Menu
AKİF İLE ARİF OLMAK
Deneme/İnceleme/Eleştiri • AKİF İLE ARİF OLMAK

AKİF İLE ARİF OLMAK

Bahar saçlarını dökmüş sonbaharın hazin yaprakları, yeryüzünde savruluyordu. Rüzgârın kanatları ses çıkarıyor; Anadolu’dan, Rumeli’den gelen haberlerle keskin, korkutucu bir ıslık eşliğinde gecenin bir vaktinde bir kapı çalınışıyla uyandırılıyordu ulu çınarlar. Evin yaşlı ninesi hayırdır inşallah, diyerek bir elinde gaz lambası diğeri ağrıyan dizinde açıyordu kapıyı. Yoksa Erdem Bayazıt’ın Savaş Risalesi’ndeki Sümeyra kadının torunu muydu bu kadın? İki yağız delikanlı evin oğullarını soruyordu. Sonra gençler geldi, bir bohça hazırlandı apar topar. Telli duvaklı uğurlamadan ziyade gecenin karanlığında kaybolan akıncılardı bunlar.

“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/ Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.”

Evinden uzaklaşıyordu akıncılar.

“Köksüzlük en büyük öksüzlüktür.” demiş Yahya Kemal. Bizim köklerimiz ne kadar derinlerde… Üç kıtada… Buda buda bitmiyor dallarımız, Mehmetlerimiz.

“Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?” deyip yol almalıyız ceddimize.

Yol halinde tarihe yolculuk ediyor Ceylan. Başını yasladığı camdan tepeye nakşedilmiş iki kelime gelip konuyor göz bebeklerine: DUR YOLCU!

Durdu Ceylan ve Necmettin Halil Onan’ın dilinden Çanakkale’yi dinledi:

“Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın

Bir vatan kalbinin attığı yerdir

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda

İstiklal uğrunda, namus yolunda

Can veren Mehmetlerin yattığı yerdir “

Dur, derken durmamızı istemiyor değil mi şair? Durup da düşünelim, milli hafızamızı silgiye teslim etmeyelim istiyor. Bilmezsek bir daha yaşarız değil mi şair?

Yol boyunca taşa, toprağa, tepelere, ağaçlara baktı Ceylan. Rüzgâr bir Çanakkale türküsü fısıldadı ceylanın kulağına:

Çanakkale içinde vurdular beni

Ölmeden mezara koydular beni

Of gençliğim eyvah

Kimi nişanlıydı, kimi evliydi, kimi nişanlanacak yaşta bile değildi. Kimi Ahmet, kimi Arif, kimi Akif… Ama hepsi Mehmet… Anne babaların dahi umudunu kesip gönderdiği Mehmetler…  “ Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum.” komutunun bilincinde şehadet şerbetini içen Mehmetlerimiz.

Tarih kitaplarında anlatılanlar yetmiyordu şairim. İlla ki sanatın eli değmeliydi tarihe. Tarih kitaplarında yer alan savaşın sebep ve sonuçları, kaç kişinin öldüğü, ne zaman başlayıp ne zaman bittiği, hangi savaş araçlarının kullanıldığı, kaç orduya karşı tek sine-i milletin savaşması değil, Çanakkale türküsü ağlatabiliyordu Ceylan’ı.

Bana Mehmet Akif Ersoy’un, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın destanlarını, Çanakkale türküsünü getir. Tiyatrolar, sinemalar Çanakkale mahşerini anlatsın. Tarih kitaplarına 1915 Seddülbahir Savaş Malzemeleri Müzesi resmedilsin. Çanakkale’ye gitmeyen bu ülkenin vatandaşı kabul edilmesin. Ceylanın gözleri tanık oldu. Mermiyle delinmiş mataralara bakıp hangi yanık dudak bundan su içti diye düşündü. Paslanmış dürbünler hangi düşman gemisini gördü, bu kadar düğme hangi askerlerin esvabından koptu? Sahi düğme dikmeye vakit oldu mu ki? Bu kanlı küçük Kur’an’ın satırlarında hangi Mehmet’in gözünün izi vardı. Bir tarafta İngiliz bir tarafta Fransız askerlerin bu yıpranmış haliyle bile ne kadar sağlam olduğunu gösteren asker botları diğer yanda bizim Mehmetlerimizin çarıkları… Dedelerimiz ayaklarındaki çarık, gönüllerindeki imanla hediye etmişlerdi özgürlüğümüzü. Bu nasıl unutulurdu? Bir çarık yetmişti Ceylan’ı ağlatmaya. Bana savaşların sebep ve sonuçlarını değil yaşanmışlıkların izlerini getirin.

Ve bir başka müzeye dönüştürülen tabyanın içinde sergilenen kopmuş bir bacak iskeleti, botu hala ayağında. Kim bilir hangi annenin evladıydı, nasıl kopmuştu uzvu? Savaşın hiçbir sebebi kopmuş bir bacak kadar etkili olamazdı.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer

O ne müthiş tipidir savrulur enkaz-ı beşer

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak

Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak ”

Anafartalar, Çonkbayır, Arıburnu… Tepede esen rüzgâr… Ceylan bir tepeden Anzakların çıkarmasını izlemekte. Deniz mavi değil, kan kırmızısı…

Sadece toprak değil deniz de kanla sulanır mı şair? Her adımda bir ” Fatiha “. Değil mi ki “ Toprağı sıksan şüheda fışkıracak.” Ne çok şehit, ne çok şehitlik…

İsmi belirlenebilen 1969 askerin yattığı Şahindere Şehitliği, 18. Ve 64. Alaydan şehit olup ismi belirlenebilen 1115 askerin yattığı Kesikdere Şehitliği, Yahya Çavuş Şehitliği…

“ Sürü halinde gezerken sayısız teyyare

Top tüfekten daha sık gülle yağan mermiler

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide yeter

Ne çelik tabyalar ister ne siner hasmından

Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman ”

Ne güzel dile getirmiş gerçekleri Mehmet Akif Ersoy.

Ve Yahya Çavuş Şehitliği’ndeki anıt yazısında tarihe yolculuk edip Yahya Çavuş’un siperlerine gider ceylan:

“…Yahya Çavuş Galiçya ve Balkan Savaşlarına katılmış cesur bir asker… Sağ kalan 67 arkadaşı ile siperlerde mevzilenmiş. Albien ve Riber gemilerinden şafakla beraber karaya çıkmaya başlayan 3000 düşman askerini Ertuğrul Koyu’nun sularına gömmüş, deniz kızıla boyanmıştır. 48 saat düşmanın binlerce top mermisi ve askerine karşı kıyı ve siperleri korumuştur. Düşman bir tümen birliği, Türk birliğini Yahya Çavuş’un siperlerinde 62 kahraman şehidin cesedi ile karşılaşınca hayretler içinde kalmıştır. Yahya Çavuş kopan bacağını tüfeğinin kayışı ile bağlayıp diğer beş arkadaşı ile Alçı Tepe eteklerinde 27 Nisan günü şehadet mertebesine ermiştir. Yüce kahramanları minnetle anıyoruz. “

Ceylanın boğazı düğümlendi.

“ Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor

Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor

Ey bu toprak için toprağa düşmüş asker

Gökten ecdat inerek o pak alnı öpse değer

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi

Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi”

Ne şanlısın sen Yahya Çavuş ve isimsiz nice kahramanlar. Hepsi Mehmet. Bizim Mehmetlerimiz. Mezarın da mı yok senin, hangi toprağın altında olduğunu da mı bilmiyorsun? Üzülme Mehmet’im.

“ Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber

Sana âgûşunu açmış duruyor peygamber “

Ceylan her adımda size minnetle “ Fatiha” gönderiyor yüreğinin merkezinden.

Şehitliğin ağırlığını omuzlayarak dolaşırken şehitler arasında yan yana iki mezara ilişir ceylanın gözleri:

Malatya- Akçadağ / Süleyman Oğlu Akif/ 21 yaşında                                                                                                                                                               Malatya- Akçadağ / Süleyman Oğlu Arif / 21 yaşında

Ceylan’ın boğazı bir kez daha düğümlendi. Bir babanın iki evladı Arif ile Akif. Şehadet şerbetini içmiş yan yana yatıyorlar. Doğumları gibi ölümleri de ortak iki kardeş… Ellerine kına yakılarak vatanına kurban edilmeye gönderilen Arif ile Akif’e ağladı Ceylan. Acaba en son ne yemişlerdi, en son hangi türküyü söylemişlerdi, en son hangi güzelin hayalini kurmuşlardı, son nefeslerinde bir su veren olmuş muydu, gözlerini melekler mi kapatmıştı, yüzlerinin gök kubbeye bıraktığı son fotoğraf nasıldı, gözleri ne renkti, en çok yapmayı istedikleri şey neydi? Sorular gök kubbede yankılanıp durdu.

Her yer şehit, her yer şehitlik. Uzaydan bakacak olsak Kâbe mezar taşı olup gelip konar Çanakkale’nin başına.

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi “ Çanakkale yeni Türkiye’nin önsözüdür.”

Bu önsöze yaraşır sonsözlerimiz olmalı tarihe.

Bir kapı çalınışıyla evlerinden bir bohçayla yola çıktılar. “ Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?” belki de hiçbir zaman dönmezler Akif ile Arif gibi. Sümeyra kadın gibi eşsiz, evlatsız, kardeşsiz kalır analar. Mehmetlerini yitiren kadınlar kalır geride.