Menu
CEYLAN’IN KERBELA’SI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • CEYLAN’IN KERBELA’SI

CEYLAN’IN KERBELA’SI

“Fırat’ın Gözyaşları" o günden bu yana hiç dinmedi.

Kanlı akan Fırat’ın buharı gökyüzüne binlerce ah taşıdı.

Yağmurların rahmete bağlı kalışıyla, toprağın insana bağlı kalışı arasında içten içe yürüyen derin anlamlar vardı.

Ehl-i Beyt’in kanı rahmet olup yağdı Kerbela sahrasına.

Rüzgârın kahırlı esişini o güne bağlı zanneder önden giden atalarımız. Bir kum fırtınası anlatır mazlumların hikâyesini. Bizler de öyle kabullenmişiz bunu. Onlardan devraldığımız bu emanetle bir toprağa, bir çöle bir yağmura bir Güneş’e bir de Hüseyin’e bakarız. Bakışımız Zeynep olur, Fatıma olur, Ali olur, Hasan olur, Ehl-i Beyt olur.

Böyle bir karmaşayı yaşarken mazlum bakışlarda, bir fırtına sonrası çıkagelir baş haberci.

“ Cebrail bir haber getirir:

-Ey Muhammed! Rabbimin selamı var. Oğluna Harun’un oğlunun ismini koy, diyor.

-Harun’un oğlunun ismi nedir ey Cebrail?

-Şebir.

-Benim dilim Arapça.

-Bunun Arapça karşılığı Hüseyin’dir. Onu koy.”

O ana dek Arap diyarında pek bilinmeyen bir isimdir Hüseyin. Kıymeti de bilinmedi Can Hüseyin’in. İhanet şehri Küfe’de kaldı Hüseyin’in kıyamı.

“ Hüseyin’in vasfını yazmaya yeter mi hiç

Ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep”

Bela ve hüzün beldesi olan Kerbeladaki kızgın, susuz kumlarda yankılanan feryadın yankısıdır Ceylan’ın ülkesi. Saltanata biat etmeyip gerçek aşka biat edenlerin acısına ortaktır Ceylan’ın ülkesi.

“Can can Hüseyn can

Susuz ölen Hüseyn can “

“ Vurun sine, vurun başa

Hüseyn gedir elimizden

Vaveyla “

“ Eğri kılıç Kerbela’da pas tutar

Meleykeler Hüseyn için yas tutar

Can can Hüseyn can

Susuz ölen Hüseyn can “

Ağıtlar yankılanır durur Ceylan’ın ülkesinde.

Çocukluğunda kulağında yer edinen ağıtlar, yetmiş iki masumu İmam Hüseyin öncülüğünde yüreğine ince oya gibi nakşetmiştir. Her oyada aşkın, acının, mazlumun gözyaşı vardır. Hz. Fatıma’nın ciğerinin köşesi, Muhammed Mustafa’nın gönlünün sevinci olan Hüseyin’in yası hiç bitmez Ceylan’ın ülkesinde.

Siz hiç Kerbela’yı Iğdır’da yaşadınız mı? Ceylan yaşadı.

Elh-i Beyt kadınları gibi ağıt yakanları ilk orada gördü. En çok orada Hasan, Hüseyin, Ali Asker, Ali Ekber, Zeynel Abidin, Cafer, Kasım isimlerini tanıdı. Kütükler şahit buna. Ceylan da tanık oldu.

Muharrem ayına girildi mi çehreler değişirdi. Hüzün konardı yüreklere. Siyah, yeşil, beyaz renkler artardı. En çok “ Hüseyin!” nidaları yankılanırdı. Evlerde televizyon dahi izlenmezdi. Matem ayında eğlenilmezdi. Camiler en çok o günlerde dolup taşardı. Caminin avlusunda hayrına gofret, lokum, limonata dağıtanlar olurdu. Çocuklar her yerde çocuktu. Şaşkın bakışlarla gofret kuyruğuna girilirdi alınlarındaki Ya Zeyneb, Ya Fatıma, Ya Hasan, Ya Hüseyin yazılı bantlarla. Yaşlılar sinelerini döverlerdi ağıtlarla. Gençler siyahlar içinde, başlarında “ Ya Hüseyin “ yazılı yeşil bantlarıyla, ellerindeki zincir halkalarıyla zincirin halkaları gibi dizilerek cami avlusuna giriş yapıp askeri bir nizamla yüz yüze gelecek şekilde dizilirlerdi. Ortalarındaki Molla elindeki megafonla başlardı şivesel bir tatla Kerbela ağıtları yakmaya.“ Ya Hüseyn“ komutuyla zincir desteleri havaya kalkar, açıkta kalan sırta bir sağ bir sol taraftan inerdi. Zincirin değdiği tenden Hüseyn çığlıklarıyla kanlar fışkırmaya başlardı. Göz bebeklerim irilerek izlerdim süzülen kanı. Derken bir görevli gençlerin sırtını pudralardı. Pudraya karışan kan acının bayrağı gibiydi. Çocuktum, yetmiş iki masumun yaşadıkları eziyeti tam olarak bilmiyordum ama bir şeyi biliyordum ki Hüseyin çok acı çekmişti ve o yüzden ben de Hüseyin’den yana olup mazlumun yanında olmalıydım. Sonra toplanılıp araçlarla Iğdır’ın Aralık ilçesine gidilirdi. Mahşeri bir kalabalık! Birçok köyden gelen sinezenler, destezenler, ağıt okuyanlar, kadınlar, çocuklar… Siyahlar içindeki destezenlerin zincirlerinin sesleri “ Ya Hüseyin! “ çığlıklarına karışırdı. Çeşitli yaş gruplarından beyazlar giyen erkekler bir ellerindeki kılıcı havaya kaldırırken diğer elleriyle de başlarına vurarak “ Can can Hüseyn can! “ diyorlardı. Bir süre sonra bu beyazlar içindeki kişilerin başlarına atılan usturalarla yüzleri kan içinde kalıyordu. Hz. Hüseyin’in ve Ehl-i Beyt’in acısı o kadar tazeydi ki sırtlarına inen zincirlerin, başlarına atılan usturaların acısını kim duyardı ki? Bu durum çoğu kişiye yanlış gelebilir. İnsanın bedenine zarar vermesi elbet makbul değildir. Fakat bazen sesin duyulması, bazı gerçeklerin unutulmaması için dikkatleri çekecek durumlara ihtiyaç vardır. Bir üniversitede profesör olan bir edebiyatçı Kerbela’ya kutlama, diyorsa demek ki bazı gerçekler bilinmiyor. Kerbela kutlama değil, en acı matem ayıdır. Müslümanlığın en büyük ayıbıdır. Yüzünü aynı kıbleye dönenlerin utanç mührüdür Kerbela.

“ Kerbela sahrasının zalimlerini anıp

Gözyaşı yıldızı dökerek dönen asuman ağlar"

“ Zaman elinden ağlama zalim, diyen ey gafil

Zaman bu olaylara herkesten yaman ağlar"

Cemel vakası, Sıffin Savaşı, Çaldıran Savaşı’ndan daha ağırdır Kerbela’nın yükü. Kerbela ağıtının devam ediyor olması düşünülmesi, ders çıkarılması gereken bir tablodur.

Kaç asır önce vuku bulup dinmeyen Kerbela mahşerinin, yetmiş iki masumun uğradıkları zulüm sineleri dağlıyor adeta.

“ Mustafa soyunun kanını dökmez Müslüman olan

Ehl-i Beyt’e kastetmez kalbinde iman olan"

“ Haşa ki değersiz mevki ve devlet için

Yezit’i sevindirip Hüseyin’i incitmem"

Gördüklerimi, duyduklarımı çocuk merakıyla sorguluyorum.

Kimdir Ali Ekber, diyorum. Başlıyorlar anlatmaya:

“Hz. Hüseyin’in peygamberimize benzerliğiyle bilinen oğludur Ali Ekber. Yiğitçe savaşıp savaşıp dönerek:


  • Babacığım! Susuzluk beni öldürdü. Demirlerin ağırlığı altında eziliyorum. Eğer bir damla su ile hararetimi giderseydim düşman askerini faniliğin tufanında boğardım, diye feryada başladı.


Üzerine hücum eden iki bin namerdi dağıtıp yine babasının yanına döndü.

  • Ey baba, susadım, susadım! dedi.


Hz. Hüseyin nemli gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak:

  • Ey ciğer köşem! dedi. Sabret! Senin için Kevser şarabı hazırlanmaktadır.


On sekiz yaşındaki yiğit Ali Ekber’in gencecik vücudu oklarla doldu.”

Bunu duyanlar yeniden başladılar ağlamaya. “ Oy Ali Ekber! “ dediler. Kanlar içinde son nefesini vermek üzere olan oğlunu çadırına getiren Hz. Hüseyin’in acısına ortak oldu ağıtlar.

Sonra bir gencin taşıdığı ele takıldı gözüm. Bu el sembolü de neyin nesi, dedim. Dediler ki o el Ali Murtaza oğlu Abbas’ın elidir. Ne olmuş ki eline, dedim. Başladılar anlatmaya:

“ Hep barıştan yana olan Hz. Hüseyin, Abbas’ı elçi olarak gönderdi.

Ali oğlu Abbas dedi ki:

  • Ey vefasızlar! Kerbela sultanı, yani Hz. Mustafa’nın canı, Ali Murtaza’nın gözünün nuru ve


Zehra’nın ciğer köşesi buyuruyor ki: Onun vefalı dostlarının hepsini öldürdünüz. Bu olup bitenlerden pişman olup bu susuzluk ateşinden ıstırap çeken kadınlara ve çocuklara bir yudum su veriniz ki, onlar kuruyan dudaklarını ıslatsınlar. Onlara aman veriniz ki başlarını alıp Anadolu’ya, Hind diyarına veya Çin’e gitsinler. Arap yarımadasını ve Hicaz bölgesini size teslim edeyim. Sizinle kıyamete kadar savaş yapmayayım.

“ -Ey Abbas! dediler. Eğer yeryüzü baştan başa taşkın sularla dolsa onu orada durdurmak elimizde olsa Yezid’e biat etmeyince Hz. İmam Hüseyin’e ve yanındakilere bir damla su verilmesine imkân yoktur.

Ümidi kesen Ali oğlu Abbas ansızın Ehl-i Beyt çocuklarından:

  • Susadık, susadık! Feryatları mübarek kulaklarına geldi.


Bir iki kırba ve tulum alıp kendinde olmadan sel gibi Fırat kıyısı boyunca koştu. Fırat’ı bekleyen dört bin namert, hücum ettiler. Ok yağmuruna tuttular. Bir yudum su içmeden elindekileri doldurmaya koyuldu. Onlardan önce susuzluğunu gidermeye gönlü razı olmadı. Doldurdu, sudan çıktı. Düşmanlar çevresini sarıp ok yağmuruna tuttular. Ezrak oğlu Nevfel, o haramzade, o mel’un kocaman bir kılıcı ona indirdi. O mazlumun sağ kolunu mübarek vücudundan ayırdı. Hz. Abbas o su tulumunu elinden bırakmadı. Sol eline alıp yürüdü. Bir haramzade de fırsat buldu. Bir hançerle o da sol kolunu uçurdu. Söylenmiştir ki Abbas o su tulumunu yine bırakmadı. Dişleri arasına alıp omzuna yükledi. Bir haramzade gelip o tulumu bir okla deldi. Öyle bir ah çekti ki Abbas, Kerbela toprakları sarsıldı.”

“ Bela meydanı eriyim, korkum yok uzvumun kesilmesinden

Himmet kanadiyledir kudret tepelerinde uçmalar “

Susuzluktan çatlamış dudakları su içebilecekken susuz kalan çocukları düşünüp önce onların içmesini düşünerek şehit düşmesi, sonuna kadar mücadele etmesi, kolsuz kaldığına değil, suyun kanına karışıp toprağa dökülüşüne haykıran Abbas’ın acısı nasıl unutulur ki?

“ Ya Rab, bu hatadan sonsuza kadar azab çekmez mi?

Bu cefadan ya Rab, mahşer günü utanmaz mı? “

Sonra gençlerin taşıdıkları beşiğe takıldı Ceylan’ın gözleri. Bu beşikte yatan bebek ne, diyorum. O Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dır, diyorlar. Bu defa ona ne oldu, diye soruyorum. Başlıyorlar Ali Asgar’ı anlatmaya:

“Ey zalimler, demiştir. Diyelim ki ben günahkârım. Fakat şu günahsız çocuğa niçin bir damla su vermezsiniz?

Hz. Hüseyin’e şu cevabı verdiler:

  • Ey Hüseyin! Ubeydullah bin Ziyad’ın kesin buyruğu bir yudum su verilmemesi hakkındadır. Bu değişmez. Biat etmeyince ne sana ne evladına su içmek nasip olmayacaktır.


Hz. İmam Hüseyin ümitsizlendi. Geri dönmek üzere iken mel’un Huzeyme-i Kâhilî bir ciğer parçalayıcı ok attı. Hz. Hüseyin’in kucağındaki Ali Asgar’a rastladı. Ok, masum çocuğun o mübarek boğazından geçti. Hz. Hüseyin’in mübarek koluna saplandı. O da oku çekip çıkardı. Çocuğun boğazından çeşmeler boşanır gibi kan boşandı. O kanları temizledi. Annesine götürdü:

  • Ey biçare, oğlun şahadet şerbetini içti!


Böylece onun şahadetiyle yetmiş iki kişinin şehit olması tamamlanmıştı. Hasta olan Zeynel Abidin’den başka sağlar arasında Hz. Hüseyin’e yardımcı olacak kimse kalmamıştı.

Hasta yatağından çıkıp savaşa hazırlanan Zeynel Abidin’e izin vermeyerek:

  • Ey gözümün nuru, şimdi sana şehitlik izni yoktur. Seyitlik silsilesi sana bağlıdır. Mustafa’nın ve Murtaza’nın soyunun bekası senin sağ kalmana bağlıdır.”


“ Yâdıma şehitler şahının gelse kuru dudağı

Bilmeden ıslak gözüm her an yaş döker, durur  

 

“ Türlü belalara saldığından beni günler

Gördüğüm belaları kim görse ağlar durur “

İmam Cafer-i Sadık’tan rivayet edilmiştir ki ağlamada beş kişi aşırı dereceye varmıştır: Biri Âdem ki Cennet’ten ayrılışından dolayı hıçkırıp durdu. Biri Yakup ki Yusuf’un ayrılığından gözyaşı dökerdi. Biri de Yusuf ki Yakup’un derdinden perişandı. Ve biri de İmam Zeynel Abidin idi ki kırk yıl Kerbela vakasından sonra durmadan gözyaşları saçmıştı. Sevgili babası, kardeşleri, amcalarının suya yanmış olarak şehit edilişini, Ehl-i Beyt kadınlarının günahkârlar güruhuna esir olup ihanete uğrayışlarını hiç unutmadı Zeynel Abidin.

Yetmiş iki masumun başına öyle bela gelmiştir ki o bela gündüzün başına gelseydi, gündüzler geceye dönerdi. Ya Hz. Fatıma zehirlenen oğlu Hasan’ı, Kerbela’da türlü zulümlerle şehit edilen Hüseyin’i görseydi ne olurdu?

“Kerbela çöllerinde Fatıma anamız eğer

Kan içinde görseydi o Kerbela Şahını “

“Hiç şüphe yok gözünden kanlı yaşlar döküp

Kızıl kana boğardı Kerbela toprağını “

Kerbela’da peygamberimizin soyu kurutuluyordu ya Rab! Bu ne acı bir yazgı! Şehadet şerbetinin en acı tablosuydu Kerbela. Kıyamete kadar bitmeyecek bir ahtır yetmiş iki Ehl-i Beyt’in, İmam Hüseyin’in katledilişi. Hüseyin’in şahadeti gerçek aşkın kıyamıydı. Kıyamete kadar Hüseyin’e ağlayacaktı yerler ve de gökler. Hz. Muhammed’in iki gözü, değerli kızı Fatıma’nın cennet kokulu evlatları Hasan, Hüseyin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb’e böyle mi sahip çıkılacaktı Şair? Bu mazlumlara reva görülen zalimlerin yanına mı kalacaktı? Hayır, elbet.

Hz. Muhammed, Hz.Ali ve Fatıma’nın asaletini taşıyan Hz. Hüseyin şahadet şerbetini içmeye de kendine yaraşır şekilde gidecekti.

“Hz. Hüseyin savaşa hazırlık için hareme girdi. Meydanın tozundan güzel yüzünü ve mübarek saçlarını temizledi. Elbiselerini yeniledi. Mısır kumaşından gayet kıymetli bir kaftan giyindi. Resullullah’ın sarığını çözdü, yeniden bağladı. Şehitler seyyidi Hz. Hamza’nın kalkanını omzuna yerleştirdi. Ali Murtaza’nın Zülfikar kılıcını boynuna hamayil etti. Yine Resulullah’ınZülcenah adındaki şimşek yürüyüşlü atına bindi. Mübarek eline ejderha gibi bir kargı aldı. Savaş süslerini böylece tamamladı. Ehli Beyt’e:

-Allah’a ısmarladık, dedikten sonra

Cenk alanına varınca can alıcı kargısını toprağa sapladı. Üstüne dayandı. Uzun bir şiir okudu:

Babam, Allah tarafından halk içinden seçilmiş ve arınmış

Annem de öyle ve ben, o iki seçkinin oğluyum

Bir gümüş ki altından yaratılmış

Ben, iki altının oğlu olan o gümüşüm

Fatımatü’z- Zehra benim annem, babam da

Resullerin varisi, insin ve cinnin imamı

Halk için de benim ceddim gibi kimin ceddi var?

İşte ben, şanı göklerde dalgalanan o iki kişinin oğluyum

Altın içinde altın içinde altınım

Gümüş içinde gümüş içinde gümüşüm…

Hz. Hüseyin’i ok yağmuruna tuttular. Öyle ki hava ok kanatlarıyla doldu. Cengâverce mücadele etti. Hz. Hüseyin yetmiş iki yara almıştı.

Ehl-i Beyt kadınları öyle çığlık attılar ve öyle inlediler ki melekler diyarının sakinleri feryat ve çığlıklardan serseme döndüler. Kendi tesbih ve tehlillerini unuttular. Cennet bülbül ve kumruları ağıtların nağmelerinden şaşırıp kaldılar. Kendi sevinçli ötüşlerini unuttular.”

Ey peygamberin gözünün nuru, sırtında taşıdığı, gecenin bir yarısı belki üstleri açık kalmıştır diye yatağından kalkıp kontrol ettiği can torunu Hüseyin! Size bu zulmü reva görenler rahat yüzü görmediler.

“Şehadet şerbetini içen İmam Hüseyin’in başından sarığını çözüp kendi malı yapan Halid adında birinin beyni sulandı. Sevda hastalığına tutuldu. Kendisini zincirlere vurdular. İmam Hüseyin’in gömleğini latif bedeninden Ahdari oğlu Cafer adında biri almıştı. O gömlekte yüz yetmiş kılıç ve ok yarası izi vardı. Gerçekten o bedbaht da abraş hastalığına yakalandı. O sene ölüp gitti. Hanzade oğlu Esved ise Hz. Hüseyin’in kılıcını almıştı. O da cüzzam hastalığına yakalandıktan sonra ölüp gitti. Yesar oğlu Malik ise zırhını almıştı. O da aklını oynattı. Sara illetine tutuldu. Susaklara düştü, yani su için yanıp tutuştu. Sonunda çocukların attığı taşlar altında ölüp gitti.”

Hüseyin’in şahadet anını anlatan ağıtlarda kalabalık kendinden daha çok geçerdi ve dayanılmaz acının tesiriyle:

“Selam gelsin İmam Hüseyin’e

Lanet gelsin yezid’e“ derlerdi.

Ceylan sordu: Yezid kimdir?

Muaviye’nin oğlu, dediler.

Muaviye kimdir, diye sordu bu kez.

Ebu Süfyan ile Hind’in oğlu. Hani Hind, Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza’nın ciğerini ağzında iştahla yerken onu merakla izleyendir Muaviye. Peygamberimizin vahiy kâtibi. Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’nin karşısında duran, İslam dünyasında baştan aşağı yeşil mermerlerle döşettiği için “ Yeşil Saray “ da denilen ilk sarayı yaptıran, ihtişama düşkün, siyasi entrikaları akıllara zarar biridir. Başlattığı savaşı oğlu Yezid’e devretmiştir. Hasan’ın eşini nasıl da tuzağına düşürmüştü Muaviye. Cude, Muaviye’nin ihtişamlı sarayına gelin gidebilme hayaliyle eşi Hasan’ı nasıl da zehirlemişti. Peygamberin göz bebeklerinin katledilişinde hep bir Muaviye ve Yezid parmağı vardı.

“ Zehir sızan nemiyle rengini belli etti

Hasan’ın yanağının aynasının yüzünde “

“ Yağmur damlası meğer bir yudumcuk zehirmiş

Hasan’ın lale renkli yüzünü yemyeşil etti “

Cude de sığındığı bir köyde o ana kadar hiç görülmemiş akrepler tarafından sokularak öldü değil mi? Kimsenin ahı kimsede kalmıyordu.

Yıllarca Kerbela acısının üstü neden kapatılmaya çalışıldı, neden sahabelere laf demek bize düşmez, diyerek Muaviye ile Yezid’e toz kondurmadı bazıları?

“ Mustafa soyunun kanını dökmez Müslüman olan

Ehl-i Beyt’e kastetmez kalbinde iman olan “

“ Hâşâ ki değersiz mevki ve devlet için

Yezit’i sevindirip Hüseyin’i incitemem “

İlk kez cesedden başını koparma Muaviye döneminde yaşandı.

Bu ne vahşet ya Rab!

Ehl-i Beyt’in yüzlerce ok, kılıç darbesi almış vücutları yetmezmiş gibi başları da kesilmedi mi, ölülerine bile eziyet edilmedi mi? Mızraklar üstünde gezdirilmedi mi şehitlerin başı?

Ehl-i Beyt mi suya, su mu Ehl-i Beyt’e hasret kaldı ?

Onlara gel, diye çağrı yaparken Yezid korkusu ya da vaatleriyle sırt dönüp akrep gibi kıskaca alan dilsiz şeytanlara ne demeli? Ali, Hasan, Hüseyin hep ihanetle şahadet şerbetini içtiler. İsmi vahiyle gelen göz nuruna nasıl kıydılar? Cahiliyeyle mücadele veren ismi güzel kendi güzel Muhammed’in emanetlerine böyle mi sahip çıkılmalıydı? Neden Yezidler bitmiyor? Kerbela’da yetmiş iki, şimdi milyonlarca katliam… Bitmiyor yeni Yezidler.

Muaviye’den Yezid’den mi miras? Ehl-i Beyt’in kanının döküldüğü Irak coğrafyası Yezidlerce çoktan ABD’ye teslim. İhanet şehri Küfe’nin diyarı Irak topraklarında ateş hala dinmiyor. Ne dirlikleri dirlik ne birlikleri birlik.

Can can Hüseyn can, susuz ölen Hüseyn can!

“Allah yolunda ölenleri ölü saymayın.” der ilahi kelam. Sana nasıl öldü deriz. Sen ölümünle bile saltanata boyun eğmeyip, iktidar hırsına düşmeyip, kan dökmekten yana olmayıp, aman dileyen, aşkıyla kıyama duran bir cansın. Canlar içre cansın. Ceylanın canı hep Hüseyin, diye yanacak. Ceylan’ın gönlü hep Hüseyin’den yana olacak.

Hâlâ her yer Kerbela her yer aşura. Hâlâ Müslüman coğrafyalarda zulümler bitmiyor. Hâlâ ölen Hüseyinler, ağlayan Zeynepler var. Hâlâ Ali Asgar gibi kundaktayken acımasızca öldürülen bebekler var ve hâlâ aynı kıbleye dönen Müslümanlar pazıl gibi. Onları bir araya getirecek güç yok mu? Ehlisünnet, Şia, Alevi, Sünni… Ne çok mezhep var ve ne çok kolu var ve ne çok cemaat var pazılın parçalarında. Vahdetten uzağız ey ki ne ey? Kerbela, alınacak en büyük ibrettir Müminler için. Bu idrake varılmadıkça her yer aşura her yer Kerbela olmaya devam edecektir.

“Dünya mülkü malından biz feragat kılmışız

Fakirlik kimyasını biz saadet kılmışız “

“Başkasına göster sen makam, mülk, mal ey felek

Biz kanaat ehliyiz, fakrı adet kılmışız “

Ceylan, hiçbir iktidarın kalıcı olmadığını anladı ve doğru kıyamlarla doğrulmanın nasip olduğu kullardan olmayı istedi.