Menu
ATEŞ MAKAMESİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ATEŞ MAKAMESİ

ATEŞ MAKAMESİ

karagöz ile hacıvat, bir gün konsere gitdi. yeni neslin pek merak sarıp pek beğendiği, akıl-fikir bağladığı alafranga tarzı müzik ne menem şeymiş, görüp anlamak istediler. işin doğrusu, hacıvat, bu tarz müzikden hoşlanmayan, fırsatını buldukça aşağılayan karagözü sürükleyip götürdü. içinden, belki, diye geçirmişdi, oradaki gençlerin neşve ve heyecanı, sevimli hayat fıkırdısı karagözümün hoşuna gider, içinde bu meyanda bir sevimlilik husule gelir de, bu tarz müzik hakkında, gençlerin yanında olsun, aleyhde atıp-tutmaz, aşağılamaz.

gittiler gitmesine de, tahmin edileceği üzere, sonuna kadar duramadılar. hacıvat ne kadar ısrar ettiyse, karagöz, fikrim değişmedi hacıcavcav, her geçen saniye aleyhde alevler yükseliyor, aleyhde fikrim fikir-fikir fıkırdayıp, beynimi yakıyor, deyip, kendini konser salonunun dışına atdı. eh, elbet hacıvat da, mecburen peşisıra koşdu.

yol boyunca, karagöz burnundan soluyup, hacıvata, durup-durup lanet yağdırdı; hacıvat da, yol ortasında, elaleme karşı bir çıngar çıkmasın diye, sessiz kaldı.

saraçhanebaşı taraflarında, müdavimi bulundukları üstü açık çayhaneye gidip oturdular.

hacıvat, müzik konusunu açmamağa karar vermişdi. karagöz hâlâ burnundan soluyor, somurtuyor, amma, bereket, lanet yağdırmıyordu.

ilk bardak çaylarını sessizce içdikden sonra, hacıvat bu, dayanabilir mi… mevzuyu değiştirmek, hem, karagözü neşvelendirmek için, aklına gelenin en iyi fikir olduğuna kani olup, dedi ki:

«karagözüm, solist ve çalgıcıların etrafında, bu temmuz sıcağında fışkıran alevleri gördün mü?»

beklediği gibi karagözde canlılık belirdi . nazlanıp somurtmayı elden bırakmasa da, dayanamayıp, ters-ters bakarak, sordu:

«eee, n’olmuş?!»

«o alevler o insanları niye yakmıyordu? ne kadar yakından, neredeyse ayaklarının altından fışkırdığını gördün, değil mi?»

hacıvatın attığı ok yerini bulmuş, karagözde canlılık artmış, gözlerinde merak pırıltıları başgöstermişdi. sordu:

«sahih ya hacıvat, nasıl yanmadı o zibidiler?»

«zibidi deme çocuklara, rica ederim karagözüm. baksan’a, senin anlayamadığını, bilemediğini onlar anlayıp bilmiş de, tatbik etmişler. eee, ne demişler: bükemediğin bileği öpeceksin. bak, bilemiyorsun. bileklerini bükemiyorsun!..»

«martavalı bırak da söyle bakalım, nedir sebebi?»

hacıvat bu, kolay lokma olup yedirir mi kendini! karagözü iyice köşeye sıkıştırmak niyetiyle, dedi ki:

«doğrusu ben de pek şaşırdım. daha doğrusu, diyelim ki, pek hayran kaldım, takdir ve merak etdim… şimdi; bizim gibi yaşlı-başlı, gün-görmüş, pek çok şeyden haberdar ve kendini pek bilgili zannedenlerin bilemediğini, şu yoldan geçen bir genci çağırıp sorsak, o da bizim bilemediğimizi bilip bize açıklasa, ne dersin? gençlerin bizden bilgili yetiştiğini kabul edip, dolayısıyle, onların müzik zevkine saygı duymayı kabul eder misin?»

«duymam ve kabul etmem! bırak bu rep dansını da, adam gibi konuş benimle, yoksa çekip giderim şimdi!»

«tamam karagözüm, hemen bir genç çağırıp soracağım. yeter ki sen kızmadan otur. gence, senin o alevlerin niye yakmadığını bilmediğini söylemeden soracağım.»

«bir de söyleseydin!»

karagöz başını sağa sola, ilan eder gibi çevirip, söylendi:

«san ki kendisi biliyor! zevzek!»

oysa hacıvat, biliyordu. akşam televizyonda dikkatini çekmiş, liseye giden kız torununa sorup, öğrenmişdi. ya’ni, kumpası akşamdan hazırlamışdı.

yoldan geçenlerden birkaç genci gözüne kestiren hacıvat, seslendi. gençler gelince, konserlerde, sahnede, solist ve çalgıcılara pek yakın fışkıran alevlerin o insanları niye yakmadığını kendisinin bilmediğini, ve, bu çok enterasan şeyi pek merak etdiğini söyleyip, nedenini sordu.

gençler, lafı birbirinin ağzından alıp, adeta hep bir ağızdan, o alevlerin, yeni icad soğuk ateş olduğunu, dolayısyla bırakın yakmayı, ısıtmadığını bile söyleyince, hacıvat pek abartılı bir hal ve yüz mimikleriyle şaşkınlığını belli ederken, gözucuyla karagözü süzüyordu.

«baksan’a karagözüm» dedi, abartılı bir heyecanla «yeni nesil neler biliyor, ne icadlarda bulunuyor! bunlara bir afferin çok görülmese gerek, ne dersin?»

karagöz ona cevap vermeden, gençleri nazikçe kovdu:

«haydi gençler, teşekkür ederiz. siz bu şaşkın bunak ihtiyara bakmayın. her şeye böyle hemen heyecanlanma ve şaşırma marazından müzmin mustarip. senelerdir çekiyor zavallı. siz bu hasta bunakla vaktinizi heba etmeyin. işinize bakın, haydi güle-güle, güle-güle…»

tabii karagöz, her şeye rağmen, esas kumpasın bundan sonra sökün edeceğini, de, bilmiyordu. hacıvat, hakaretleri sineye çekip, birer çay daha sesledi. üç-beş sükûnet dakikasından sonra, dinamitin fitilini ateşleme vaktinin geldiğine karar verdi:

«karagözüm, hazret-i ibrahim aleyhisselamı da ateş yakmamışdı, değil mi?!»

karagöz, sözün ne kadar nazik, ne kadara kadar tehlikeli bir mecraya yuvarlanacağını tahmin edip, kora basmış kedi gibi fırladı. ayakda hacıvata veriştirmeğe başladı:

«bre dinsiz-imansız! eğer devamını getirirsen, heman arkamı dönüp gider, ve ne yüzüne bakarım, ne yüzüme baktırırım. her bir şey şakaya gelmez. her şeyin bir hadd ü hesabı vardır. o ateş de böyle soğuk bir ateş miydi acaba’dan başlayıp, bu yere-göğe sığdıramadığın yeni nesil gençlerin, haşa sümme haşa, böyle büyük mü büyük, azameti yürek dağlayan bir mucizeyi mi gerçekleştirmiş bulunduklarını kör sualine getireceksin lafı, değil mi; nankör kâfir! öncelikle, soğuk ateş dediğin, kimya laboratuvarlarında hazırlanmış, gayr-i tabii bir keşif. ille de espri istiyorsan, bid’at, diyelim. oysa, hazret-i ibrahim efendimiz, ona selam görderiyorum, lûtfen kabul buyursun, hakiki ateşe, odun ateşine atılmış idi. amma, değinmek istediğinle şöyle bir bağ kurulabilir ki: farz-ı muhal kabilinden söyleyelim ki, o odun ateşi soğuk ateşe çevrildi. binlerce sene evvel. bir anda nasıl bir laboratuvar ortamı kurulup oluşturuldu ve çalışır hale getirildi ki, bu iş bin anda oluverdi? demek, insanlarınki gibi binlerce sene çalışıp çabaladıkdan, aylarca laboratuvar ortamı hazırladıkdan, herhalde yüzlerce deneyden sonra değil, bir anda, sadece “ol” demekle oluveren bir harika, ya’ni, elbet mucize ile karşı karşıyayız ve senin ve tüm insanların, asıl buna hayret edip, şaşırması değil, aklını kullanıp ibret alması, kendinin zayıflık ve acziyetini, ve, yaratıcımızın sonsuz kudretini, hesabsız-kitabsız, teslim etmesi, iman etmesi gerekiyor…»

gözlerindeki alev pırıltısı, memnuniyet ışıltısına dönüşüp, elleriyle masaya dayanıp, yüzünü hacıvatın yüzüne, neredyse değecek kadar yaklaştırarak, konuşmasını sürdürdü:

«şimdi ben de sana şunu sorayım: yanan bir odun… üzerinde alev yükseliyor… o alevler nereden geliyor? nereden çıkıyor? odundan mı? odunun içinden mi? odunun içinde ateş mi var?! haydi gel, bir odun alıp, yarıp, kıymık-kıymık edelim de, o çıkan alevlerin çıktığı ateşi bana göster! gösteremezsen, o odunu senin kafanda parçalayayım. var mısın? ve şuna da var mısın: laboratuvara götürürsek, ben sana o odunun içindeki suyu gösterebilirim!»

«tamam, hacı cavcav, pes. beni korkuttun, hem de teslim alıp susturdun. şimdi otur lûtfen. özür dileyip, sözümü geri alıyorum. haklısın. senin gibi kadîm bir dostu kaybedeceğime, kendimi yakarım, daha iyi. lûtfen sensizlik, dargınlık  ateşine atma beni. otur da çaylarımızı ve dostluğumuzu tazeleyelim.»

hacıvatın yelkenleri indirdiğini gören karagöz, sakinleşip, la havle çeke-çeke oturdu.

oturdu amma, hacıvat bu, alafrangalık huyundan vazgeçer mi? can çıkmadan huy çıkmaz, demişler. hacıvatın da, canı çıkmadan huyu çıkmayacağı gibi, şeytani kumpasları da bitmez.

havadan sudan konuşmalardan sonra, rahat duramayıp, çukur için bel salladı:

«karagözüm; biraz önce, kendimi yakarım, dedim ya, bu, hatırıma şöyle bir soru getirdi: insan toprakdan, şeytan ateşden yaratılmış. sen de kabul edersin ki, her şeyi yakan ateş, kendini yakmaz, değil mi? ateş ateşi yakar mı? ateşten yaradılmış şeytanlar, cehennemde yanar mı acaba?!»

karagöz, bir şey demeden kalktı. hacıvat, gülerek, nereye gittiğini sordu. bir yere gitmediğini, heman döneceğini söyledi karagöz. gerçekden, heman, bir dakika sonra döndü. elleri arkasındaydı. yaklaşıp, arkasında sakladığı irice kerpiç parçasını hacıvatın kafasına indirdi. hacıvatın kafası kanadı ve karagöz sordu:

«hacıcavcav; sen toprakdan yaradıldığını söylemiş idin, değil mi?! bak bakalım, toprak sana bir şey etmiş mi?!»

«benden kırmızı bir şey çıkardı!»

«cehennem de, işte böyle, ateşden yaradıldığına aldırmadan, şeytanın hem içini, hem dışını yakar; vesselam!»