Deli Bal, Pelin Buzluk’un ilk öykü kitabı. Varlık Yayınları arasından çıkan kitap 2010 yılı Yaşar Nabi Nayır özel ödülünü almıştır. Kitap toplam 10 öyküden oluşmaktadır.
Pelin Buzluk öyküsünü, kitabın girişindeki özgeçmişte yazdığı üzere; Varlık, Kül Öykü, Kitap-lık dergilerinden hatırlıyoruz.
Kitap içerisindeki öyküler, okuyucunun merakını baştan sona diri tutmayı başaran bir anlatımla, masalsı bir tat bırakıyor damağımızda. Bu masalsı anlatımda, yer yer bilinçdışı psikolojik süreçlere rastlamak mümkün. Kimi öykülerde gerçeküstü dünyanın düşsel imgelerinin satırlara taşınışına, kimilerinde ise insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesine şahit oluyoruz.
İlk öykü Sürek’te, nefes nefese bir kaçış dillendiriliyor. Bir hançerden kaçış bu:
Bu hançerin yıllarca özlediği kın, benim etim. (syf: 10)
Kaçış bir pazaryerinin cümbüşünde anlatılıyor. Küçük bir eğlence alanında cam parçalarını ateşe tutarak sisleyen çocuklar, bir çadırda endamı hayretle izlenen güzel ve görkemli denizkızı, bir çingenenin elinde burnundaki halkasıyla acıklı acıklı oynayan bir ayı. Burada kendi korkusunu unutan kahramanın içinden geçen şey düşündürücü ve bir o kadar da ironiktir:
İnsanlar öyle korkunç gülüyorlardı ki ayının boynuna sarılıp ağlamak istedim. (syf: 11)
Pelin Buzluk öyküsünde, gerçeküstü bir üslup ve bakış açısından söz etmek mümkündür. Özellikle 62 Tavşanı başlıklı öyküde tasarlanmış atmosfer ve giz dolu biçimsel imgeler büyüleyici bir anlatımı beraberinde getiriyor. Öyküde bir “62 tavşanı yasası” ele alınıyor. Ve bu yasa gereği, 62 yaşını dolduran her baba evladı tarafından öldürülüyor. 62 yaşını doldurmuş babalar için ölüm, toplumsal bir yasanın emriyle geliyor. Ama buna rağmen, bu yasayı görmezden gelircesine hâlâ çocuk sahibi olmaya devam ediyor oluşları, öykü içerisinde hayretle sunuluyor. Öykü boyunca, bu anlamda gözlerini kör eden gerçek aranıyor. Sıra 62 yaşını dolduran babasını öldürmeye geldiğinde kahramanımızın karşısına en büyük düşmanı çıkıyor: acımak! Acımak, bir başka deyişle merhamet imgesi, öykünün düşsel anlatımı ile okuyucunun içinden anlık bir kalp titreşimi, bir küçük sızı gibi geçiveriyor.
Düşsel çabanın ürünü olan bu ve benzeri öyküler kitap içerisinde, okuyucuda oluşturduğu şaşkınlıkla onu sarsacak bir şekilde sunuluyor. Yazarın tümüyle bilinçli olarak seçtiği bu üslup, kitabı okumaya devam ettikçe okur tarafından daha da kanıksanıyor. Seyirciler Yokuşu adlı öyküde, bir pencere kenarından devşirilmiş resmiyle Monte’yi seyreden o yaşlı adamın özleminde beliren hayal, bir diğer kahramanın aynı manzaraya dalmışken taşlaşarak heykele dönüşmesine değin devam ediyor.
Kafes başlıklı öykü, kocaman bir boşlukla başlıyor. Bir gün bir meydanda çırılçıplak uyanan bir insanın, öncesini hatırlamadığı ve sonrasından da emin olamadığı bir hayatın tam ortasına uyanışı dillendiriliyor. Bu sırlı yolculukta ona eşlik eden ‘korku’ oluyor. Yolculuk boyunca önüne çıkan tabelalar ona seçenekler sunuyor ve seçtiği yolda karanlık bir tünelden geçerek ışığa itildiği anda ortaya çıkan şeyin adı ‘doğum’ oluyor.
Gecenin el yazısı’nda, başlı başına bir yüzleşmeden söz etmek mümkün. Kahramanımız, çalıştığı masanın başından kalkıp bir geceliğine kendisini dışarı atıyor. Tam dışarıdaki atmosfere ayak uydurmaya hazırlanırken, dönüp yukarı kendi dairesinin penceresine baktığında gördüğü gene kendisi oluyor. Dışarıdaki haliyle içerideki kendisine görünmek için çabalıyor. Bu çabanın okuyucuya titiz bir anlatımla sunulduğunu görüyoruz. Detaylar üzerinde titizlikle duran yazarımızın bu özelliği kitabın bütününe hâkimdir.
2.9 saniye, kitap içerisinde okuyucuyu etkisi altına alan sıkı öykülerden biri. Bir binanın en üst katından atlayarak intihar eden Evren’in ardından, aşağıya düşüş süresi 2.9 saniye olarak belirleniyor. Üç saniyeden kısa bir zamanın geri dönülemeyecek şekilde ölüme giderken ne kadar süreceğinin sorgusu ve ölüm temasının olanca netliğiyle işlenişi, anlatımdaki büyülü atmosferi aşıp gerçeğe kapı aralıyor:
Evren -yazık ki- toprağının ayağımın altında ezildiğini duymadı. Tıpkı benim, o binanın yanından ne kadar geçersem geçeyim, çarptığı betondaki beden lekesine ne kadar bakarsam bakayım, çakıldığı andaki acıyı duyamayacağım gibi…(syf: 44)
Yazarın gördüğü şeyi betimlemekle yetinmeyip, biçimin değişik olanaklarını metinler içerisinde sunuş başarısı, masalsı olmasına rağmen ayakları yere basan bir öykü anlatısını açığa çıkarmıştır. Buna en iyi örneklerden biri Aynanın Sonu adlı öyküdür. Öyküde kahramanımız, yeni taşındığı evde her akşam aynı sesi duyarak irkilir. Bu ses, bir elin mobilyaya seri bir şekilde vurarak ortaya çıkardığı bir trompet sesidir. Her gece aynı saatte ortaya çıkan sesin izinden giden kahramanımız, bir süre sonra sesin kaynağını bulur. Ses, yatağının başındaki komodinin kilitli çekmecesinden gelmektedir. Tüm çabasıyla çekmeceyi açar ve orada karşılaştığı şey karşısında hayrete düşer. Bulduğu, bileğinden kesilmiş bir sağ eldir! Canlıdır ve önüne konan kâğıda yazdıkları onun, ülkesinde aldığı bir cezadan dolayı sağ eli kesilen bir yazara ait olduğu gerçeğini ortaya çıkarır. Yazarın oluşturduğu atmosferde ortaya çıkan hayalî mekân ve kişi vurguları, gerçeküstü anlatımını destekler.
Pelin Buzluk, öykülerde izlediği dikkatli yolda, olağanüstü ayrıntıları gerçeğin bedenine bir kalıp gibi işleyişi ve birbirini takip eden imgeleri kullanımındaki seçiciliği ile göz dolduran öyküleri sunuyor Deli Bal’da. Aldığı ödülü hak eden bir kitabı okuyup bitirmenin iç rahatlığıyla, ilk kitabından aldığı güçle kendi ruhundan beslenerek çoğalacak daha nice güzel öykülere imza atacağını umuyoruz.