Tuna Nehri denince nedense bir hüzün kaplar yüreğimi. Adına yanık türküler, Marşlar bestelendiğinden midir, yoksa nice kalem oynatıldığından mıdır diyeceksiniz. Hepsi var lakin en çok da yitirdiğimiz coğrafyaya karşı duyduğum hüzünden... Bir yabancılaşma derdinden. Sadece Tuna denince mi hüzün duyarım, hayır! Nil’den Tuna’ya kadar uzanan tüm coğrafya ile ilgili haberler yaramızı yeniden kanatır.
Geçenlerde bir sitede “ Geleceğe Miras Kalacak Bir Stratejik Zihniyetimiz Var mı?” adlı yazıma, Tarih öğretmeni bir arkadaşımız, beni çok duygulandıran, hatta tebessüm ettiren, öylesine içten bir gönül ile yüreğinin tutuştuğunu hissettiren ifadelerle ve dahi merdane bir tarzda:
“yok be hocam... maalesef yok,yok yok...
yok işte yok...yooook, yok yok...
Delirtmeyin adamı yav...
Ama keşke olsaydı be hocam. keşke olsaydı...
Ne iyi olurdu değil mi hocam...
Devamlılık güzel bir şey be hocam, olsun be hocam, olsun vallahi olsun.
İnadına olsun...
Ama sn hocam, potansiyel var desem...
Var be hocam, vallahi de var billahi de var...
Olmasa hadi gam yemeyeceğim de ama var işte,
var, var
bu soru beni şah damarımdan yakaladı be hocam.
kimler çizdi bu hududu gönlüme dar geliyor be hocam,
dar geliyoooooor... dar geliyor...”
diye yazmış.
Evet, dar geliyor bu hudutlar gönlümüze... Dar geliyor... Yüreğimizin bir kısmı oralarda kaldı. Oralardaki kardeşlerimizde zira... Bir bedenin azalarıyız her birimiz. Başka nasıl olabilir ki? Duyarlı hangi yürek kayıtsız kalabilir ki bu duruma.
Nil’den Tuna’ya hangi kaybımıza yansak bilmem ki... Bilenlerin yüreği sızlıyor bu hudutlardan... Bilmeyen yeni nesillerse yabancı ülke addediyor oraları... Bir zamanlar kendi topraklarımız olan bu yerlere şimdilerde pasaport ve vize ile gidiyoruz kolay mı? Gönderde bizim bayrağımız yerine başkalarının bayrağını dalgalanırken kolay mı üzülmemek?
Önce kendimize yabancılaştık sonra da coğrafyamıza... Zira sevmek tanımakla başlar o coğrafyayı. Beden coğrafyamızda, beden ülkemizde bir sızı olsa tüm vücudumuz aynı sızıyı duymaz mı? Evet duymaz diyorsak o halde o uzuv yitiktir. Felçtir ya da kesilmiştir bedenden atılmıştır yahut kangren olmuştur. Artık kanımız sulamıyordur o uzvumuzu. Bunun gibi, yitik coğrafyalara dair biz sızı duyamıyorsak artık, koparmışızdır bağımızı kendimizden... Hayat damarımızı yitirişmişiz demektir. Artık diğer azalarında ölümünü izleme vaktidir...
Suriye toprağına bakıyorsunuz ve Osmanlı’nın izini sürmek istediğinizde oralarda, bir dizi hakikatle karşı karşıya olduğunuzu idrak ediyorsunuz. Zira burası daha Selçuklu zamanında ele geçmiş. Dimaşk Atabeyliği kısa süreli de olsa Türk hâkimiyetini Şam’da kurmuştur... Sonra Sultan 1. Selim ile başlıyor ve 1918 de geri çekilişimize kadar devam ediyor bu topraktaki hâkimiyetimiz. Arapların Dımaşk adını verdiği, şerif sıfatıyla andığımız Şam şehri, ismi ile dahi bizimdir.
Burada Muhyiddin İbn Arabî külliyesi mevcut. Yine Osmanlı mimarisinde eşine az rastlanır bir şekilde havuzlu avlusu ile Selimiye ve Süleymaniye külliyeleri hala mevcut, zamana direniyorlar. Hala bizim oraya ayak basmışlığımıza şahitlik ediyorlar. Yine Şam da bir Mevlevihane var. Ayrıca Sultan 2. Abdülhamit’in yaptırdığı, “Hamidiye” isimli kapalı çarşı oradaki Osmanlı varlığının delili olarak hala ayakta. Yine Abdülhamid zamanından kalma “Hicaz demiryolu istasyon binası” onun unutulmaz eseri. Her bir eserimiz adeta bir selam bekliyor bizlerden. Sadece selam mı? Çok daha fazlası ama... Gelin görün halimizi...
Şam’da Mithat Paşa’nın valilik yaptığı dönemin anısına olsa gerek, adına bir mahalle bile kurulmuş. Otobüslerde dahi Muhyidin-iArabi, Süleymaniye, Hamidiye, Mithat Paşa isimlerini ard arda görmek etkileyici... Şam’daki Türk şehitliği de büyük İslam mücahidi ve Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi’nin gölgesinde yapılmıştır. Ay yıldızlı mezar taşlarıysa o diyardaki İngiliz emperyalizmine karşı gösterdiğimiz direnişin canlı nişanesi gibi... ( Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları- Haluk Dursun, s.21-22)
Mevla nasip etse, bir imkan olsa da Kudüs’ten Kahire’ye, Mekke’den Medine’ye kadar Ortadoğu’yu; Vardar boylarında Üsküp’ten Kosova’ya, Elbasan’dan Tiran’a, Selanik’ten Yanya’ya, İstanköy’den Rodos’a Estergon’dan Budin’e ve Tuna boyunda Rusçuk’tan Silistre’ye , Deliormanların Razgrad’ından Koca Balkanlar’daki Raci efendinin Eski Zagra’sına, Dobruca’nın Köstence’sine , Mecidiye’sine ve Eflak’tan başlayarak Karaboğdan’a, Prut kıyılarına, Dinyester’e , Akerman’a kadar her yere Haluk Dursun hocayla ya da başka bir erbabıyla gidip, şimdilerde akıp giden zamana, tarihe karışan hakikatlere rağmen Osmanlı’nın izlerini sürebilsek. Kendimizi bulsak. Barışsak, tanışsak kendimizle, yitik coğrafyamızla... Sahip çıksak mirasımıza, kültürümüze, kimliğimize...
Zira Tarihçi olacaksak hakikaten öyle bizler gibi sadece kütüphanede, masa başında kitap karıştırmakla, arşiv belgeleri okumak ve yetinmekle olmaz bu iş. Osmanlı ruhunu o coğrafyalarda tanımak için mekânla bütünleşmek gerekiyor. Önce Şam’a gitmek lazım... Zira Şam için “evvel-i fitne, ahir-i fitne” denmiş. Yine Halep’ten Hama’ya, Humus’tan Rakka’ya, Deyrizor’dan Lazkiye’ye kadar arşınlamak lazım Suriye’yi. Cebel-i Aleviyun’da Nusayrileri, Patrikhane Süryanilerini, Cebel-i Dürüz’de Süveyda’da Havran Dürzilerini, Şam’da Sahiliye Mahallesi’nde yaşayan son Osmanlıları tanımak lazım. Hem sadece Müslüman Osmanlıları değil, Hamidiye Çarşısı’nda İstanbul aşığı, Türk dostu Ermenileri de yerinde görüp incelemek lazım Haluk Hocamız gibi. ( a.g.e,önsöz). O zaman Osmanlı’yı anlayabilir ve bir yabancılaşma derdini daha başımızdan savıp, bir yakınlık dilini daha bulabiliriz belki...
Bu arada deyimlerimizle yitik coğrafyamız arasında bağlantı açısından ne biliyoruz diye de bir soru geldi aklıma.. Öylece tekerleme olarak kalmış dilimizde pek çoğu. Ama bilmiyoruz nereden geldiğini. O halde Haluk beyin ifadeleriyle: “ Biliyoruz diyorsanız Halep oradaysa, arşın burada! Buyrunuz:
“Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olduk.” Sormazlar mı insana Dimyat nere? Şimdi nerede kaldı diye?” Nil’in ağzında Mısır’da kaldı maalesef.
“Yahut Hanya ile Konya”... Konya’yı biliriz de ya Hanya? Girit’te tabii ki... Atalarımız , “Girit bizim canımız, feda olsun kanımız” diye bağırmışlardı Girit alındığında. Torunları haberdar değil ama şimdi Girit’in Hanya’sından.
Şam’ın ismi şambaba tatlısında kaldı şimdilerde...
Suriye’den çekilirken de atalarımız, “işte geldik gidiyoruz şen olasın Halep” derlermiş... “Halep oradaysa, arşın burada” atasözü de bize oradan kalma.
Hani aşığa Bağdat sorulmazdı ya şimdiki âşıkların imam-ı Âzam’ın beldesi Bağdat’tan haberleri bile yoktur. Yeni âşıklarımız bilseler bilseler İstanbul Anadolu yakası’nda Bağdat Caddesi’ni! bilirler. İstanbul surlarından Rumeli’ye açılan kapılarımızdan birisinin adı da “Belgrad Kapısı’dır. Tıpkı halen yanı başındaki “Edirde Kapısı” gibi. Çünkü Osmanlı coğrafyasında yaşayan biri için İstanbul’dan çıkıp da Edirne’ye gitmek neyse, Belgrat’a gitmek de aynı şeydi. Zira aynı güzergâhta yer alıyor.
Yine Elbasan’ın tavası, Filibe’nin köftesi... İşte Haluk Dursun Bey soruyor ve diyor ki var mıdır şimdilerde bu şehirlerin nerelerde kaldığını bilen?” Eskiler olsa “Biz Medine Kurası değiliz” derlerdi. “Malum ya Medine alimleri her şeyi bilirlerdi” diyor ve ekliyor, “siz sakın ha “ırım kırım etmeyin yoksa, bu lafın da nereden geldiğini sorarız! Nereden bileceksiniz sonra, Irım’ın diyar-ı Rum’dan, Kırım’ın da ta Kırım’dan geldiğini”... Sonra da hüzünle artık Köstence’nin Konstanta, Akerman’ın Belgorod—Dnestrovski, Üsküp’ün Skoje, Filibe’nin Plovdiv, Kalkandelen’in Tetevo, Köprülü’nün Titoveles, Manastır’ın Bitola, İskeçe’nin İxanti, Gümülcine’nin Komotini, Draç’ın Durrez, Avlonya’nın Vlore, Cisr-i Mustafa Paşa’nın Svlengrad, Eski Zağra’nın Stara Zagora, Yenişehir’in Larissa olduğunu öğreniyoruz. Sadece bununla da kalmıyor tabii ki memleketler de isim değiştirmiş. Osmanlı Memleketeyn deyince, Eflak- Boğdan anlaşılırdı. Yani şimdiki Romanya ve Moldova... Karadağ ise olmuş Montenegro...
“Yitik coğrafyalara karşın gel de hüzün duyma şimdi, eğer yüreğin varsa! Hüzünle de yetinmeme, kendini hele bir yokla! Titre ve özüne dön!”, demekten başka ne gelir ki elden... Tanıdıkça ancak mekân ile bütünleşmek mümkün olabilir, zira başka yolu yok. Tanımaksa okumak, gezmek, görmek, idrak etmek, yaşamak ve yaşatmaktan geçecektir elbette... Bu bir manevi miras... Taşıyacak kap gerek. Taşıyacak kaplar olalım inşaAllah!..
Bir yabancılaşma derdini daha başımızdan savabilmek niyazıyla,
hoşça bakın zatınıza, kalınız sağlıcakla...
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.