyordu. Fakat Esra, bir insanda var saydığı doğuştan dürüstlüğün Eser’de hiç bulunmadığını anlayıncaya kadar kesintisiz şekilde kandırıldı.
Sen küçük başarılarla, gündelik zevklerle mutlu olmayı bildiğin kadar bunları etrafına ballandırarak satmayı da severdin. Bunların sağladığı tuhaf ışıkla hakikaten kendi karanlığımdan ayrılır gibi olurdum. Aynısını kendimde varsa bile tanıyamaz, senin bulunduğun semtlere yaklaşmayı dilerdim. Geri kalan her yeri eşitleyen ışıklı bir bölge olmuştu senin yaşadığın yer. Bu aşk merkezi dışında her yer çorak, her yer çöldü. Bazen sen bilmeden yakınlarına gelir, oralarda dolaşırdım. Kalbime ve hırslarıma denk düşen tutumunla o günlerde yaşadığımız ortak kavgalarımızla doğuştan getirdiğim açlığım biraz diner gibi olurdu. Fakat iyi günlerde bile, işte o evliliğinin getirdiği uysallıkla sen benim yaşadığım ümitsiz çırpınma hallerimi çok anlamazdın. Kolay tüketilebilir gündelik şeyler üretirdin, insanların zayıf taraflarına hitap ederdin. Onlara her an yardım etmek için hazır olduğunu ihsas ederdin. Ben bile, benim gibi müzmin bir ümitsiz bile, senin yaşadığın bir dünyada bütün açıklarımın kapanacağı hissini tadardım. Dünyaya ilk kez kanabilmiştim. Sen varken bana kimse bir zarar eriştiremezdi.
Ateşli yazışmalarımızda edindiğim doluluk hissi bu ilahi diyalogu daha da gösterişli kılıyor, beni coşkuya boğuyordu. Gücümü ikiye katlayan bu durumla kanat takmış gibi iş alanında başarıdan başarıya koşabildim. Bir sonbahar günü bir yanlış anlaşılma neticesi kavga etmiştik, yollarımızı ayırmaya karar vermiştin. O günü hiç unutmuyorum. Ekim olmalı. On gün boyunca canlı bir cenaze gibi dolaştım. Bu senin için radikal bir hareket sayılırdı, fakat bunu o zaman bilemiyordum tabii. Seni geri döndüren şeyi hiç bilemedim, çok sonra gündelik işlerin peşinde koşarken o ara zaman ayıramayacağın için bunu bana ayrılık gibi gösterdiğini düşündüm. Böylece beni cezalandırıyor, hem de kendini kıymete bindiriyordun. Çok muhtemeldi. On gün sonunda hiçbir şey olmamış gibi çıktın geldin. Fakat ben o fetret devrini zihnime nakşettim. Terk edilebileceğimi, bu olasılığı bana yaşattın. Gücünü, müstağniliğini bana kanıtladın. Sonraki her şey, o bozulandan daha farklı seyredecekti. Virüs kanıma girmişti. Gövdem ruh değiştirmişti. Kalbimin rotası büyük yalanın artçısı minik yalanlarla sağa sola çekebilecekti artık. Hayranı olduğun Sherman’a atıfta bulunarak adını bana taktığın Cindy’n, senin Cindy’n yılanlar gibi sadece taşların gölgesinde rahat edecekti bundan böyle.
Anımsarsın, Arjantin caddesinde daha sonra hiç gitmediğim bir restoranda çıkıp gittiğin günü. Kesinlikle inanmadım gideceğine. Ama “-bu şekilde çıkmaya utanmıyor musun, şu anda kalkıp gideceğim” deyip beni restoran ortasında sırf eteğim biraz kısa diye yalnız bırakıp gidecek kadar kasabalıydın işte. Eteğin kısa oluşuna tepki göstermen değildi beni üzen, kalkıp gidecek kadar bensiz idare edebilmendi. Oysa orada küçük bir miraç addettiğimiz, yarım saatlik bir süre bize bahşedilmiş tek iyi şeydi. Ben korkunç acılarla boğuşurdum. Âşıktım ve bu aşkın kaynağını henüz teşhis etmemiştim.
Esra kaynağı teşhis ettiği anda, ilk darbeyi vurdu Eser’e. Eser’e âşık değildi, sadece Eser sayesinde henüz giremediği bir dünyaya bakış atabiliyordu. Nejat Eser’in allayıp pullayıp anlattığı iş gezileri, iş davetleri, sanatsal etkinlikler Eser’i yabancı ama cazip bir dünyanın anahtarı olarak gösteriyordu Esra’ya. Eser bir koridordu sanki ve Esra bu koridordan geçerek ulaşacaktı istediği pırıltıya. Kendinde bunu anlayınca Eser’i de kendi hakikati içinde görmeye başladı. Gördüğü bu hakikati hiç sevmedi. Son derece yalın, bencil, düz ve aptal buldu onu.
Önce tependeki spotlar söndü. Bana abartarak anlattığın nüfuzun her yerde tökezliyordu. Senin referans olduğun hiçbir firmada bir halta yaramadığın ortaya çıktı. Biraz soruşturduğumda diyalog içinde bulunduğun herkesten birkaç düzenbazlık hikâyesi çıkıyordu. Seni kimse sevmiyordu. Üstelik bu düzenbazlıklar o denli beceriksizce idi ki, bu tür şeylere duyulabilecek türden bir saygıyı bile duymaya imkân yoktu sana. Sense bu durumumu bile fark etmedin. Kendine duyduğun cafcaflı komik güven benim tepkilerimi sana başka bir şey olarak gösteriyordu. Beni dizginleyemediğini düşünüyordun, bunu huysuzluğuma veriyordun, ben sinirlendiğimde yumuşak tavırlarla alttan alıyordun, “-dostum kadınları idare edicen” türünde avamca boş inançlarını fark etmiştim, beni idare ediyordun. Ben o zaman fark ettim ki acıyla, aşk nesnem gerçekte hiç olmamıştı, sen hiç yoktun. O adam sen değildin. Artık seni incitmemeyi diliyordum sadece. Fakat sen pervasızca beni idare etmeyi sürdürüyordun. Sana sinirlenmek bile anlamsızlaşmıştı, çünkü özellikle aşkın ikinci döneminde bir tarlaya dalmış aç bir hayvan gibiydin. Kadınlarla flört ediyordun ve kadınları sanki yeni bulmuştun; fakat pek çabuk keşfettiğim gibi erkekliğin ile güçlü bir adam değildin. Daha çok zihinsel bir musallat olmaydı bu. Bir kere banyoda mesela yalnızken çevrendeki herkesi birden hayal ettiğini söylemiştin bana. Böyle anlarda romantizm gerekmiyordu. Öyle demiştin. İmgesel bir kadına yönelikti senin ilgin. Belki de sen etten bir koridordaydın. Aşk konusunda aldanan sen olmayaydın?
Kadınları ondan kıskanmayacak kadar Eser’den tiksinmişti Esra. Zoraki süren iş ilişkisi çerçevesinde her görüştüğünde ondan kurtulduğu için bir kez daha kutluyordu kendisini. Küpeye baktı ve midesinin bulandığını fark etti, banyoya koştu, kustu. Galiba sonuncu kusmasıydı bu.
Sana “-sen budalasın” diyebildiğimde ferahladığım gündü, o günden bu yana ne zaman seni görsem midem bulanıyordu. Ciddi ciddi. Sana samimiyetle itiraf etmeliydim, sen sahiden ilginç bir varlıktın. Aslında oldukça özel bir tasarım sayabiliyordum seni. Çünkü tuhaf zıtlar sende birleşiyordu. Tüm dünyanın bir göz olduğunu ve kendinin de bu göze sunulmuş bakış nesnesi olduğunu düşünerek tatmin olabiliyordun. Sendeki bu kadınca eğilim, sanata düşkünlüğünün sonucu muydu, bilmiyorum. Fakat tiksinti vericiydi. Elbette homofobik filan değildim. Ama pür erkekliği seviyordum. Sanatın adının geçmesi bile sende heyecan yaratırdı, fakat Allah vergisi sanatsal incelikten yoksundun. Senin dramın da burada yatıyordu, sen sanatın değerinin farkında olan ama bu değeri kendi gözüyle seçemeyen biriydin. Senin en çok istediğin şey yetenekti, ondan mahrumdun. Sanat alanında zirve isimlerin ne anlama geldiğini biliyordun, fakat onların yakınına yaklaşamazdın bile.
Nejat Eser’in müthiş bir albüm koleksiyonu vardı, birkaç çalgı aleti çalışma odasını süslerdi, ama onları çalacak müzikal yetenekten yoksundu. Çeşitli düzeyler arasındaki farkı bilen, bir üste atlamak için gerekli her donanıma sahip fakat bir türlü geçemeyen birinin dramı acıtıcı idi. Binbir çabayla açtığı fotoğraf sergisi Cumhuriyet, Radikal, Taraf gibi çeşitli görüşlere ait gazetelerde haber yapılmıştı, edebiyat dergilerinde sıkça eleştirileri yayımlanan bir edebiyatçı tarafından “mekânın şiirselliğini ortaya çıkardığı” gerekçesiyle övgüye değer bulunmuştu. Hatta Mülkiye’den eski bir arkadaşının önayak oluşuyla Maison Française’de bir röportajı yayımlandı. İç mekân çekimlerinde abartısız dekoratif öğeler minimalizm esintili yeni gerçekçi stile uygun bulunmuştu. Eser içten içe bunlarla yırtamayacağını biliyordu. Kalıcılıkla bozduğu kafası, gerçekte hiç beğenmediği kimselerin, geçkin kadınların, ahbapların dostluk adına yapılan iltifatlarına mazhar olmakla günübirlik avunabilirdi; oysa kendine bile itiraf edemediği o gerçek onu nasıl yakıp durmaz: o vasattı! O birine isteyerek kötülük yapmayacak kadar iyi yürekliydi de. Esra şöyle bir düşündüğünde tüm kalbiyle acıdığını fark ediyordu ona. Hani adil olması gerekirse Esra’nın, Eser’in gerçekte var olan tek kusurunu teslim ederdi, bu kusur insan sevmemesiydi. Diğer şeyler yalnızca onun yoksunluklarıydı. Nasıl yoksul biri parasızlığı nedeniyle ayıplanamazsa Eser de yeteneksiz diye ayıplanamazdı. Hatta vasat üretimin bile kullanılacağı yerler çoktu. Eser’in emeğine bu açıdan saygı duyulabilirdi. Bunları kendisi fark etmiyorsa onu uyandırma gücüne de Esra sahip değildi.
Oysa Eser, sevgili Nejat Eser, küçük ve sayısız yalanlar büyük o dev yalanı kalabalık ederek örtmeye çalışıyordu. Sen dozu düşük bile olsa gerçek bir sevgiyle kimseyi sevmediğin için arkadaşını seven bir adamın nasıl davranacağını bilemiyordun, seven birinin abartılı sevgi gösterisi yapması gerektiğini sanıyor ve bu nedenle iltifatta aşırıya kaçıyordun. Yakışıksız kibrin bu nedenle komikti. Gerçi bu kibri kolay kolay fark edemezdi kimse, ustalıkla saklardın onu. Ama ne azgın bir kibirdi o. Nefret etmeyi bilemiyordun. Kızdığın zaman verdiğin abartılı tepkiler bir gün sonra gerçekliğini yitiriyordu. Bu nedenle korkunç ağır ithamlarla üstüne gittiğin biriyle ertesi hafta yemekte buluşabilirdin. Bunları sana gösterebilmeyi çok istedim. Böyle olmanın seni düşürdüğü durumları insanlar kendi aralarında konuşuyordu. Bu üzücüydü. Sana yardım edebilmek istedim. Başka insanların alay konusu olman bende hüzün yaratıyordu. Ama çok güçsüzdüm artık. Beni güçsüzleştirmiştin.
Esra kararını vermişti, Eser insanca yaşamayı sadece dış göstergelerle taklit edebilirdi. Ona iyice acıdı. Öfkesi geçti, bulantısı azaldı, fakat ondan uzak kalmadıkça ‘bir zamanlar sevilmiş adam’ın zavallı yeni portresi kendi aptallığının belgesi olarak gözünün önünde olacaktı.
Senin için vatan sevgisi yoktu, herhangi bir konuda içsel bir ahlaki algın yoktu, Anadolu’nun esasen bir kasaba sayılan şehrinden getirdiğin boş inançların tamamen göstermelik olarak vardı. Onları bile uygulamaya koymuyordun. Bu hakikaten sosyolojik bir vakaydı. Boş bir kılıftın, çağın yükselen değerleri ile doldurulan. Gösterdiğin şey bir oğlan çocuğunun onaylanma arzusu içinde kıvrandığı zaman erkekliğe hiç geçiş yapamıyor olduğu idi. Sen sürekli kendini sahneye koyuyordun. Kendini baştan başa yaratamıyor, taklit edecek bir sürü model üzerinden bir imaj tasarlıyor, bunu insanlara yediriyordun. İş çevren ve geniş sanat çevrenden oluşan bir kamuoyu senin kendini peşkeş çekmek üzere seçtiğin müşteri portföyü idi. Onlara azar azar koparıp verdiğin parçalarla büyük fotoğrafın daha tatminkâr olduğunu hissettiriyor, onları sahaya çekiyor, sonra da parçalardan oluşan kendini pazarlıyordun. Benim içinse gerçek olmayan bir şeydi bu. Saygı ve sevgi duyamayacağım, ama ilgili küçük topluluğun tüketebileceği türde bir şey. Anlıyor musun beni, bu yeni Nejat Eser Aydın’ın gideri vardı, fakat benim için sığ ve az gelişmiş bir türün mensubuydun artık sen. Ne yazık, kendini maymun etmiştin.
Bunları böyle düşünüp anladığımda sevişmelerimizin de tümden sahte olduğunu anladım. Ne dokunaklı! Kendimi kaptırarak kadın olarak sunduğum her şey, senin tarafından gözden geçirilmiş, süzülmüş, değerlendirmeye tabi tutulmuş olmalıydı, sen sevişme anında hep kendindeydin demek. Belki de “beni nasıl da etkiliyor olduğun” düşüncesine saplı kalarak bedenimi bir sıçrama tahtası yapıyordun. Benimle birleşmiyor, benim de parçası olduğum bir kadın imgesine giriş yapıyordun, bunu öğreniyordun. Ben eskiz masası idim yalnızca. Kadınlığın o sırada tecessüm ettiği bir ikonaydım sadece. Ama tuhaf bir itirafta bulunayım: Bunu anlamak hiç üzmedi beni. Hatta tahrik bile etti. Aşksız kullanılmış olma duygusu oldukça cinseldi.
Esra, Karanfil Sokaktaki bir bijuteriden 30 Tl’ye aldığı kırmızı küpeyle başlayan insani coşkunun bugün, henüz yaşarken bu kadar köhneleşmesini anlamayacak kadar boş değildi, fakat bu sahiden de tuhaftı. Görüşlerinin doğal değişimiyle Eser’in fiziksel çöküşü paralel gidiyordu. Elindeki küpenin tozlu dağılmış kullanılamaz hali bunu somutlayan bir delildi sanki. Bu küpeler toprağa gömülen sihirli sabunlar gibi temsil ettikleri kişiyi etkiliyor olabilirdi.
Seni son gördüğümde Esercik çökmüş omuzların, derinleşmiş yüz çizgilerin, zevksiz giyimin, yalancı bir üzüntüyü takmıştın suratına yine, o böbürlenen ses tonu, nasıl da iyi tanırım o sahte sesi, bana Antep’te yaşayan müflis şarap fabrikatörü amcamı anımsattın. Bacakları iyice kalınlaşmış ve varisleri birer parmak enine ulaşmış yengemle ikisi durmaksızın hayattan şikâyet ederlerdi. Oysa toplamda tükettikleri kebap ve baklava miktarıyla otuz kadar Afrikalı çocuk ömür boyu doyardı. Kadın toplamının bir üyesi olarak konuşuyorum işte, sadece bu, pilin bitmişti senin.
Esra, kırmızı küpeyi klozete atıp sifonu çekti. Kusmuk parçalarıyla birlikte anaforlanıp insanlığın müthiş icadı kanalizasyon tarafından yutuldu küpe.