Menu
AZRAİL'İN GÜLÜMSEMESİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • AZRAİL'İN GÜLÜMSEMESİ

AZRAİL'İN GÜLÜMSEMESİ

Bu neçe dünyadır hikâyesi zor
Cilvesi cûrbecûr rengi cûrbecûr
Dûnen nefesiyle bizi ısıtan
Bu gün buza dönüp daşa dönüptür

Sen meni laylayla büyüttün ana
Bu gün laylay çalım sene men demi
Senin şirin laylaylarını (ninnilerini)
Ben sene gaytarım(aktarayım) cenazende mi?

Sen menden gün be gün uzaklaşırsan
Men sene gün be gün yakınlaşıram
Sen menim arhamda benzerdin dağa
Ele bil arhamdan uçtu dağ menim
( Bahtiyar Vahapzade)

Puslu bir kasım sabahı, ayazlı bir gecenin koynundan sonra asude baharlar gibi geldi ölüm.

Cebraili bilirdik, dosttu, yarendi, Resul’e arkadaştı. Zekeriya’nın duasının müjdesini yüklenmişti, Meryem’e sırdaş, Meryem’in avuçlarının ve yüreğinin bakirliğini bırakmıştı alnının aydınlığına. Hira da, mağarada, Resul’ün, yalnız günlerine ve gecelerine, umudun ve aşkın mutlak güzelliğini yazmıştı asırlarca sürecek.

 “(Onlar) Meleklerin, ‘ Selam sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz (iyi ) işlere karşılık cennete girin’ diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.” (Nahl_ 32)

Mikail bir sırdı dualarımızda. Onu bilmez, tanımaz ama inanırdık, meleklerden bir melek diye, imanımızın şubelerinden bir şube diye. Gayba inanmanın gereklerindendi, Mikaili tanımak ve bilmek. O meleklerden bir melek, alemlerin ötesinden, gerçek alemlere bir yoldu taşıdığı emanetler.

 “Hele can boğaza dayandığı zaman (Vakıa-83), O vakit siz bakar durursunuz (Vakıa-84), ( O anda) biz ona sizden daha yakınız , ama görmezsiniz.(Vakıa 85) “

İsrafil tıpkı ismi gibi, uzun soluklu bir nefes olarak uzanırdı damarlarımıza. Surdan bir haber taşıyacaktı, suru üfleyecekti. İsrafil teslimiyetin, dirilişin öteki adını yazacaktı gelecek alınyazımıza. Sağır günlerimize israfilin nefesi can ve ümit taşıyacak, Hâk Hâk diye inleyen  nefesleri sonsuz yolculuğa taşıyacaktı.

Azrail! Duyar duymaz, anar anmaz, titrerdi yüreklerimiz. Bilmezdik Azraili. Belki de bilmek istemezdik. Tıpkı ismini ünlerken, “Azrail” derken, nasıl yarılıyorsa gök, nasıl akıyorsa kaynağından pınarlar, nasıl boşalıyorsa göğüsten can öyle bir ünlemeyle anardık Azraili.

Azraili bilmezdim… Ayazlı bir Kasım gecesinin sabahında, annemin kapısını çalana, O’nun çehresini bulut bulut gülümseyişlerle yoklayana kadar. Hâlâ bilmiyorum, Azrail ne zaman gelir, gelirde benim kapımı yoklar. Onu ancak Rabbim bilir.

Bildiğim, annemin başucunda, hasretin başlangıcı olan, ölüm meleğinin konuk olduğu o sabah, nasılda mukaddes, nasılda ibretli sahneler geçti gözlerimin önünden.

Canım anacığım, benim ümmi olan, Anadolu kokan, bizi yıllarca babasız büyütüp sevgi ırmakları salan yüreklerimize. Her dem  ‘ dağ gibi otururdu’ şairin dediği gibi. Yaslanırdım, dağımdı, sarardım umudumdu.  Bereketi kuşatırdı günlerimizi, gecelerimize. Duaları çelikten zırhlar gibi her dem üzerimize korunak, duaları her dem baharlar açtırırdı yarınlarımıza.

Hikmetli sözler söylerdi. Şaşırırdım onun bilgeliği karşısında. Ne güzel sabrederdi. Hüzün dalga dalga hep gözlerinde gezinir, bizden gizlerdi üzüntüsünü. Sesimin dalgaları, titreyişleri, kırgın, küskün halleri onun yüreğindeki merhamet tellerini nasıl da titretirdi. Anlardı. Her şeyi anlardı. Yaslandın mı umut gibi, sardımı dağ gibi olurdu.

 “Yer demir, gök bakır “ demişti, çaresiz bir haldeyken. Yıllar sonra cocukluğumda duyduğum bu deyimin, ünlü bir romancının bir eserinin adı olduğunu öğrenecektim. Yanık türküler söylerdi sonra, Anadolu kokan, toprak kokan. Öleceğini anlamış bir hali vardı. Son günlerinde vasiyet eder gibi konuşuyor, nasihatler etmeye çalışıyordu. Bahara çıkamayacağını hissetmişti belki.

“ Bağladık bağları yemedik üzüm

Saklayın payımı geliriz güzün”diye deyişler söylerdi.

“Dibi görünmedik göle taş atma,

Üstüne elzem olmayan lafı konuşma “ diye yine anlamlı dizeler okumuştu güçlükle, son günlerinde. Çocukken, babasız günlerimiz vardı anamla. Beni koynunda yatırırken, hikayeler anlatır, namaz surelerinin kısalarını ezberletmeye çalışırdı. Belki de şimdiki hikayeciliğimin mayasını o zamanlar çalmıştı. Öyleydi işte, anacığım kendi halinde dualar eden, her dem tesbihi elinde, çocuklarına, torunlarına hayatını adamış yürekli bir anaydı. Neyi var neyi yok bizlere verirdi. Giderken geride kavgasını yapacağımız bir sandık bile bırakmadı. Seccadesi, tesbihi, tülbentleri, birkaç parça giysisi. Ne güzel, ne sade gitti anacığım. Merhamet ve şefkat onun sermayesiydi bize kalan.

Bizi bize, bizi Allah’a, bizi sevdiklerimize ve fâni dünyaya bırakarak gitti. Biliyordum bu gidiş elbet gerçek alemedir. Gerçek Mabuda’dır. Alçak hayatın kollarından sıyrılırken,” La ilahe illallah” döküldü dudaklarından saatlerce. Boncuk borcuk terleyen alnını sildim. Güz elması gibi kızaran yanaklarını öptüm son defa. Sıcaklığını, ana sıcaklığını, bir daha sokulamayacağım ana sıcaklığını aradım buz kesmiş ellerinde.

Azrail sanki, bir dost sıcaklığıyla geldi anneme. Son bir gülümseme yayıldı, hüzünlü gamlı çehresine. Bana teselli olan, bana ilham olan, beni öteler taşıyan bir gülümsemeydi bu .Hayatım boyunca anneciğimin gamlı çehresi böylesine aydınlanmamıştı böylesine rahatlamamıştı sanki.

Ölüm bize hasretler yükler. Hasretime kolaylık ver Rabbim diyorum. Sen her şeye kadirsin. Ayrılığımı kolay kıl. Hızla akan bu hayatın, bir tokat gibi yüzümüze çarpan ölümleri olmasa, gerçekte nereye ait olduğumuzu unutacağız sanki .Unutulmuşluğun, gamsızlığın umarsız günlerine açacağız gözlerimizi. Gamlı günlerimizi, muştulu baharlara taşıyan müjdeli haberler olmasa.

Öksüzlerden bir öksüz, yetimlerden bir yetim olarak, Sana yöneliyorum Rabbim. Sabırlar doku gönlüme, hasretimi kolay kıl…

Senden geldik yine sana döneceğiz Rabbim…

Kasım 2007 

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları