Menu
BİR AVARENİN DÜŞLERİ / 2-Viran Dağlar
Deneme/İnceleme/Eleştiri • BİR AVARENİN DÜŞLERİ / 2-Viran Dağlar

BİR AVARENİN DÜŞLERİ / 2-Viran Dağlar

Dağlar dağlar viran dağlar
Yüzüm güler kalbim ağlar
Yüreğimden kanlar damlar

Bu sözlerle başlayan hüzünlü bir Rumeli türküsüdür Viran Dağlar türküsü. Bu türkü Osmanlının beş yüz yıldan fazla kaldığı ve İslam Uygarlığı'nın eşsiz eserleriyle donattığı Rumeli'den çekilişine yazılmış bir ağıttır. Osmanlı bu topraklardan çekilirken arkasında nice gözü yaşlı insanlar ve Osmanlı mimarisinin eşsiz eserlerini bırakmıştır. Rumeli’den çekilmenin üzerinden geçen yaklaşık yüzyıllık zamanı, büyük acılar içinde geçirmiş Rumeli Müslümanları. Yugoslavya'nın dağılmasıyla birlikte yine yirminci yüzyılın en acımasız savaş çarklarından geçerek bu günlere gelebilmiştir. Şimdilerde Rumeli Müslümanları, Yugoslavya'nın dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan devletçiklerde dağınık halde yaşam savaşı vermeye çalışmaktadırlar. Bosna Hersek'te, Makedonya'da, henüz Sırbistan'dan bağımsızlığını elde edemeyen Kosova'da bulunan Osmanlı şehirlerinde yaşayan müslümanlar; kanlarıyla, canlarıyla ödedikleri bedel karşılığında buralara tutunmaya çalışmakta ve derin bir sessizliği yaşamaktadırlar.

Bugün Rumeli şehirleri olan Mostar, Travnik, Sarayova, Priştina, Prizren gibi şehirleri görenlerin fark edecekleri ilk şey (ne kadar izleri silinmeye çalışılsa da) Anadolu'daki herhangi bir şehirle olan benzerliktir. Bu benzerliği hak eden ve üzerinde doğal bir örtü gibi taşıyan şehirlerin en önemlilerinden biri de kuşkusuz Üsküp'tür.

Anadolu şehirlerinin ortak bir atmosferi vardır. Özellikle şehirlerin eski merkezleri genellikle bir çarşı etrafında kümelenmiştir. Çarşıda dükkanların yanı sıra camîi, medrese, han, hamam gibi insanların alışveriş ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacağı yapılar bulunur. Osmanlı Mimarisi'nin estetik üstünlüğü burada devreye girer ve bu yapılar ihtiyaçları karşılamanın ötesinde hem fonksiyonel hem de en ince estetik unsurlarla donatılır. Bu kültür sadece binaları oraya dikmekle kalmaz, onların doğayla da eşsiz bir bütünlük oluşturmasına özen gösterir. Özellikle çınar ağacıyla kurulan ilişki bunun en güzel örneğidir. Çınar Osmanlı şehirlerini süsleyen en görkemli ağaçtır. Özellikle yaz sıcaklarında cami avlularını, çarşı kahvelerini serin gölgesiyle okşayan bu ağaç, aynı zamanda suyla da bir bütünlük oluşturur. Çınar ağacı aynı zamanda Osmanlı'yı da temsil eder. Bir Anadolu şehrinde bir çınar altı kahvesinde çayları yudumlamanın, bir fincan kahve içmenin keyfine doyum olmaz. Bu durum İstanbul'da nasılsa, Bursa'da, Amasya'da, Maraş'ta, Erzurum'da da böyledir. Aynı duyguyu Osmanlı'nın geçtiği bütün şehirlerde görebiliriz. Bu atmosfer İstanbul'da nasılsa, Saraybosna'da da aynıdır. Maraş'ta nasılsa Mostar’da da böyledir. Bursa'da nasılsa Üsküp'te de böyledir. Zaten görenler Üsküb'ü en çok Bursa'ya benzetirler. Sanki arada başka şehir ve uzun bir mesafe yokmuş gibi eski Bursa’nın bir mahallesinden başka bir mahallesine geçer gibisinizdir. Aslında tüm Osmanlı şehirleri bu bakımdan az çok birbirine benzer. Bir Üsküp çocuğu olan Yahya Kemal de Kaybolan Şehir adlı şiirinde Üsküb’ü Bursa’nın devamına benzetir.

Üsküp ki Şar Dağı'ında devamıydı Bursa'nın.
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.

Üsküp şehrine yolumuz düştüğünde aslında tüm bunları düşündüğümüz söylenemez. Ama şehre girdikçe, şehri gördükçe hafızamızdaki kırık dökük bilgi kırıntıları gün yüzüne çıkmaya başladı. Anladık ki bu şehir aslında bizimdir. Yüksekçe bir yere çıkıp baktığımızda bunu daha iyi gördük. Üsküb'ü seyrederken Bursa'yı seyreder gibiydik. Tüm Anadolu şehirlerinde olduğu gibi şehrin ana nüvesini oluşturan eski bölümüne yeni ve modern! yüksek binalar, geniş caddeler eklenmiş.

Üsküp'te otelimiz şehrin yeni yerleşim yerinde, hatta biraz da dışında bulunmasına rağmen, bulduğumuz her fırsatta kendimizi eski şehre, yani Osmanlı dönemindeki şehre attık. Ama eski Üsküp merkezine ilk gidişimizde yaşadığımız küçük şaşkınlık her şeyi anlatır. Otelden bindiğimiz taksi yüksek binalardan geniş caddelerden geçti ve bizi bir caddenin ortasında indirdi. Taksiden indikten sonra geniş caddeyi kesen başka bir caddeye döndük ve bu cadde bizi geniş bir meydana çıkarttı. Ve köprüyü uzaktan gördük. Sanki herkes karşıya geçiyordu. Bizim bulunduğumuz yöne gelen yok, herkes karşı tarafa geçiyor. Sadece yaya yoluna açık olan kemerli taş köprü, şehri ikiye bölen Vardar nehri üzerine Mimar Sinan tarafından yapılmış. Ama Makedonlar köprüyü asli hüviyetinden arındırmak için kitabelerini yok etmişler. Mihrabını ise yeniden yapma bahanesiyle yıkmışlar, şimdi mihrabın yerinde derin bir boşluk bulunuyor.

Köprüyü geçerek çarşıya varıyoruz. Evet; işte camîiyle, hanlarıyla, hamamlarıyla ve koca çınarıyla tipik bir Anadolu şehri ya da Osmanlı şehri. Sanki kendimizi birdenbire yüzyıllar öncesinin bir şehrinde buluyoruz. Kendimizi öylesine bizim olan bir şehirde hissediyoruz ki her girdiğimiz dükkana selam vererek giriyoruz ve anında karşılığını alıyoruz. Bir şeyler içmeye davet eden dükkan sahiplerinden tutun da yemek yemeye davet eden köfteciye kadar herkes engin bir misafirperverlik gösteriyor. Sanki kendi şehrinizde, çarşıda geziyorsunuz duygusuna kapılıyorsunuz. Bu yabancılık çekmeme duygusunu aslında Semerkant’tan, Buhara’ya, Mostar’dan , Üsküb’e bütün İslam coğrafyasında hissedersiniz. Ama bu insanlar sizin dilinizi de konuştuklarında bu duyguyu daha yoğun yaşarsınız.

Hanlara girip ince belli bardaklardan çay yudumluyoruz., çınar altı kahvelerinde kahvemizi içiyoruz, kalesini, çarşısını, camîilerini dolaşıyoruz uzun uzun.

Üsküp’ten, damağımızda buruk bir tat; içimizin ta derinliklerinde hissettiğimiz ince bir sızıyla ayrılırken yine Yahya Kemal’e kulak veriyoruz.

Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyârıdır.
Evlâd-ı Fâtihân onun yadigârıdır