Menu
“Aynı Türk Filmi Gibi”: Trajedi ve Arabesk Üzerine Düşünceler
Deneme/İnceleme/Eleştiri • “Aynı Türk Filmi Gibi”: Trajedi ve Arabesk Üzerine Düşünceler

“Aynı Türk Filmi Gibi”: Trajedi ve Arabesk Üzerine Düşünceler

Kadir Daniş

I.

Enderunlu Vasıf’ın olmalı, bir beyitte İstanbul kıyılarından mehtap safasına açılan bir kayıkta iki sevgili birbirine sevda sırları fısıldar. Kim olduğunu bulmak için çok uğraştım, ama tespit edemedim, yanlış hatırlamıyorsam Tanpınar, devrin meşhur Fransız yazarlarından birine ait bir aşk romanının o kısacık beyitte mündemiç olduğunu söyler. O romanın o beyitten de çıkabileceğini, belli şartlar olgunlaşmış olsaydı o beyitteki atmosfer ve ruhtan bir Türk romanının kendiliğinden doğabileceğini ifade eder.

Diğer yandan çeşitli mecralarda, çeşitli vesilelerle bizim mesnevilerin de bugünkü romanımızın atalarından olduğunun, mesnevinin form değiştirerek romana dönüştüğünün, Batı’da mesnevi diye bir şey olmadığı için romanın icat edildiğinin söylendiğine şahit oldum. Çok baskın değil ama, böyle bir görüş var. Ve ilk paragrafımızdaki görüşle birlikte, bu da hatalı.

Bıraktığımız yere dönmek üzere devam edelim.


II.

Bilindiği üzere Batı romanının ilk örnekleri olduklarında büyük oranda uzlaşma sağlanmış iki eser vardır: Don Kişot ve Robinson Crusoe. Aslında bu eserlerin de öncülleri bulunmaktadır; mesela Don Kişot’un “romanlığını” hakkıyla anlamak için önce, en bilindik örneği Tormesli Lazarillo olan pikareskleri incelemek gerekir. Ama bu daha önce defalarca yapıldığından biz kendi işimize bakalım.

Bu iki roman, yani Don Kişot ve Robinson Crusoe, aslında tek değil, iki ayrı roman türünün ilk örnekleridirler. Ian Watt’ın Romanın Yükselişi’nde ifade ettiği üzere Robinson Crusoe esasen Protestan ahlaklı, kapitalist, bireysel yeni dünyanın ürünüdür. Yaşanan her şeyin anlatıcı tarafından tam bir dökümünün ortaya konması hasebiyle kökü Hıristiyanlıktaki itiraf kültürüne dayanır, bu açıdan nesebi günah çıkarma odalarına ve Aziz Augustinus’un İtiraflar’ına kadar uzatılabilir. Romanın hesap kitap cetveli gibi kullanıldığı bölümler vardır, tasvire dayalı bir dilden istifade eden anlatıcının dünyası somut, açık, gizemden uzak bir dünyadır; Robinson Crusoe düştüğü adayı, kendi çıkar odaklı çalışmalarıyla, küçük bir İngiltere’ye dönüştürür. İşte geçtiğimiz birkaç asrın ciddi, asık suratlı büyük romanları bu gelenekten çıkmıştır. Gerçekçi, detaycı, betimsel, mükemmel kurgulanmış ve karakterizasyonu üstün anıt romanlar, mesela Savaş ve Barış, hazır mısınız, aslında, evet, kesesini çok seven Püriten bir tüccarın dünyasından neşet etmiştir.

Diğer yandan güleçliğin, alay etmenin, sarhoş olmanın, kendinden geçmenin, saf neşenin, taşı ve kahkahayı aynı anda atmanın, yani Bahtinci anlamda “karnavalesk”liğin soyuysa Don Kişot’a dayanır. Yel değirmenleriyle savaşan ünlü kahraman, aslında, Michael McKeon’un İngiliz Romanının Kökenleri (1600-1740) adlı yapıtında işaret ettiği üzere, “disenchantment”tan muzdariptir. Dünyanın tılsımı bozulmuştur. Yozlaşma, ahlaksızlık ve yolsuzluk almış başını gitmiştir. Dünya eski şövalyelerin ve leydilerin dünyası değildir artık. Dünyada büyü yapabilen bir cadı, büyük erdemler, Eflatuni aşk, merdane seyrüsülûk (“quest” yani) yoktur gayri. Hatta “yaveri” sandığı Sanço Panza kendisinden ücret talep edince Don Kişot çok şaşırır ve bozulur: Çünkü bir yaverin, bağlı olduğu şövalyeden para talep edebilmesini havsalası almaz; son derece pespaye, ahlaksız, alçakça, şerefsizce bir şeydir bu. İşte böyle bir yerdir artık dünya! Don Kişot’u Don Kişot yapan, okuduğu romanslardaki dünyayı geri getirme arzusudur. Yola o yüzden koyulur, kendi kafasındaki yolla yürüdüğü sahici yol farklı olduğu için de komik duruma, en azından alımlayıcı tarafından komik bulunacağı beklenen durumlara düşer. Adamın çılgınlığını anlamalıyız bu noktada: Eskiden leydiler varmış, mert adamlar onlara âşık oluyormuş (ki bu aslında eskiden Tanrı vardı ve dünya gördüğümüz maddi dünyadan ibaret bulunmuyordu ve toplumda ahlaksızlık bu kadar yaygın değildi demek) ama şimdi köylü yosmalar, menfaatperest gundiler ve veled-i zinalar var (ki bu da artık Tanrı yok ve dünya gözümüzle gördüğümüzden ibaret ve sâri ahlaksızlık olağandır demek).

İşte geçtiğimiz birkaç asrın en şen ve güleç romanları (Şenlik ve güleçlik her zaman neşeye ve keyfe delalet etmez tabii, gözden kaçmasın.), mesela Tristram Shandy, örneğin Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve misal Tutunamayanlar, Don Kişot geleneğindendir. Yani histerik kahkahalar atan parodik, ironik başyapıtlar eski dünyayı özleyen, yeni dünyanın şoke ettiği zavallı bir adamın, bir düzmece-şövalyenin pelerininden çıkmıştır.

Ve işte bu Don Kişot; konusunun, işleyişinin, gidişatının en büyük mihrakı olarak “romans” parodisini alır. Romanslarla dalga geçer, Don Kişot romans okuya okuya sokağa düşmüştür. Don Kişot yeni yoz dünyanın eleştirisi olduğu kadar eski romansların parodisidir. Yeniye dönük eleştiri, eskinin parodisi üzerinden inşa edilmiştir.


III.

Romans dedik, değil mi? Demek ki başta atıfta bulunduğumuz ikinci görüşün hatalı olduğu bir noktaya geldik: Batı’da da mesneviler vardı, Batı’nın mesnevisi romanslardı ve Batı romanı da, en azından Don Kişot’la başlayan kolu, bu romanslardan doğdu. Yani Batılılar romanı mesnevi yazmayı bilmedikleri için icat etmediler; aksine, dünya değişince adamların mesnevileri de değişti, roman doğdu.

Çürüttüğümüz bu görüşün hatalı olduğu bir diğer nokta da şu: Biz kendi romanımızı mesnevi yaza yaza yapmadık. Roman bize gökten değil ama Batı’dan geldiğinde, biz hâlâ mesnevi yazıyorduk. Roman gelince mesnevi yazmayı bıraktık, roman yazmaya başladık. Çünkü biz de dünyadaki değişimden payımızı aldık. Batılılaşma süreci başladı. Batı’dan pek çok şeyle birlikte edebiyat türlerini de aldık. Dolayısıyla bugünkü romanımız, Türk romanı, Türk mesnevisinin form değiştirmiş hâli değildir. Öyle olmasını ben de çok isterdim, ama maalesef öyle değil.

Peki neden değil? Bizde roman neden kendiliğinden doğmadı? 

Şimdiye kadar romanın gelişimine dair anlattıklarımı buraya bağlamak için anlattım. Bizden bir Robinson Crusoe çıkmadı, çıkmazdı da. Çünkü bizde, Osmanlı’da yani, kapitalizm, bireyselleşme ve Protestan ahlakına benzer bir ahlak yoktu ki! Liseden kalma tarih bilgilerinizin üstündeki külleri üfleyin bakalım bir: Sanayileşemedik biz. Hızlı üretim kapitalizmi, o da matbaayla birlikte bireyselleşmeyi doğurmadı. Ahlakımız prensipte Sünni ahlakı olarak kaldı. Bizden bir adamı ıssız bir adaya koyduğunuzda Robinson Crusoe değil, Hayy bin Yakzan elde edersiniz. Bina yapacağına tefekküre durur. Hem İslam’da günahları açıklamak değil, gizlemek evla olduğundan bizde itiraf kültürü de yoktu. Hatıratını (salt yazma dürtüsüyle, yazmış olmak için) yazmış bir paşamız var mı? Padişahlarımızdan birinin günlük tuttuğu görülmüş mü? (Augustinus gibi) Günahlarını kaleme alan ve evliya kabul edilen bir zat tahayyül edebiliyor musunuz?

Robinson Crusoe’nun çıkmadığı bizden Don Kişot çıkar mıydı? Evet, çıkabilirdi. Ama çıkmadı. Çünkü kronoloji elvermedi. Batılılaşma başlamasaydı yahut sanayi devrimi Osmanlı topraklarında yapılsaydı (ve bireyselleşme, sekülerleşme, Protestanca bir çalışma ahlakı vesaire Osmanlı topraklarında vücuda gelseydi), evet, bizde de roman kendiliğinden doğabilirdi.

Çünkü romanslarla mesneviler aslında koşuttur. Mesneviler romansların “chanson de geste” denen manzum türüne benzer. Mesnevilerde de romanslarda da belli başlı tipler ve seyrüsülûk vardır: Bizim âşıklar beşerî aşkla harekete geçip sonunda ilahi aşkı bulacakları bir manevi seyrüsülûka çıkarlar; onların şövalyeleriyse “courtly love” uğruna, yani asla cinsel birliktelik kurmayacakları bir leydinin aşkıyla, kendi erdemlerinin sınanacakları bir merdane seyrüsülûka girişirler. Tabiri caizse yiğitlikleri ve delikanlılıkları sınanır.

Demek ki romanın atası olan türden bizde de var. Kronoloji elverseydi bizde de roman kendiliğinden doğacaktı. Peki nasıl olacaktı bu?

Northrop Frye Eleştirinin Anatomisi’nde ve (anladığım kadarıyla henüz Türkçeye çevrilmemiş olan) The Secular Scripture’da romanı romanstan ayıran özelliklerin üzerinde uzun uzun durur. Frye’a göre romanslarda şövalye, leydi, cadı gibi arketipler vardır; tıpkı bizim mesnevilerde âşık, maşuk; peri, dev, cin vesaire olduğu gibi. Romandaysa arketipler değil, “karakterler” çalışmaktadır. Salt iyi yahut salt kötü olmayan, gri; iyisiyle kötüsüyle, hatasıyla savabıyla, erdemleriyle zaaflarıyla halis, sahici, gerçek insanlardır bu karakterler.

İmdi, (tekraren vurgulayalım: kronoloji elverseydi de) bir Osmanlı edebiyatçısı nazmen yahut nesren bir “mesnevi parodisi” kaleme alsaydı; âşığı, maşuğu ve diğer tipleri tip olmaktan çıkarıp som “karakter” kılsaydı; mesela gerçekten cinsel arzularının peşine düşmüş, yoz bir âşığı veya iffeti budalalık olarak gören, para ve şehvet düşkünü, ne bileyim şeytanca manipülasyonlara güç yetirebilecek, “femme fatale” bir maşukayı yazsaydı, yazdığı şey Don Kişot’a koşut bir roman, en azından “proto-roman” olacaktı. İşte orijinal, ithalat ürünü olmayan bir Türk romanı oradan kendi kendine doğacaktı.


IV.

Geldik Tanpınar’ın haksız olduğu yere. Robinson Crusoe gibi bireysellikten, hesapçı bir çalışma ahlakından, itiraf kültüründen yahut Don Kişot gibi romansların/mesnevilerin parodisinden bir Türk romanı doğmadı. Peki onun dediği gibi mehtapta yıkanan üç çifte kayıkta birbirine sevda sırları fısıldayan iki Osmanlı âşığından bir Türk romanı doğar mıydı? Cevap çok net, dümdüz bir biçimde “hayır”dır efendim. Tanpınar verdiği örnekte, bence, aslında Frye’ın dediği şeye benzer bir şey söylüyor: “Mesnevilerdeki tipler gerçek karakterlere dönüştürülebilseydi romanımız kendiliğinden zuhur ediverirdi,” diyor. Çağdaş edebiyatımızın kült yazarı burada ya safdilce aldanmış yahut tegafül ve tecahül göstermiş. Benim kanaatime göre bizde de, tıpkı Batı’da olduğu gibi, “mesnevinin antitezi” yazılmadan roman da yazılamazdı. Yani İstanbul’da mehtaplı bir gece Kanlıca açıklarında süzülen bir kayığın içindeki iki âşığı öpüştürmek ha deyince olacak iş değildir. Önce arketiplere bir yumruk atılmalıydı; önce idealize âşık ve maşuğun tam tersi, belki bir Don Juan’la “femme fatale”in aşkı yazılmalıydı. Ancak o zaman bir “sentez”e ulaşılabilir, o kayığın içindeki “ortalama” İstanbullu iki âşık kaleme alınabilirdi. Kaçınılmaz bir kronoloji var burada yani. Yoksa Osmanlı okuru mesnevi varken neden roman okumak istesin ki? Tanpınar’ın dediği gibi sahneler, klasik mesnevilerimizde bolca var. Mesela Hüsn ü Aşk’ta ve Leyla ile Mecnun’da Hüsn’le Aşk ve Leyla’yla Mecnun dünyevi aşka da yorulabilecek, o hayal dünyasıyla da okunabilecek şekilde pek çok kez bir araya gelirler: Söz gelimi Hüsn’le Aşk’ın birlikte okula gittikleri bölümde âşıkların bir dalda iki gül gibi olduklarını, birbirlerine bülbül gibi diller döktüklerini, aşktan dolayı suret itibariyle de birbirlerine benzediklerini ve birbirlerinden ayırt edilemeyecek şekilde sürekli yan yana durduklarını okuruz. (Bir şâhda iki gonce-i gül / Birbirlerine olurdu bülbül // Bir yerde olup ikisi câlis / Âyîneye girdi aks ü âkis) Bir Mevlevi dedesi olan Şeyh Galib burada elbette tensel olmayan, tasavvufi bir aşkı anlatıyor, biliyorum. Ama ben burada İskender Pala ve Ahmet Atilla Şentürk’ün çeşitli eserlerinde sık sık dile getirilen bir olguya temas etmeye çalışıyorum: Bizim klasik şiirimiz [dolayısıyla mesnevilerimiz] tekkede de, meyhanede de okunurdu. Misal, “leb emmek” diye bir tabir mevcuttur Divan şiirinde. “Dudak emmek” demektir. Ancak “şeyhten ilahi sırlar dinlemek” gibisinden bir de tasavvufi anlamı vardır bu tabirin. Yani âşığın maşukasının lebini emdiği anlatılan bir şiir tekkede farklı, meyhanede farklı anlaşılıyordu.

Dolayısıyla kalbinizi pır pır ettirecek hafif bir aşk macerası okumak isteyen bir Osmanlı okuru olsaydınız, daha süfli eserlere ihtiyaç kalmadan, popüler, tasavvufi bir mesneviyi de okuyabilirdiniz.

Romana gelince... Gözlerinizi ay ışığında yıkanan o kayığın içinde sarmaş dolaş olmuş İstanbullu âşıklardan kıyıya çevirin: Orada hasetten ağlayan, intikam planları yapan üçüncü bir kişi var. İşte gerçek roman orada.


V.

Bana kalırsa, vakti zamanında bir edibimiz yeterince dikkat etmiş olsaydı, Türk romanının kendiliğinden doğabileceği bir şekil daha var. Mesnevilere ve halk hikâyelerine konu olan bildik hikâyelere biraz farklı bir yerden bakmalılardı. Belki de mümkün değildi böyle bir şey, anakronik bir yakıştırma benimkisi ama denemekten zarar gelmez, sabır rica ediyorum:

Bir: Hüsn ü Aşk’ta, maceraları esnasında Aşk, Doğu’da, Çin’in mesnevide Çin Sahili diye anılan bir bölgesine gider. Orada Aşk’a çok benzeyen Hüşrüba (kelime anlamı: Gönülçelen) ile karşılaşır. Çin padişahının kızı olan Hüşrüba, Aşk’ın sevgilisi Hüsn’e çok benzemektedir, neredeyse tıpatıp aynıdırlar. Aşk baştan çıkar, bunun sonucunda da Zâtu’s-Suver Kalesi’nde mahpus kalır.

İki: Leyla ile Mecnun’da bir Nevfel vardır ki Leyla’yı almak için Mecnun’a yardım eder. Kanlı bir savaşın ardından Leyla ele geçirilir. Ne olsa beğenirsiniz? Nevfel de Leyla’ya âşık olur ve Leyla’yı kendisi için istediğine karar verir. Mecnun’a teslim etmeyecektir onu.

Üç: Meşhur halk hikâyemiz Şahmeran’ın benim okuduğum bütün nüshalarında kahraman, arkadaşları tarafından ihanete uğrar: Kuyuda altınlar keşfedilince arkadaşları kahramandan altınları alır, onunla paylaşmamak için kahramanı kuyuda bırakıp kaçarlar.

İşte Aşk’a çaresizce âşık olan ve onu manipüle eden Hüşrüba, Aşk’ın baştan çıkması, Nevfel’in şehveti ve Şahmeran’daki kahramanın arkadaşlarının tamahı ediplerimizin dikkatini çekseydi belki ideallerden olgulara, dolayısıyla da tiplerden karakterlere bir geçiş olurdu. Böylelikle de bir Türk romanı kendiliğinden doğardı.

(Öyle yapsalardı keşke, demiyorum elbette. Bana göre Hüsn ü Aşk dünyanın bütün romanlarından daha tatlıdır.)

Böylece parodik olarak doğmayan, gerçekçi olarak doğmayan Türk romanı, belki “trajik olarak” doğardı. Elimizde tamamen bize ait bir “trajik Türk romanı” bulunurdu.

Diğer yandan Tanzimat’a gelindiğinde bunun için artık çok geçti. Çoktan mağlup olmuştuk, Batılılaşma çabaları uzunca bir süredir gündemdeydi ve hepsinden önemlisi bizimkiler “mağlup olduğumuza ve ancak Batılılaşarak adam olabileceğimize” kaniydiler, şüpheleri yoktu bundan. O yüzden Batı’nın tekniğiyle birlikte sanatına da talip oldular. Roman da bütün Batılılığıyla geldi; başına fes oturtunca adına “Türk romanı” dediler. Halbuki ortaya çıkan şey bir garabet, bir “abomination”, bir piçti.

Namık Kemal roman yazıp halkı eğitmeye çalışacağına eski mesnevileri kendi bildiği gibi nesre çekseymiş vatan için daha hayırlı olurmuş. (Miri maldan Şeyh Galib gibi o da biraz çalsaymış keşke!) O zaman belki trajediyi Yunanlılardan sonra bir de o icat ederdi de hakikaten bize ait bir kurmaca nesir türü kurardı.


VI.

Trajedi dedik ya, yavaş yavaş asıl söyleyeceklerimize gelebiliriz.

Bilindiği üzere trajedi Eski Yunan’da Dionysos şenliklerinde doğdu. Alamet-i farikalarından biri Aristo’nun Poetika’sından öğrendiğimize göre mimetik eser aracılığıyla izleyiciye “katharsis” yaşatmak, sahnelenen duyguları hissetmesi sağlanarak seyirciyi rahatlatmaktı. Ama bunu “arabesk” de yapar. Arabeskte de alımlayıcı, duyguların taklidine şahit olur ve o duygular üstünden rahatlar. Bugün edebi entelijansiyamızın trajik bir romanla arabesk bir romanı ayırt edememesinin başlıca sebebi de budur. Bana göre, kimseye bir şey öğretmek mümkün değildir. Kimseye bir şey öğretmeye çalışmak haddime de değil. Ama trajik olduğunu düşündüğüm iyi birkaç kitabın arabesk bulunduğuna şahit oldum. O yüzden trajediyle arabeskin farkına naçizane işaret edelim:

Daha önce şimdi hatırlamadığım araştırmacıların da işaret ettiğine şahit oldum: Trajedinin en nevi şahsına münhasır özelliklerinden biri “trajediyi yaşayan kişinin, kendi yapıp ettikleri sonucunda musibete uğramasıdır”. Mesela Evripides’in Medea’sında Medea kendi çocuklarını öldürür, kıyamet ondan kopar. Mesela Sofokles’in Antigone’sinde Antigone, Kreon’un yasağına rağmen Polüneykes’in cesedinin üzerine toprak atar, böylece kendisini intihara sürükleyen yola girer. Kreon Antigone’yi hapsetmekle hata ettiğini anlamasına, tanrıların iradesinin kendi arzularına muhalif bulunduğunu öğrenmesine rağmen ayak direr, gururlanır, kibirle hareket eder ve sonunda karısıyla çocuklarını kaybeder.

Bu açıdan bizim geleneğimizde trajedi olmadığını söyleyebiliriz. Tıpkı romanslar gibi mesnevilerde de kahramanların başına kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda musibetler gelmez. Onlar, sınanırlar. Bir üst irade tarafından denenirler. Hepimizin bildiği en güzel hikâyeler olan peygamber kıssalarında da durum budur. Hiçbir peygamber kıssası trajik değildir. Allah Eyüp peygamberi hastalıkla, Yusuf peygamberi kuyuya ve zindana düşmekle “imtihan eder”.

Dolayısıyla trajedi de roman gibi yenidir bizim için. O yüzden aslında kimseyi trajik bir romanın trajik olduğunu anlamadığı için suçlayamam. Ama trajik olduğunu anlamadığı bir romanı arabesk olmakla itham eden biri, işte o, suçlanacak biridir. Çünkü arabesk pespaye bir türdür ve birini “bir arabesk kaleme almış olmakla” itham etmek, yüz kızartıcı bir kabahattir. Şöyle ki:


VII.

Batılılaşma serencamımızın ucu harf ve dil devrimine ve eski edebiyatın reddine vardı. Bir nesil zarfında geçmişle, eski edebiyatla temasımız bıçakla kesilmiş gibi koptu. Artık kimse mesnevi yazmıyor, genel okur katiyen mesnevi okumuyor, okuyamıyordu. Mesnevi varlık sahnesinden çekildi ama roman da en geniş halk kitlelerine bir türlü mâl olmadı. Açıkçası ironisiyle, parodisiyle, kurgusuyla, seküler temalarıyla, karakterizasyonuyla romana bir türlü aklımız ermiyor, romanı bir türlü sevemiyorduk. Sanat ortamının “görünmez el”i farkındaydı bunun ama ne yapacağını bilemiyordu. Yapması gereken şey mesnevilere yapılan ayıpları gidermek, mesnevileri diriltmekti ama yapamazdı bunu. Çünkü Batı’da asırlar zarfında ve doğal akışında yapılan zihniyet devrimleri bizde birkaç on yıl, hatta birkaç yıl zarfında tepeden inme usulle, yumruk atar gibi, zınk diye yapılmıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kültür devriminden sonra bir sabah uyandığımızda “disenchant” olmuştuk: Tılsım bozulmuştu, artık dünya eski dünya değildi; mucize yoktu, keramet yoktu, Allah’ın hayata doğrudan müdahalesi (“divine intervention”) yoktu. Yani mesneviyi diriltmek onu ancak “hortlatmak”, bir hortlak yahut bir zombi elde etmek olacaktı. İşte burada piyasanın imdadına “arabesk” yetişti.

Aslında ilke basittir: Mesneviden maneviyatı ve ruhaniyeti çıkarınca geriye arabesk kalır. Madde madde, karşılaştıra karşılaştıra gidelim:

i. Mesnevide de arabeskte de iyiler salt iyi, kötüler salt kötüdür. Hiçbir şey ve kimse gri değildir.

ii. Mesnevide de arabeskte de musibetler onlara düçar olan insanların kendi hatalarından sadır olmaz. Mesnevide musibet sınama amacıyla bir üst irade tarafından tayin edilirken Allah’ın camiye hapsedildiği zamanların bir türü olan arabeskte musibetin nereden geldiği belli değildir: Kahramanın başına türlü türlü belalar gelir ama bunları ne Allah takdir etmektedir ne de kahramanın kendi hatasından doğarlar.

iii. Mesnevide de arabeskte de karakter ve karakterizasyon yoktur; tipler ve arketipler iş başındadır: âşık, maşuk, kötü adam (“villain”), “femme fatale” şeytani kadın, hikmet sahibi bilge vs. Karşımızdakiler gerçek insanlar değil, semboller ve ideallerdir.

iv. Mesnevide “sergüzeşt” (baştan geçenler yani) bir seyir ve sülûktur. Arabeskteyse insanlar hiç değişmez bile; sergüzeşt geçip gittiğiyle, “macera” akıp gittiğiyle (mâ-cerâ: akan şey) kalır.

Listeyi uzatabiliriz ama yerimiz kısıtlı, o yüzden biz ifade-i meramımıza devam edelim: Özetle mesneviler piyasadan kalkınca, yerine roman ikame edilmeye çalışıldı. Aydınlar bayıldı romana ama halk kitleleri ya sevmedi ya da akılları ermedi. Hal böyle olunca piyasa boşluğu benim mesnevinin maneviyattan ve ruhaniyetten mahrum bırakılmış hali olduğunu iddia ettiğim türle, arabeskle doldurdu. Arabesk sadece romanla sınırlı kalmadı; sinemayı ve müziği de ele geçirdi. Düşünün: Yeşilçam sinemasının melodramları, günümüzde halen izlenen amiyane Türk dizileri aslında ağzı burnu yamulmuş basit romanslar ve mesneviler değil de nedir? Hepsinde aynı tipler ve arketipler üstünden dönen kalıp olay şemaları yok mu? 

Müzikteyse arabeskin adı çekinilmeden kondu: Arabesk müzik. Ne olduğunu herkes bilir ama tanımını kimse yapamaz yahut herkes farklı farklı yapar. Halbuki çok basit. Müzikal değerlerini bir kenara bırakalım; en sevilen arabesk parçaların güftelerini dinleyin: Hemen hepsinde konuşan bir âşık yahut mazlumdur (arketip), ne idüğü belirsiz ama özünde benzer bir olayla (ya terk edilmiş, aldatılmış yahut da haksızlığa uğramıştır) kendisine çok büyük ayıp edilmiştir (kalıp olay).

Ve elbette arabesk romanda da, arabesk sinemada da, arabesk müzikte de aynı duygular eserle arasına mesafe koymayı başaran bir alımlayıcıyı çileden çıkaracak kadar, sündürüle sündürüle işlenir.

Mesafe koymak iyidir. Mesafeli okur iyidir. Ama eseri soğukkanlılıkla, araya mesafe koymaya çalışarak alımlamak abartılınca, kantarın topuzu kaçırılınca (benzetme hoşgörülsün) bir porno kameramanının yahut kurbanlarını parçalamayı seven cani bir katilin hissizliğine kapılmak ve bunu sağduyu sanmak da işten bile değil.


VIII.

Velhasıl kalifiye roman okuru aldanmasın: Bir eserde duygu yoğunluğunun yüksek olması o eserin arabesk olduğu anlamına gelmez. Belki de karşısındaki bir trajedidir ve duygu nedir, insan tabiatı nedir, kalp nedir bilmeyen kendisi hataya düşüyordur.

Malum-ı âlileri, Aristo Medea’yı beğenmezdi. Çünkü ona göre Medea karakteri doğal değildi. Bence bir sebepten işine gelmiyordu Aristo’nun Medea da, o yüzden beğenmez ayağına yatıyordu. Çünkü Medea karakteri “bir Yunan kadını için” doğal değildir. Ondaki asilik, cerbeze, celal, hiddet; bir barbar kadını için doğal ve olağandır. Belki de Aristo Medea’yı yadırgadı, yabancıladı, tanıyamadı.

Hakeza bizim küçük Aristocuklarımız da trajik romanları beğenmiyor. Belki onların da işlerine gelmiyordur. Belki de onlar da duyguları, insan tabiatını ve kalbi yadırgıyordur.


Kadir

1994’te İstanbul, Fatih’te doğdu. Samiha Ayverdi Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra 2012-2017 yılları arasında Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Reklamcılık okudu. Hâlen İstanbul Üniversitesi’nde Amerikan Kültürü ve Edebiyatı tahsil etmektedir.Uzun yıllar çeşitli konvansiyonel ve yeni medya kuruluşlarında altyazı ve dublaj çevirmeni olarak çalıştıktan sonra kitap çevirmeye başladı. Birçok çevirisi arasında Hazar Sözlüğü (Milorad Paviç), Klasik Osmanlıca manzum aslından nesren günümüz Türkçesine aktardığı Yusuf ile Züleyha (Taşlıcalı Yahya), İngilizce asıllarından tercüme ettiği Karanlığın Yüreği (Joseph Conrad), Kvaidan (Lafcadio Hearn), Ludwig Wittgenstein (Edward Kanterian) ve Hemingway İtalya’da (Richard Owen) da bulunmaktadır. Romancı da olan Daniş’in biri ödüllü olmak üzere Serçelerin Ölümü ve Yeryüzü Blues adlı iki romanı vardır.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları