Menu
YUNUS EMRE ÖZSARAY İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • YUNUS EMRE ÖZSARAY İLE SÖYLEŞİ

YUNUS EMRE ÖZSARAY İLE SÖYLEŞİ

-Sizi çocuk hikâyesi kitaplarınızdan ve dergilerden tanıyorduk akabinde öykü kitabı geldi. Neden öykü?

-Şimdi saysam bir sürü sudan sebep sıralarım da öykü şudur, bu yüzden yazıyorum falan filan,  herkesi kandırmış olurum. Galiba can sıkıntısı. Başka bir şey değil.  Edebiyatla ilgili bir şeye canım fena halde sıkılmış olsa gerek. Mesela lise yıllarında elindeki romana bakabilir miyim dediğim bir arkadaşım sen ne anlarsın demişti. Kendimi kötü hissetmiştim. Sahne hala gözümün önündedir. Belki bu yüzden. Bir de şunu hatırlıyorum. Bir gün bir kitap görmüştüm. Kitabı elime aldım, biraz karıştırdım. Demek ki içimde öykü yazma isteği varmış. Yahu dedim, ben bunları bir haftada oturup yazarım. Yanımdaki adam, “Lafla peynir gemisi yürümez, yaz da görelim.” diye burun kıvırdı. Ulan yazayım da gör dedim, oturup bir şeyler yazdım. Sonra baktım, yazamamışım. Bu daha da can sıkıcı oldu. Yazdım, sonra bunları edebiyat dergilerine gönder dediler. Edebiyat dergisi bilmiyorum ki... Neler var dedim, edebiyat dergisi olarak. Saydılar işte. İyisi hangisi dedim. Sonra yazdıklarımı göndermeye başladım. Baktım yayımlanmıyor, yine canım sıkıldı. Yine yazdım.  O tezgâh başında öykü kitabı satan yazara kızdığımda nereye adım attığımı bilmiyordum. Ondan sonra ona canım sıkıldı yazdım, buna canım sıkıldı yazdım. Öykü yazdım, öykümü beğenmediler, beğenmeyene canım sıkıldı yazdım. O ara yazdıkça baktım ki öykü yazmak iyi geliyor. Dürüst ve sahici yaşamama katkı sağlıyor sanki.

-Öykü yazmanın sahici yaşamaya katkısı nedir ki?

-Yani şöyle Allah muhafaza ya öykü yazmasaydım da yaşayıp giderken çalışanlarına hikâye anlatan bir yönetici ya da patron olsaydım. Ya da insanları kandırmak için hayatın tam göbeğinde onlar için yeni kurgular hazırlayan bir sahtekâr. Kimse konuşurken bu söylediklerim kurgudan ibaretti demez ya... En son kendimi kontrol ettiğimde artık canımı sıkanlar yüzünden değil de öykü yazmış olmak için yazmaya başladığımı fark ettim.  O yüzden bir süre ara verdim.

-Yunus Emre Özsaray genç bir isim ve ağırbaşlı öykülerle tanınıyor. Çılgınlığın had safhada olduğu ve yeniliklerin çılgınlıktan geçtiğinin sanıldığı bir çağda neden ağırbaşlı öykü?

-Bilmiyorum ki. O sizin takdiriniz. Babama sorsam, öykü yazmak başlı başına hafifliktir ona göre. Ama siz, ağırbaşlı öyküler olarak takdir etmişsiniz, bunun sebebi ne olabilir diye düşünüyorum da belki babam okur da “Oğlum sen aklını mı kaçırdın,  zaten boş işlerle uğraşıyorsun, ne bu yazdığın saçma sapan şeyler.” der diye korktuğumdan, ondan çekinerek yazıyorumdur belki. Şaka bir tarafa el içine çıkacak tabiri vardır biz de. El içine çıkacak olanın da elinin yüzünün düzgün olması gerekmez mi? Öyle takla atarak ağızlarıyla kuş tutmaya çalışanlar falan var. Ortada yakaladıkları bir kuş yok ama yakalamaya çalışma şekillerinin artistliğiyle okuru kandırmaya çalışıyorlar. Okuyucu sizden av bekler. Av yoksa istediğin kadar vay efendim ben parendeler atarak ağzımla kuş yakalamaya çalışıyorum de... Öykücü sokağa çıktığında av yapamamışsa sonra kâğıt üzerinde parendeler atmaya başlıyor.

-Yeni kitabınızla ilgili yazılan yazılarda Ali Haydar Haksal ve Rasim Özdenören izlerine rastlandı, şeklinde görüşler ortaya atıldı. Siz buna katılıyor musunuz?

-Katılıyorum. Vardır mutlaka. Rasim Özdenören izleri de vardır, Ali Haydar Haksal izleri de vardır.  Büyüklerin izinden gitmeyi severim. Bu izin peşine düşersek, kim bilir kimlere kimlere uzanırız. O, öyle bir iz ki daha o izin üzerinden kimler geçmiştir, kimler geçecektir. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Şeyh Galip, kıssalar hikmetler bu iz uzayıp gider.  Edebiyatta bu izi takip eden isimler var, sonra yaşayıp giderken hemen sokağımızın başındaki camide edebiyatla falan uğraşmayıp belki okuma yazma dahi bilmeyen ama bu izi takip ederek şiir gibi yaşayan insanlar var.  Kimisi edebiyatçıdır öykü yazar, kimisi kunduracıdır ayakkabı tamir eder. Ortak yönleri aynı izin üzerindeler. Bende de o izler görülmüşse ne güzel. Bu iz belliyken başka iz aramaya gerek var mı? Kırık dökük adımlarla bir izin peşindeyim. Rabbim o izden ayırmasın.

-Kuramsal anlamda öykü incelemesi çalışmalarınız da var. Bunlar sizin öykü dünyanıza katkı sağlıyor mu? Ayrıca öykü yazan her insanın kuram bilmesi gerekir mi?

-Ayakkabı imal eden birisinin aynı zamanda ayakkabı tamirciliği yapması, onun imal ettiği ayakkabıları daha sağlam yapmasına katkı sağlıyorsa belki öykülerle uğraşmakta bana katkı sağlıyordur.  Öykü yazanın kuram bilmesi gerekir mi? Belli başlı şeyleri bilsek iyi olur herhalde.  Okullardaki, kötü edebiyat terbiyesinden kurtulmaya katkı sağlar belki. Bilmesek de kıyamet kopmaz ya...

-Yeni kitabınız öykü mü roman mı? Çünkü okuyanlar da bunun ayırtına varmakta zorlanabilirler?

-William Faulkner, Ayı isimli öyküsünde ormanda kaybolanların yollarını bulmak için kullanabilecekleri bir yöntemi anlatıyor. Yolunu kaybeden kişi durup bir nirengi noktası belirliyor. Sonra bunun çevresinde gitgide büyüyen çemberler çizerek yürüyor. Çemberlerden biri bir noktada yitirilen yolla kesişiyor. Ben de öyküleri kurgularken aynı işi yapmaya çalıştım. Öyküler Tahir karakterinin çevresinde genişleyerek devam ediyor. Onun hayatı etrafında genişleyen daireler oluşturdum. Sonunda belli bir noktanın etrafında genişleyen bu öyküler ortaya çıktı.  Tahir de deyim yerindeyse kaybettiği yolu bu şekilde buldu. Bunları roman formuna uyarlamadan bıraktım. Ama net olarak bir daire etrafında dönen öyküler diyebilirim. Roman da olabilirdi.

-Kefendeki Misket ismi oldukça sembolik bir isim. Sembolik kavramlarda her zaman bir yanlış anlaşılma riski de mevcuttur. Sembollerin yorumunu bilinçli olarak mı okura bıraktınız?

-Evet, okuyucuya bıraktım. Birçok kelimeyi özellikle seçtim, o kelimeyi hem asli anlamında hem de asli anlamından ayırarak kullandım. Ama aynı zamanda dil kalıplarına uygun olarak da asli anlamları dışlamadan bir anlamın oluşmasını hedefledim. Hem okuyucunun zihin kalıplarında oluşmasını istedim anlamın, hem de dilin kalıplarına bağlı kalarak. Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkide gösterenler, yani kelimeleri toplumun üzerinde anlaştığı kalıplarından sıyırarak daha geniş anlamlara ulaşabileceğimi düşündüm. Fakat burada genel geçer anlamları da bozmamaya çalıştım. Okuyucuya, isterse bu kalıplar dışında düşünme imkânı da sunmaya çalıştım.  Ben bir nokta ile sıkı bir rabıta kurduktan sonra anlatacağım olayı istediğim kelimelerle anlatabilirim diye düşündüm. Fakat bu anlatının genel geçer kalıplar içerisinde de anlamlı olmasını hedefledim. Okuyucu, mesela Kefendeki Misket öyküsünü hiçbir şekilde alt metne girmeden okuyunca her çocuğun başından geçebilecek olaylarla karşılaşacaktır. Bunun yanında isterse kelimeler üzerine tek tek düşünerek de farklı bir anlama ulaşabilir. Diğer metinler için de öyle... Bu şekilde anlatının genel geçer anlamını dışa itmeden metinlere göründüğünden fazla anlamlar katmaya çalıştım.  Mesela bir insanın sabah evden çıkmasını, akşama kadar çalışıp gece yatağına uzanıp uyumasını, dilin mecburi kalıplarına bağlı kalarak, kişinin o gün başından geçen olaylar şeklinde okumak zorunluluğumuz var. Bu anlamı dışarı atamayız. Ama kimse bu anlatıyı insanın doğumdan ölümüne geçen zamana kadar yaşadıklarının bir benzeri gibi okumamızın önüne geçemez.  İlk okuma şekline dil kalıpları dolayısıyla mecburken, ikinci okuma biçimi bir okur olarak sadece okuyucuyu bağlar. Kimseye bu anlatının bir hayat bütününe benzer olduğunu ispat edemeyiz. Çünkü bu biraz bizim keşfettiğimiz bir şeydir. Bir başkası bu anlatıyı başka şekilde okuyabilir. Burada elbette herkes tarafından kabul gören anlamı dışlayarak düşünmek ve buna başkalarını ikna etmeye çalışmak delilik olur. Kısaca şunu söylemek istiyorum, birincisi bizim dışlayamayacağımız asli anlam vardır. Bir de kişiden kişiye değişen anlam... Göstergeleri doğru bir şekilde sıralayabilirsek işte burada okura asli anlamın dışında da düşünme imkânları sunmuş oluyoruz. İsteyen düşünür isteyen de bunları düşünmeden okur. Her iki türlü de bir anlama ulaşacaktır. Birinci anlam herkes için sabit olacakken göstergelerin sıralanışıyla oluşturduğumuz ikinci anlam okuyucunun yorumuna bağlı oluşuyor. Sabit olan anlam geçip giderken bu ikinci anlama bağlı düşünme her okumada devre devre farklı düşünüş biçimleri sunuyor.

-Kefendeki Misket kitabı birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşuyor çekirdekteki temanın etrafında konular ve kişiler dönüyor. Bu tarz bir çalışma zor olmadı mı? Öykücüler genelde birbirinden bağımsız konularda yazdıklarını dergilerde yayınlarlar. Sizinki toplu yazılmış gibi duruyor.

-İlk öykümü yazarken tam bu çerçeve içerisinde değilse de buna benzer bir bağlantı düşünmüştüm.  Kitaptakiler içerisinde yazdığım ilk öykü  “Yatak” isimli olandı. Bu öyküden sonra, bu çekirdeğin etrafında gelişen öyküler oluşturdum. Ama az önce de söylediğim gibi öykülerin sıralamasını yaparken farklı oldu. Öyle olması gerekti. Çünkü yatak bir nokta ise oradan öncesi ve sonrasının olması lazımdı.

-En başta planladığınızla ortaya çıkan arasında fark oldu mu?

-İlk başta böyle bir şey planlamamıştım. Öyküler arasında mutlaka bir bağlantı olacaktı, bu kesindi ama bağlantının şekli zamanla gelişti.

-Neden Tahir? Bu isimlerin bir anlamı olmalı.

-Var evet. Temiz demek.

-Onu biliyoruz elbet...

-O zaman şöyle söyleyeyim. Tahir isminin sahibi devamlı gittiğim bir çay ocağında işini muhabbetle yapardı. Çay ocağına gidip bir bardak çay içerken çayı mı yudumlardık onun muhabbetini mi yudumlardık, herhalde çay değil de oradaki muhabbet lezzetliydi.  Bu anlattığım Tahir isminin hakikat tarafı... Hala aynı çay ocağında işine devam ediyor. Uzun zaman oldu yanına uğramayalı. Hayli özledim o muhabbeti... Neyse bir gün şunu fark ettim. Bu Tahir abinin işlettiği çay ocağına gelen herkes aynı ona benziyor. Çoğu özde benzer hikâyelerin farklı anlatılarını yaşamışlar. Sonra da Tahir ismi saflığın ve muhabbetli olmanın bir sembolü olarak kaldı aklımda...

-Hikâyeci ile Tahir’in Buluşması öyküsünde karşımıza şemsiye olayı çıkıyor ve bağlantı kurmakta biraz zorlanıyoruz. Bu kısmı biraz açar mısınız?

-Toplum mühendisliğine soyunanlar hakikatin önünü kapamaya çalışırken insanları kendi düşünce şemsiyelerinin altına almaya çalışırlar. Toplum mühendisliği yapmaya çalışanların düştükleri komik durumlar ve ideolojilerin çöküşü açısından okuyabilirsiniz. Ha bir de muhafazakâr biçimde geleneğe dört elle sarıldığını düşünerek toplumsal değişimden kaçmaya çalışanların da değişimden kurtulamayacakları yönünde bir okuma yapılabilir. Bu öykü ve Bir Kentin Kısa Tarihi isimli öyküler biçim olarak da diğerlerinden farklı... Belki bir arada okuyabilirsiniz.

-Öykülere baktığımızda toplumsal bazı meselelere dikkat çekildiğini görüyoruz, bunun yanında da derin bir tasavvuf fikri de seziliyor. İkisini bağdaştırma noktanız metafizikten uzaklaşıp maddeye yaklaşmamız sonucu düştüğümüz bunalım mı?

-Uzunca bir dönem Anadolu’nun toplum yapısını dinin tasavvufla kurumsallaşmış özdeyişleri oluşturdu. Birçok atasözünün ardında yahut sabır şükür gibi değerlere bağlı anlatı ve davranışların ardında toplumda kurumsallaşmış bir tasavvufi yaşamın izleri vardı. Bu anlamda tasavvuf tekke ve dergâhtan yayılarak genişleyen ve bir ucu da devletin yönetimine uzanan bir kurumsal yapıydı. Mesela halkın dilindeki “mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var” sözü halkın otoriteye bakışını ortaya koyan özdeyişlerdendir. Ne yazık ki sekülerleşme süreci dini hayatla tasavvufu birbirinden tefrik edilmiş iki ayrı kurum gibi göstermeye çalıştı. Toplumun bütün dokularına sinen ve neredeyse 1000 yıldır toplum yapısını oluşturan bir kurumları hayattan söküp atmaya çalışırsanız yerine koyacağınız yeni kurumlar belirsizliği bir türlü azaltamıyor. Belirsizliğin olduğu yerde de bunalımın olması kaçınılmaz hale geliyor.

-Yoğun bir gerçeklik hissinin yanında aslında onlar gerçek değildi deyip yüzümüze vuruyorsunuz ve sonra Haydarpaşa’dan İstiklal Caddesi’ne giden bir trenle karşılaşıp afallıyor ve mutlu oluyoruz, olsa ne güzel olur diye. Biz neden bu kadar afallamalıyız? Öykünün işlevi anlamında bunu da bilinçli mi yaptınız?

-O öyküde hem Flaubert, hem de Dostoyevski gibi realizmin iki önemli yazarının kahramanları fantastik bir kurgunun kahramanları olarak kullanılıyor. Buradaki fantastik kurgu ise gerçeklikten kopmayarak yine gerçekçi bir zeminde ele alınıyor. Ben fazla açmak istemiyorum ama edebi akımların birbiriyle çatışması gözüyle öyküye bakıldığında, o öykünün işlevinin zaten kendi anlatısında ortaya çıktığını görürsünüz. Bir tarafıyla realizmin kahramanlarının kitaplardan fırladığı, bir tarafıyla anlatıcının kitaplara girdiği, kurgulanmış olanla gerçek olanın yer değiştirdiği karmakarışık bir dünyanın gerçekçi bir tasvirini oluşturmaya çalıştım.

-Tahir mi huzursuz, dünya mı huzursuz?

-Ne bileyim galiba birbirlerini huzursuz ediyorlar. Herhalde Tahir’i dünyanın yanından kaldırıp başka birisiyle oturtmak lazım.

-Öykülerinizde kan ter içinde kalmak, içini huzursuzluk kaplamak, nokta, yürümek gibi kavramlar sıkça yer bulmuş. Bunların sizin zihinsel algınızdaki karşılıkları nelerdir?

- “Bir noktada içimi huzursuzluk kaplarsa yürüyüp giderim başka noktaya... Bu da terletiyor insanı” şeklinde özetleyebilirim.

-Kitabının sonu oldukça etkileyici ve bizden. Bir gün birisinin çıkıp da buradayım ben Tahir demesini umuyor musunuz?

-Çıkıp ben Tahir’im derse, ardından benim hikâyelerimi anlattın telif hakkımı isterim de diyecektir.  Böyle bir adamı eline üç beş kuruş sıkıştırıp yanımdan kovarım. Az önce söylediğim gibi Tahir’in nerede olduğunu biliyorum. Belki siz de biliyorsunuzdur. Ya da arayın. Ama sizi Tahir’im diye bulanların eline üç beş kuruş sıkıştırıp yanınızdan kovun gitsin.

Diğer Yazıları