Menu
BATI'NIN ÇİFTE YÜZLÜ TANRISI: DEMOKRASİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • BATI'NIN ÇİFTE YÜZLÜ TANRISI: DEMOKRASİ

BATI'NIN ÇİFTE YÜZLÜ TANRISI: DEMOKRASİ

Tarih, sessiz ve uslu çoğunlukların eseri değildir. Onu inşa edenler; büyük çoğunluğun içinden çıkan, olanlara itiraz eden, söyleyecek sözü olan ve gidişatın aciz havasına kapılmayanlardır.

Bir türlü uslu durmayan bu çocukları ne yapmak gerekir ki,tarih egemenlerin direktifleri, öngörüleri ve hayalleri etrafında dönedursun?

İnsanlığın kendi başına dert ettiği Fransız Devrimi’ni Server Tanilli anlatırken ‘Fransız Devrimi çağımıza açılan büyük kapıdır. Veyl bu kapıdan girmeyenlere!’ ifadelerini kullanır. Şüphesiz ki onun kastettiği şey ‘haklar, özgürlükler ve çoğulculuk yönetimi’ etrafında şekillenen İnsan Hakları Beyannamesi’dir. Fakat meseleye, haklar, özgürlükler ve çoğulculuğun insan onuru karşısındaki duruşu/durumu açısından baktığımızda tablonun kan ve gözyaşı ile doluolduğunu ve her nedense bunun yalnızca haritanın doğu tarafını kapsadığını görürüz. Fransız Devrimi’nin çocuğu olan demokrasinin; liberalizm ve kapitalizm ikilisini de doğurmak suretiyle kitleleri bir koyun gibi sürüleştirmesi karşısında insan onurundan nasıl bahsedeceğiz? Bugün Tanilli’nin bu ifadelerinin, XXI. yüzyılda bizi getirdiği insanlık manzarasını borçlu olduğumuz Fransız Devrimi acaba bu kadar kanı öngörmüş müydü? Yoksa haklara karşılık insan onuru mu masaya konulmuştu?

Fransız Devrimi insanlık tarihinin dönüm noktalarından biridir. Yalnızca Fransa ve çevresi ile ilgili değil, bütün bir insanlığın geçmişi, tarihi, kültürü ve geleceği açsından hayati bir öneme sahip. Bütün bunlara rağmen yolaçtığı ötekileştirme projesiyle belki de yeryüzünün en korkunç devrimidir.

Demokrasi, Fransız Devrimi ile ete kemiğe büründüğünde, Doğu’nun henüz bu sistemden haberi yoktu. Devrim, artı getirilerinin ve bilim-teknoloji-askeri ilerlemelere kaynaklık etmesinin yanında, bir ideoloji ve değerler sistemi sunuyordu.Vurucu damarını siyasette bulan devrim, meşhur bildirisi Yurttaş Hakları Beyannamesi’nde bildirilen 1. Madde ilesiyasal hayatta yeni bir değerler sisteminin sinyalini veriyordu.‘İnsanlar özgür ve eşit haklarla doğar ve yaşarlar.’ Bu madde normal prosedürler çerçevesinde bütün bir insanlık ailesini yönetimler ve yöneticiler karşısında koruyan, bireylerin farklılıklarını çoğulculuk sınırları ile temsil ettikleri bir yapı arzediyordu. Ve yine normal prosedürler çerçevesinde coğrafya ayrımı olmaksızın bütün yeryüzü halklarını içeriyordu. (ya da öyle olmalıydı)

Ama hiç de öyle olmadı. Devrim’in hemen sonrasında oluşan burjuva sınıfı, çiftçiler ile olan hukuklarını üretim-tüketim çerçevesinde düzenleyerek demokrasinin sermaye tarafından korunmasını sağladılar. Bu şu demekti. Yurttaşın hakları, özgürlükleri için varolan demkrasi, burjuvazinin sermaye gücü ile desteklenmeliydi. Sermaye ile desteklenen demokrasinin, daha başından beri özgür olduğu ya da ‘halk temsili’ sistemini ifade ettiği söylenemez. Burjuvazinin hedefi, üretim kaynaklarını ve araçlarını elinde tutarak, halkların yönetim sistemlerine adapte olmak ve bir gizli el olarak yönetimi yönetmek. Sermaye olmadan demokrasinin bir plastik oyuncağa dönüşeceği biliniyordu. Aslında çok da önemli olmadığı artık günümüzde görülmüş olan temsil yetkisinin sermaye eliyle yönlendirilmesi ve böylece demokrasinin kaderinin bu sınıfın elinde olduğu gerçeğini yöneticilerin farketmesi uzun sürmedi. Ve devrimin doğduğu topraklarda demokrasi; üretim araçları ve sermaye ile kolkola yürüdü. Başlangıcında; Yunanistan, Portekiz, İspanya dışında kalan, Batı Avrupa ülkeleri, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı kapsamak üzere aynı sistem, iktisadi yapı, kültürel hinterland, ahlaki ve dini eğilimler nezdinde bir ortak dünya oluşturdu. Günümüzde Avrupa Birliği’nin kurulmasıyla bu havzanın genişlediği görülmekle birlikte, Batı sistemi dediğimiz şeyin, Doğu coğrafyasına da ‘sirayet ettiği’ne şahit olmaktayız.

Batı sisteminin bir parçası olan demokrasinin, doğduğu topraklarda gelişip büyümesi, yapının diğer elemanlarıyla uyumu sayesinde başarılı olması kaçınılmazdı.

İktisadi özgürlükler, liberallerin ‘hür iktisat düzeni’, sosyalistlerin ‘kapitalizm’ adını verdikleri şeyin başka bir biçimde ifadesiydi. Özellikle üretim araçlarının bir kısım insan grubunun elinde olması, diğerlerinin işgücünü üretim araçları sahiplerine sunmak/pazarlamak/satmak gibi bir zorunlulukları vardı. Bu yönü ile baktığımızda bu sistem, zengin ulusların siyasal sistemi olarak karşımıza çıkar. Sınıf ve yurttaş hakları, serbest seçimler, toplumsal ayaklanmaların/hoşnutsuzluklarınazalması gibi durumlar ancak gerçekten yüksek bir iktisadi gelişme düzeyini şart koşar. Batı, bunu üç sac ayağı ile gerçekleştirdi. Üretici-alıcı-demokrasi. Çiftçiden alınan mal, burjuvanın hakim olduğu üretim araçları vasıtasıyla demkorasiyi finanse ederek, yönetilenleri, yöneticileri ve yönetimi kontrol altında tutmalarını sağladı. Sermayenin başat unsur olduğu bu sistem, zenginliği ve gelişmişliği şart koşuyor ve emeğin satışı ile dengesini koruyordu. Bu konuda siyaset bilimci Maurice Duverger ilginç bir benzetme yaparakdemokrasi ile koyun arasındaki ilişkiye değinir. Üç asırdır tartıştığımız demokrasi sisteminin yapı taşına vurgu yapar.

Koyunun modern demokrasiyi yarattığını söyleyebiliriz. Daha XI. Yüzyılda, nüfusu henüz üç milyon iken, her yıl, İngiltere’den çoğu Flandr bölgesine gitmek üzere, sekiz milyon post ihraç ediliyordu. Hayvancılık la meşgul olan köy asilleri, küçük ve büyük ticaret burjuvazisi ile doğal bir çıkar birliği içerisinde bulunuyordu. Dahası, onunla aynı değerler sistemini benimseme eğilmindeydi. Artık toprağı, birtakım zorunlulukların, görevlerin, siyasal ve toplumsal ayrıcalıkların temeli olarak görmekten vazgeçiyor, bunu bir yatırım alanı ve gelir kaynağı kabul ediyordu. Feodal hizmet anlayışı yerini kapitalist kar anlayışına bırakıyordu. İngiltere’nin asilleri, burjuvalaşma eğilimindeydiler.

Duvergen’in vurgusu yönetim sisteminin sermaye tarafından desteklendiği ve asıl itibariyle demokrasinin sermaye olmadan atıl bir yönetim sistemi olacağı yönündedir. İspanya örneğinde de koyunculuğun ve yün ticaretinin mutlak monarşinin kurulmasında oynadığı rol bu ikili dengenin batı sistemi tarafından ustalıkla günümüze taşındığını gösteriyor.

Batı sistemi dediğimizde siyasal kurumların, iktisadi yapıların, gelişim düzeyinin, dini ve ahlaki inançların, kültürel geleneklerin çeşitli unsurlarla birbirine bağlandığı bir bütünden bahsediyoruz demektir. Bu nedenle Doğu ülkelerinin söz konusu batılı sisteme entegre olabilmesi ancak onun koyduğu şartların yerine getirilmesi ile mümkündür. Bu şartların başında ise iktisadi kalkınma gücünin gerçek anlamda seviyesinin yüksek olması gelmektedir.

Peki böyle bir durumu doğu ülkeleri yakalayabilmiş midir?Muazzam büyüklükteki yeraltı zenginlik kaynaklarına rağmen bugün demokrasinin bu coğrafyalarda ‘oturmamış’ olmasının altında ne yatmaktadır? Ya da, doğu-ortadoğu ülkelerinin, batı sistemine entegre olurken, batının şart koştuğu iktisadi kalkınmayı bir türlü gerçekleştirememelerinin altında kendi kaynaklarının batıyı kalkındırıyor olması gerçeğini göremeyecek kadar ayartılmışlar mıdır?

Bu soruları sorabilmemiz için Batı’nın Doğu ile bir iletişiminin olması lazımdır. Bu ilişkinin zemininde sömürgecilik vardır. Sömürgecilik tarihine baktığımızda ürpertici bir olgu ile karşılaşırız. Batılı ulusların; iktisadi gelişme, toplumsal denge, yaşam düzeyi, kültürel ve insani gelişmelerinin, bir ölçüde azgelişmiş ülkelerle olan eşitsiz ilişkilerinin bir sonucu olduğu sömürgecilik tarihinin özeti gibidir. Sömürgeciliği bir başka yazıya bırakalım.

Bir Batılı sistem olarak demokrasinin ne kadar demokratik olduğu tartışmalıdır. Yukarıda da değindiğimiz gibi demokraside iktidar bir yandan halka bir yandan da sermayeye dayanmak zorundadır. Duvergen’in plutodemokrasi dediği şey tam bir servet demokrasisi olarak zengin ulusların sistemidir. Zengin ulusun varlığı ise eninde sonunda sömürgeciliğe dayanmak zorundadır.

Bu yönü ile demokrasi, antik çağ tanrısı Janus’a benzer.Janus, bir zamanlar resmi Roma paralarını süsleyen çift yüzü ile birbine zıt, ama yine de birbirini tamamlayan iki ayrıgörünüme sahiptir. Onun özünü belirleyen şey de bu ‘ikilik’ten başkası değildir.

Janusdemokrasisi diyebileceğimiz bu yapının iki yüzünden biri hak ve özgürlüklerdir diğeri ise sermayedir. Hak ve özgürlükler alanında, çoğulculuk, yurttaş özgürlükleri ve yönetene karşı geniş haklar mevcuttur. Diğer yandan siyasal iktidarın sahibi yalnızca yurttaşlar ve onların örgütleri değildir. Onlar bu sistemi ve dahi iktidarı sermaye sahipleri ile paylaşmak zorundadırlar. İşte bu da Janus’un öteki yüzüdür. Bir bakıma kapitalist sistemin katalizörleri, iktidarın sahipleriyle bir tiyatro oyunundadır, figüranlar ise halktır. Böyle bir demkorasi ancak servet demokrasidir.

Yeryüzündeki eşitsizliği rahipler sınıfı, tanrının işi olarak görür. Onlara göre, önemli olan tanrının önündeki eşitliktir ve aslında böyle düşünüldüğünde dünyadaki durum önemsizdir.Rahipler sınıfının, Doğu’nun sömürgeleştirilmesinde oynadığı rolü biliyoruz. Onlar da sermaye güçleri ile ‘Tanrı adına’ yola koyulmuşlardı. Peki bugün aynı durumu insanlara demokrasi ya da batı sistemi söylemiyor mu?

Yöneticilerini seçen halka, kendini koruma adına demokrasinin gösterdiği sopa darbedir. Darbe, sermayenin desteklediği ve sahip çıktığı güçler tarafından ‘demokrasinin korunması’ adına yerine getirilen bir ara sistemdir. Darbe yönetimleri de sermaye tarafından korunmak zorundadıryoksa, halkın yüzde yüz temsil yetkisi, önü alınamayacak sonuçları ile sermayeyi de kıstırabilir.

Bu nedenle Doğu ülkelerinde sömürgeciliğin bir nişanı olarak ‘yönlendirilebilir yönetimler’ iş başındadır. Sömürünün,işbirliği anlaşmaları ile kamufle edildiği günümüzde Doğu ‘kendi evlatları’ tarafından yönetilemez hale getirilerek, kukla demokrasilerle Janus’un iki yüzlü siyaseti devam ettirilmektedir.

Günümüzde Doğu halkları, demokrasinin ideal insan yönetim rejimi olduğu konusunda kararsız oldukları kadar kaygılıdırlarda. Sömürgeciliğin tarihinin, Batı’ya sağladıklarıyla Doğu’ya kaybettirdikleri karşılaştırıldığında Doğu’nun acilen kendi sistemini oluşturması konusunda kendi evlatlarına ciddi ve ivedi görev düşmektedir. Bunu yaparken önce Janus’un iki yüzünün iyi tanınması gerekir. Janus, iktisadi olduğu kadar kültürel ahlaksızlığın da temsilidir ve Doğu tarafından lanetlenmeden yeni bir oluşumun başarılı olması mümkün görünmemektedir.