Onu, şiirlerinden başka öyküleriyle de anımsamalı. Öyle ya, bir gün bir fotoğraf stüdyosuna yolu düşüp de Ziya Osman Saba’yı hatırlayan kaç kişi vardır? Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nden bahsediyorum, evet!
Ne zaman bir fotoğraf stüdyosuna gitmiş olsam, yahut gitmeyip de tabelada o ibareyi görsem aklıma, onun bu estetik harikası öyküsü düşer. Bu, Ziya Osman Saba öyküsünde öne çıkan İstanbul sevgisinin, ince ince işlendiği bir öyküdür. Mekân anlatımındaki dirilik, öykü içerisinde bu sevgiyi olanca netliğiyle açığa çıkarır. Öykü; kahramanımızın, akşam iş çıkışı Beyoğlu’na doğru yürüyüşü ile başlar. Baştan sona bir yürüyüş dillendirilir. Öyle ki; sanki görünmez olmuşsunuz da, kahramanın yanında, onunla beraber yürüyorsunuzdur. Haliç’i ve Boğaziçi’ni esenleyerek…
Yolun bir yerinde kahramanımız, insanların telaşlı koşturmasının sesine karışan acı vapur ziline kulak kabartıp maziye dalar. Hayali, bir zamanlar oturduğu Anadolu yakasına kayar, Kadıköy’ü hatırlar. Vapura yetişme telaşında olan insanlarda, mazideki halini görür. Tam da o zamanların hayaline dalıp gidecekken durur ve adeta kendisini firenler. “Zil sesi istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak korkutmasını istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim” diyerek teselli bulur.
Yolun devamında kahramanımız kendisini, çok sesli bir koşturmanın tam ortasında bulur. İnsan kalabalığı sokak aralarından sökün edercesine üzerine üzerine gelmektedir. Bu hareketliliğin içinden sıyrılmaya çalışırken dikkati mağaza vitrinlerine kayar. Camekânlarda gördükleri karşısında hayal kurmadan edemez. Önce bir oda takımı görür. Yemekten sonra, oda takımındaki geniş koltuğa uzandığındaki rahatlığı düşünerek gevşer, mutlu olur. Sonra sırasıyla hayaline; masa, radyo, biblo dahil olur. Bir sonraki camekânda gördüğü yatak odası karşısında bu kez, hayalinde kızıl bir aydınlık boy verir. İyi ama, bu kadar eşyayı nereye taşımalıdır? Sorunun cevabını düşünürken bakışları, seçim yapmak istercesine karşı apartmanların katları üzerinde dolaşır.
Burada ortaya çıkan asıl şey, Ziya Osman Saba öyküsünde sıkça dile getirilen bir diğer gerçek olan “geçim sıkıntısı” dır. Canlı betimlemelerden yola çıkarak yazdığı öykülerinde, hiçbir toplumsal kaygı duymaksızın bu gerçekliği olanca netliğiyle işlemiştir.
Öyküde dikkat çeken diğer şey; genel anlamda öykünün olmazsa olmazı olan ayrıntıcılık, yahut detaylara yer verme unsurudur. Bu öyküde de yazarın, en küçük detayları bile önemsediğini net bir şekilde görürüz. Hiçbir ayrıntıyı atlamadan, o anki haliyle dile getirirken sözü yormayışı ve ortaya çıkardığı detayı, öykünün bütününe işleyişindeki ustalığıyla okuyucuyu kendisine hayran bırakır:
“Bir kunduracının camekânında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha dekolte, bütün gizlilikleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler..”
Yürüyüşün sonuna doğru kahramanımız, mağaza camekânlarından dışarı doğru taşan asıl gerçeğin mutluluk olduğunun farkına varır.” Sanki bütün mağazalar, bütün şu insanlara mutluluk satıyorlar” diye düşünür. İnsanlar tükettikçe mutlu olmaktadırlar ve satıcılar avaz avaz bağırarak mutluluk satmaktadırlar.
Yürüyüşün sonunda kendisini, bir fotoğrafçı vitrininin karşısında bulur. Camekândaki resimleri seyre dalar, her birinin yüzünde gülümseyiş vardır. Herkes buraya adeta, en mutlu halini resmettirmek üzere gelmiştir. Kimi, rütbe değişikliğinin verdiği onurla gülümserken, kimi okulundan mezun olmanın omuzlarından kaldırdığı büyük yükten kurtulmanın rahatlığıyla tebessüm etmiştir. Kimi yeni evlenmiş ve mutludur, kimi ise çocuğunu ortasına oturtmuş mutluluğunu tescillettirmek istercesine gülümseyerek poz vermiştir.
Fotoğrafhanenin kapısı önündeki çiçeklerle süslü otomobili görünce, gelin ile güveyin içeride olduklarını düşünür ve bu güzel günlerinde çifti, kapıdan çıkmak üzere iken bile olsa selamlamak ister. Karşı koyamadığı bu istekle, fotoğrafhaneden içeri girer. Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı olan holde, hepsi ona bakarak gülen resimlere dalmışken, gelinle güvey yanı başından geçip gider. Arabaya kadar onlara eşlik eden fotoğrafçı, hareket eden arabanın arkasından bir müddet baktıktan sonra içeri girer ve holdeki misafiri fark eder.
Fotoğraf çektirmek istediğini söylediğinde, içeri buyur edilir. İçeride verilen komutlar eşliğinde gülümsemeye çalışır: doğal olmalıdır, kendisini sıkmamalıdır, buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunu unutmalıdır ve güzel, sevinçli şeyler düşünmelidir!
Kahramanımız bu uyarılara gerek olmadığını düşünür. Zira o, zaten buraya sevinçli düşüncelerle gelmiştir. “Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında taşıyacak…” diye düşünür ve gülümsemeye çalışır. Fakat olmamıştır. Fotoğrafçı uyarır; “zorla gülümsemeyin!” Bu ikâzın peşinden gelen cümlelerde, Saba’nın pek çok öyküsüne yansıyan şair tarafının bu öyküde de kendisini açığa çıkardığını net bir şekilde görmek mümkündür:
“Benim zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün bir sonsuzluk bana bakıyor demektir, ben de bütün o sonsuzluğa, bana hayran kalacak bütün o gelecek kuşaklara büyük bir şair gibi biraz mağrur, biraz yüksekten, yalnızca gülümseyebilirim.”
Acaba bu düşüncesi gülünç bir sav mıdır? Belki de… Evet belki de, yalnız ölüp gidecektir ve geride kalan eş, dost, akrabanın onu anımsamalarına aracılık edecektir bu fotoğraf. Dışarıdan gelen seslere ve odaya sinmiş beyaz gelin kokusuna dalarak, dışarıda gagalarıyla öpüşen güvercinleri seyrederek, az önce holde gördüğü gülümseyen fotoğrafları gözünün önüne getirerek doğal doğal gülümsemeye çalışır.
Sonra bu uğraşısından ötürü kendisine kızar. Niçin en güzel ve mutlu günlerinde fotoğraf çektirmeyi akıl etmediğini düşünüp hayıflanır. Niçin o günlerde resim üzerine resim çektirmemiştir ve niçin şimdi burada tek başınadır?
Tüm bu iç konuşmaların sonunda, hâlâ müşterisinin yüzüne yerleşememiş olan tebessümü beklemekten sıkılan fotoğrafçının, artık pes ederek kurduğu cümle, öykünün son noktasını koyar. Ve bu son nokta, Ziya Osman Saba’nın anılarını yansıttığı bu ve benzeri öykülerinde anlatımın ustalığı kadar, yaptığı psikolojik çözümlemelerin de ne denli güçlü olduğunun bir kanıtıdır:
Beyim, bağışlayın, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim!