(Laleli’den Esenler’e esen, çeyrek asırlık kurufasulye esintisi)
(kurufasulye makâmesi)
17 ağustos 2011 (17 ramazan 1432/04 ağustos 1427) cıharşanba günü, beklenen gün gelip çatdı.
beklenen gün, deyimi, medya/basım-yayım denen nev zuhur-i garibe-i hilkat’den sıçrayan, eşeği yaldızlamak gibi, tabiiyi gayr-i tabiiye dönüştürme bulaşıklığından ibaret. tilivizyon ekranlarında saatlerce bitmeyen “son dakika” ve “flaş flaş…” lar gibi… işbu tahririn tabii başlığı: beklenen akşam. ancak, ifadeyi ışıkdan, flaşlıkdan/gözalıcı-parlaklıkdan, yaldızdan mahrum etmemek (gayr-i şuuri) hiss-i tabiisi neticesinde, böyle denile… ancak; bu bulaşıklıkdan bile-bile kurtulmamak niye, deyu bir sual zuhur ider ise, çalıyı dolanıb puan almak gayesiyle, derim ki: gün, zaman kavramına aynalık etmede tercih edilse, isabetlidir. akşam ile zaman kelimesinin yan-yana durması, pek şık kaçmıyor. zaman akşamdan kaçar; çünki, akşam, zamana zevali/zamanın zevalini çığırışdırır. anlatacağımız mevzu ise, çeyrek asırdan artık bir zaman dilimini/vakti mündemic…
tam burada ikinci ‘ancak’a gelirsek: bu kadar uzun bir zaman sözkonusu ise, zeval ve dolayısıyle akşam, kendiliğinden gelip sofranın baş köşesine kurulmaz mı? buna itiraz, pek mümkin görünmüyor /ise: aristo haklı değil: bir şey hem A, hem B olabilir; hemi de aynı anda!..
bu kadar gevezelik (ve zeka fiyakası/akıl-akıl gel flaş-flaşa takıl zevzekliği) yetdi ise, gelelim beklenen günün zevaline/ikindi sonrasına, deyecekken, deyemeyorum, çünki, bekleneni atlayıp günü dahi tek yüzlü/turasız pula / kel aynağa çevirme dolusuna tutulmak diye buna denir, herhalde…
*
anlatacaklarımı düşününce, osman harîrî’nin makâmat’ı gelip gelip zihnimi tokatlayor (aslında okşayor da, edebi okşamanın arifan nezdinde ma’nası, tokatdır). hani o, makamelerinden birine başlarken, zaman zaman hâris hemmam’a dedirtir:
«yarı aydınlık yarı karanlık bir geceyi kûfe’de, sabaha kadar sohbetle geçirmişdim. ay, gümüş bir gerdanlık gibi duruyordu. arkadaşlarım da hep edebiyat âşığı kimselerdi. sahban’ı unutturacak kadar düzgün ve güzel konuşuyorlardı. kendilerinden faideli şeyler öğrenilir, arkadaşlıkları arzu olunurdu. insan onlara karşı usanç değil, sevgi hissederdi. ay kayboluncaya, uyku gözümüzde tütünceye konuşup durduk...» (kûfiyye makamesi)
işte bana bunu hatırlatacak meclisin oluşması için, müdavim/muhib hatırlanması katkısında bulundum, kıyıdan/köşeden, bir haftalık hazırlık devresinde, fikri ortaya atıp tatbik eden yusuf ziya beğefendiye.
sonunda beklenen akşam gelip çatdı. teklif-i meclis yusuf ziya beğ ve yanında sinema üstadı ve mahallenin doğrucu davudluğuna soyunacak kadar helal süt emmiş insan evladından ve muharriran-ı mevkute-i yevmiden salih beğefendi ile, iftar çadırına doğru yola revan olduk.
forum istanbul nam mahalden geçer iken, perde-i muhayyilemde yine aynı temsil: fokur-fokur-istanbul.
esenler’deki şehirlerarası otobüs garajındaki tuhaf mescidin önünden, enkara’dan bu meclis-i mahsus hatırı için icabet edib yorulmağı göze almış, hatırşinas şâir-i rakîk sıtkı beğefendiyi kafilemize ilhak edib, yaklaştığımız iftar meclisinin hususiyeti şu meyanda idi kim:
her kim, aşçılıkdan gazeteciliğe, köşe yazarlığından şairliğe elinden bir şeyin kurtulamadığı vahidüddin beğefendinin, çeyrek asır evvelinde, laleli’deki aşevi dükkanına uğramışlardan.. el’ân hayatda ve erişilebilir ve erişebilir yerde bulunanlardan ise, bunların buluşması...
buluşup, vahidüddin ustanın, o dillere destan, bildiğimiz klasik (kuru fasulye için, işbu ‘klasik’ nitelemesi/çeşitlemesi, bendenize değil, yusuf ziya beğefendiye aitdir), ya’ni sulu kuru fasulye yemeğinden, çeyrek asır evvelki gibi (amma, şimdi, eski toprak baba-delikanlılar olarak) birlikde yemek...
her ne kadar, girişinde, esenler belediyesi şehir parkı yazsa da, mücavir meskunların, beşyüzevlerlilerden küçükköylülere ve gaziosmanpaşalılara, “adaparkı” diye adlandırdıkları parkın içinde bulunan şark sofra çadırının hududu dahiline duhul eylediğimizde, akşam ezanı okunmasına, ya’ni (bilmeyenler için:) iftara, ya’ni (bilmeyenler için:) oruç açmağa (oruç ne demek, bilmeyenleri ta’y etmez isem, okumağı bırakacaksınız, biliyorum. neler de bilirmişim!) çeyrek saat kalmış idi.
kalmış idi de, salih beğefendi, ahmed beğefendinin, kendileri arz-ı endam idene dek, günahını alayazdı: yok burayı bulamazmış; yok, çünkim bulmak istemezmiş gibi konuşayazmış (tilifonda); yok tek kollu kahramanlığını bahane edebilir imişmiş... (ancak, tek kollu kahraman, muhterem kolu ve olanca haşmetiyle belirince, tevbe istiğfar yoluna koyulmak mecburiyetinde kaldı...)
*
vahidüddin usta, üç gündür, bu güne/akşama/iftara hazırlık için, kuru fasulye yiyormuş. –beraberinde komşuları da.– çünki, artık aşçılık günleri hayli geride kaldığından, ha deyince kaliteli, ağızda eriyecek fasulyenin adresini bulmak kolaycacık değil. ikiyüz-üçyüz gram, tek pişirimlik ala-ala, nihayet bu akşama hazırladığı fasulyeyi bulmuş.
evet, taze kırmızı biberli ve orta karar sulu mübarek kuru fasulye, vahidüddin usta elyapımı olarak bizi istikbal ediyor. ediyor da, kafa şişiren ney faslına, salih beğ bozuluyor: nedir bu kardeşim...
necat beğefendi adını koyuyor: insanlar yemek ile vahdet-i vücud olurken...
ben de, çok lazımmış gibi, arifanın arasında bulunmaklığımı unudup, kendimi kurufasulye gibi nimetden sayıp, dipnot israf ediyorum: vahdet-i fasuli oluyorken...
—insan kişi, oruçlu iken tahrire kalkışırsa, işte böyle, sırayı şaşırır, hâzirûnun omuzları üzerinden atlayıp, cork diye kuru fasulye tenceresine düşer…—
efendim, kuru fasulye tabaklara gelmeden, kimler ile yüzyüze geldik, müşerref olduk...
buraya kadar zikretdiğim iki isminkinden başlayıp, bölge bölge (bilebildiğim kadarıyle) gider isek: karadeniz eşrafı: fuad beğ (her ne zaman görüş alanıma girse, o meclisde kendimi biraderimin evinde, ev sahibi gibi rahat hissederim: dünya yansa hasırım yanmaz), attila beğ (mesai arkadaşlığımız günlerinde, bir ricam ile bizzat ve candan ilgilenişini unutamam), ihsan beğ (ev sahibliğinden komşuluğa, arada bir çık görün cancağızımlardan), mustafa beğ (merdübanda sudan bahane ile fırça), ömer beğ (müdirimi, facebook zorlaması ile dürtdüğüm için, nasıl estağfirullah diyeceğimi, hâlâ kara-kara düşünüp duruyorum); doğu anadolu/kürdistan tarafları: nureddin beğ (sıdıka batu han’da sıtkımız sıyrılça, moral kadehinden kana kana içerdik.. eğer ki yakalayabilir isek), erhan beğ (geçen sene beni sırtlayıp başakşehir’e atacak kadar insaniyet ve dostluk mezhebinde vüs’at sahibi); malatya – elaziz – mardin sülalesinden (triosu veya üçlemesi demekden ehvendir): nureddin beğ (dost edindiklerini, suyunu çıkarmadan bırakmaz; ya’ni, yanında kuraklık çekmezsiniz, rahatça hacca bile yayan revan olabilirsiniz, yanınızda ise), necat beğ (amerika’yı dahi okşayacak kadar gönlü geniş, diyeyim, arifan anlasın), sıtkı beğ (husisi izahata konu), zeki beğ (ilk görmemiş olabilirim, amma, enkara bürokrasisinin türbe yeşili zulmüne maruz kalmışlardan), ahmet beğ (buraya gelmeden birkaç saat önce, ekranda, arkasından değil, yüzüne karşı söylendim: hemi sakal hemi kravat ne oli!!! ekranda, karşısındaki dilberden çevirip, yüzüme bakmadı amma, burada iki cüğarasını çarpdım); konyanın batısından balkanlara, müteferrik: esbak-ı meb’usandan mehmed beğ (yeni devir ve arap-fars’dan mezun olup, memleketime meb’us kesildi), ve bendeniz.
(inşaallah nisyan çukuruna düşmemişem. çıkılmaz.)
*
imdi; bunları öylesine bir tedirginlik ile yazayorum ki, işbu meclis, tekrarlanabilir veya tekrarlanmaz, kısmet işi; amma, buraya gelmekle faş oluyoruz, dedirtmemeli. bilakis, şu fani dünyada gölgemiz bir yerlere değmiş, deyu serinlesin isterim yürekler.
*
yusuf ziya beğ ile, kimler idi vahidüddin ustanın laleli’deki dükkanının müdavimleri, deyu düşünürken, insanlık maluliyetiyle hatırlayamayıp, şimdi aklıma gelen: yaşayan/canlı şair, canım-ciğerim kardeşim hüseyin. (kimdir deyu sual eylemen: yaşayan başka şair hüseyin mi var?) yüz metre kadar mesafedeki edebiyat fakültesinden, veya iki yüz metre ötedeki erenler’den yürüyüp gelmişliğimiz vakidir, hüseyin ile. o günlerin şair berna yiğitcan’ı vahdet ustanın, zıpkın şair hüseyin’i kapıda görünce, gözlerini öyle bir parlatışı vardı ki, bu muhabbeti kıskanmamayı, ancak şuur zoruyla hatırlatırdım kendime…
sonraki senelerde, hüseyin ile kadırga’daki bol kepçe öğrenci aşçılarında (az çorba, az kuru, az pilav, bol ekmek ve bol su…) kuru fasulye yedik, amma, artık hem öğrenci değildik, hemi de yediğimiz vahidüddin ustanın kuru fasulyesi değildi…
ya, şair-i seyyariden yeşil pasaporta, iki omuzunda sekiz karpuza bana mısın demeyen canımız-ciğerimiz şaban beğefendi kardeşimiz, vahidüddin ustanın lali’deki aşevinde kuru fasulyesinden tadanlardan mı idi? çok kuvvetle, yüzde doksandokuz dokuzyüzdoksandokuz nisbetinde müsbet ihtimal, diyorsam da, o seneler enkara’da kenan evrenin çin’den hediye cins ördeklerini parkdaki kümeslerinden aşırıp karın doyurma ameliyesi ile meşgul de bulunabilir tarzındaki, hafızama takılan, bindebirlik huysuz ihtiyar kuruntusu, içimi kemirdi. yüzdeyüz doğrusunu rabbi’l-âlemin ve kardeşimiz bilir. lûtfedib aydınlatır ise, müteşekkir kalırız, efendim.
*
vahidüddin ustanın kuru fasulyesiyle iftar etme meclisinin bulunduğu şark çadırına döner isek:
ezana beş-on dakika kala, edebistan nokta kom’un ser-müdiri ömer beğefendi, ummanda beliren muhteşem bir kartal gibi zuhur eyleyince, çok şükür, dedim, hazreti görmek saadetine nail olduk.
ufak bir aksaklık zuhurunda, yusuf ziya beğ, meclisin mürettibi olarak sabık avukat nureddin beği şirk koşunca, anladık ki, vahidüddin ustanın kadim dostu ve hemşehrisi beğefendi de işin içinde imiş…
yaşayan en nureddin beğ ile değil de, diğer (öz) nureddin beğ ile, ateş ve tütün sermayesini birleştirip, bir şirket kurup, müşriklerden olduk. yalnız şirketi, çadırın divanhanesinde değil, gürültü tedavisi cari bimarhane gibi olan tumanhanesinde kurduk. kurduk da, pek uzun ömürlü olmadı, çünki, diyarbakır’dan kalkan uçaklar kuzey ırak’daki taşeron terör örgütü pekaka’nın kamplarını bombalamağa başlamısıyle, aramızda bulunan iki yevmi mevkute müdir-i umumisi, vazife saikiyle ayaklanınca, meclis dağıldı.
esbak-ı meb’usandan mehmet beğ, dağılma merasimine yakalanmadan, sebeb-i müsafir ileri sürüp, firar eylemiş idi.
trabzonlu salih beğ ve malatyalı ahmet beğ, daha tumanhaneye inip nargileler söylenmeden, ana çadırda, vazife pusulasına uyup firari-i meclis olmuş idi.
bu arada, tumanhane önünden umumi firar vuku bulurken, fakirin başına, alık-alık bakınırken, pişmiş tavuğun başına gelen geldi: vahidüddin ustanın hemşehrisi köftehor sevabcı, amr ibnül as’ın hakemliğindeki gibi beni oyuna getirip, yüksüğü parmağıma geçirip, cebren ve hile ile biat etmesin mi? eh, bir ramazan gecesinde şaz bir şıh olmaklık da yazılı imiş kaderde…
eh, şimdi artık, cebren ve hile ile de olsa, malatyalı bir mürid edindik’e, sahib-i makâmat osman harîrî’nin «malatiyye makamesi»nden iktibas kaçınılmaz hale geldi:
*
«haris hemmam anlatıyor ve diyor ki:
«yol devemi malatya’ya bağladığımda, heybem altınla dolu idi. şehre yerleşince, âdetim üzre, vaktimi zevk u sefa yerlerine gitmeğe, seçme ve nadir bulunur nükteler, fıkralar toplamağa hasretmiş idim. ne, güzel bir manzarayı, ne de bir saz meclisini kaçırıyordum. hiçbir eğlence yeri ve hiçbir ilim meclisi olmazdı ki, ben orada bulunmayayım…
«nihayet malatya’da benim için yerine getirilecek bir arzu ve durmak için bir sebeb kalmayınca, yolculukda gereken şeyleri almak için, altınları gözden çıkarmağa karar verdim…
«hazırlık tamamlanıp tam malatya’dan ayrılacağım sırada, zevk ehli dokuz kişinin şarap içmek için bir tepede oturduklarını gördüm, ve hemen, şaraplarını değil sohbetlerini arzulayıp, kadeh tokuşturmak için değil de onlarla kaynaşmak maksadıyle yanlarına gitdim.
«meclisin onuncusu olup aralarına katışınca, anladım ki onlar da evvelce biribirini tanımayan insanlar, başka-başka yerlerden gelmiş garip kimseler imiş. yalnız edebiyatın verdiği yakınlık onları hısım-akraba gibi bir yerde toplamışdı. aralarında hiçbir ayrılık-gayrılık yokdu; cevza yıldızları gibi sıralanmışlar, bir cümlenin mütenasip parçaları gibi dizilmişlerdi. onların yanına gitmekden bir sevinç duydum, beni onlardan haberdar eden talihe şükretdim. artık onlarla edebiyatdan konuşuyor, şaraplarından değil sohbetlerinden zevk alıyordum. nihayet söz dallanıp budaklandı, bizi karşılıklı bilmeceler, muammalar söyleşmeğe getirdi. (...)» (makamat; milli eğitim basımevi. çeviren: sabri sevsevil)
*
otuzaltıncı sıradaki malatiyye makamesi bu minval üzre devam ediyor.
bizi, şahane kuru fasulyesi bahanesiyle, hoş sohbetinin damağımızdaki tadı dolayısıyle bu meclisde biraraya getiren vahidüddin usta da malatyalı şuaradan.
söz şuaradan açılmışken, gecenin, vahidüddin ustanın yanısıra makbulü, elazizli şair sıtkı beğe dair bir tevafuku belirtmeden geçemeyeceğim: beğimizi otogardaki tuhaf mescidden almış iftar çadırına geliyorken, yusuf ziya beğ dedi ki: “işte her şeyiyle şairliği besbelli bir adam. sorsak içimizden kim şair diye, herkes onu gösterir.” iftar başladıkdan sonra da, mardinli şair necat beğ dedi: “içimizdeki en şair adam sıtkı. şairliğine en sadık adam. buna hayatı şahid.”
bu arada, sıtkı beğin dile getirdiğine göre, dört adet şiir kiabı baskıda imiş.
(bu yazıyı nasıl, makameden hitameye erdireceğimi düşünürken, iskender, gordiyon’dan geçerken seslendi: kes, bitsin-gitsin, vesselam… –işte böyle kadem-karar sahibi adamlar olmasa, biz sefiller seneye kadar düşünürüz de, ömrümüz düşer, bir hitame düşüremeyiz.)
bakalım seneye ne ola…
bakalım,vesselam.
EDİTÖRÜN NOTU:
Yazarımızın engin anlayışına sığınarak, ilgili kişileri soyadlarıyla belirtelim ki, keyfe keder bir hal oluşmasın ve dahi yazarımızın isabetlü tahlili muhataplarını eksiksiz kuşatsın:
İftar yemeğini tertip eden: Yusuf Ziya Cömert.
Kurufasulye gibi pişmemekte inat eden bir mahluku iyi bir yemek olmaya ikna eden: Vahdettin Yiğitcan.
Dostlarını o sofrada isteyen: Kamil Doruk.
Kurufasulyeye gösterdikleri teveccühle onun kendisini nimet saymasına vesile olanlar: Necat Çavuş, Sıtkı Caney, Ahmet Kekeç, Salih Tuna, Mehmet Ocaktan, Fuat Susuz, Atilla Bayramoğlu, İhsan Durdu, Mustafa Karaalioğlu, Ömer Lekesiz, Nurettin Özlük, Erhan Zorba, Nurettin Yaşar,Zeki Ertürk.
canım-ciğerim kardeşim hüseyin: mahallemizin medar-ı iftiharı şair Hüseyin Atlansoy.