Menu
GÜRAY SÜNGÜ İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • GÜRAY SÜNGÜ İLE SÖYLEŞİ

GÜRAY SÜNGÜ İLE SÖYLEŞİ

-Kitabın adı “Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi” olsa da kitapta kendine yer bulmuş on bir öykünün her biri aslında çok şey anlatıyor. Edebiyatın işlevine (toplumsallık-bireysellik) bir gönderme diyebilir miyiz başlık için? Aslında öykülerimde bir mesaj kaygısı var da yeterince anlaşılmıyor mu demek istediniz?

-“Edebiyatın işlevine bir gönderme yok. Mesaj kaygım var ama yeterince anlaşılmıyor da demiyorum. Anlaşılmak anlaşılmamak bu meseleler çok gündelik meseleler değil. Mesaj kaygısı… mesaj kaygısı başka, mesaj başkadır aslında. Benim mesaj kaygım zaten yok. Mesajım ise yine yok ki olsaydı, doğrudan mesajı verirdim. Deneme ya da makale yazardım. Söylemek istediklerim var ama onlar birileri öğüt alsın diye söylenecek sözler değil.”

-Çember ve Hayat Yeniler Kendini adlı öykülerde hayatın rutin ve anlamsız hale geldiği yaşamlarda öldürülen iki kadın söz konusu. Neredeyse her gün bir kadının öldürüldüğü ülkemizde bu öykülerin de bir şey anlatmadığını söyleyebilir misiniz?

-“O öyküler kadın cinayetlerine odaklanmış öyküler değil. Çember adı üzerinde bir döngü üzerine kurgulanmış bir öykü. Hayatın sizi nereden vuracağını bilemezsiniz. En büyük beceriniz en büyük felaketiniz olabilir. Hayat Yeniler Kendini ise toplumsal cinnet hali ve bir nevi yabancılaşmayı konu ediniyor. Kurbanların kadın olması, erkek olması, hayvan ya da bitki olması mevzubahis değil. Zaten ben haberlerde kadın cinayetlerini görüp de kadın cinayetleri hakkında bir öykü yazayım diyenlerden değilim. Bugün gördüğümüz, yaşadığımız, çektiğimiz her şey bir sonuç çünkü.  Çok çok daha önceleri kaybedilen bir şeyin sonucu. Ve olay bitmiş değil, çoğunlukla felaket denen şey anlıktır tabi ama toplumların hatta daha da ileri gidelim insanlığın tamamına kast eden çöküş, bir süreçtir.”

-Öykü karakterlerine baktığımızda içimizden biri olduklarını görüyoruz. Her gün sabah işe giden, akşam evine dönen insanların iç dünyaları, yalnızlıkları ve çatışmaları öykülerde geniş yer bulmuş. Gülmeyen ve gülümsemeyen bu karakterlerden ikisinin adı Hande (gülüş) bu ismi iki farklı öyküde kullanmanızın sebebi bu insanların gülmeye olan özlemi mi?

-”Bu konu karışık biraz. İki öykü kitabım var iki kitabım için de iki tür yorum aldım şimdiye değin. Bu yorumlardan bir tanesi, sıradan insanları sıra dışı kurgular içinde, sıra dışı durumlar içinde anlatıyor olduğum. Diğeri ise sıra dışı karakterleri günlük rutinler içinde anlatıyor olduğum. Yani siz karakterlerin içimizden birileri olduğunu söylüyorsunuz ama neredeyse her öykümde bir katil var benim. Yani okur eseri yorumlar ama eser de okuru yorumlayabilir. Baktığımız yere göre normallerimiz belirlenir. Hande meselesine gelince, yara kabuğunda güzelliğini taç yapmış bir karaktere ihtiyacım vardı. Ben öyle Handeler tanıdım. O yüzden isim aramadım, Hande koydum. O karakter gülmeye özlem duymuyor. Gülmeye özlem duymak naif bir şeydir, o Hande’nin tanrıçalık arzusu var. “

-Güray Süngü ciddi ve içe kapanık biri midir? İnsan çoğu zaman en iyi kendini tasvir eder. İçe kapanık karakterlerin tasvirlerindeki başarının bundan kaynaklandığını söyleyebilir misiniz?

-“Kendimi anlatamam. Bunun ayıp olması bir tarafa, bu konuda söyleyecek pek bir şeyim de yok. Romanlarımda işlemeye çalıştığım şey biraz bu zaten. İnsanın kendisiyle olan meselesi. Hatta siz insan çoğu zaman en iyi kendini tasvir eder diyorsunuz ama ben Düş Kesiği romanımda insanın en büyük yanılgıları kendisi hakkındadır savına odaklanmıştım. Ayrıca ben çok cesurum, ben çok korkarım, ben çok çalışkanım, ben çok ciddi bir adamım, bu gibi şeyler söyleyen insanlara hayret ederim. Dünyadaki serüvenini tamamlamış bir insan ancak kendisini tanımlayabilir bana göre. Bu, insanın bilinmezliğine bir övgü değil. Kemal Tahir’in Esir Şehrin Mahpusu romanındaki Kamil Bey’in sigara izmariti ile ilişkisini düşünün mesela.”

-Öykülerinizde gözlem gücünüz ortada. Lakin gerek mekân gerekse kişi ve psikolojik betimlemeler sıkıcı boyuta ulaşmadan eylem ortaya çıkıyor. Bu sizin öykü anlayışınız olarak tanımlanabilir mi? Ya da öykü anlayışları tanımlanmalı mıdır?

-"Hikâye anlatılır, öykü kurulur bana göre. Biz modern çağın çocuklarıyız. Bizim hikâyemiz yok. Bu sebeple hikâye anlatamayız. Biz derken bir grubu kast etmiyorum, anlatabilen varsa anlatsın, bir itirazım yok, kendimden bahsediyorum. Bu sebeple öykü kuruyorum ben. Bir çatısı var, bir teması var, duygunun yükseldiği an, final öncesi oyalanma, final. Ama bu bir formül değil sezgi işi.

İyi bir yazarın öykü veya roman anlayışı vardır. El yordamıyla bile yazıyor olsa vardır. Dışarıdan bakıldığında benim öyküm ya da romanlarım için bir öykü anlayışı, bir roman anlayışı ifadeleriyle başlanacak cümleler, o cümlenin sonunda benim yazarlığım kötülenecekse bile bana gurur verir. Çünkü yapmak istediğim şey yalnızca aklımdaki olayları, insanları anlatmak değil, o olayları, o insanları bu şekilde anlatmak. “

-“An” kavramı sizde tam olarak neyi ifade ediyor? Çünkü bazı anları algılayışınız ve hissedişiniz öyle çarpıcı ki sanki bir anda hayatın ve öykünün seyri değişiveriyor.

-“Hayatı bir bütün olarak görür insan. Oysa anları yaşar. Bir başkasına bakarken yine bütünü görür. Adam sevgilisiyle kafeden çıkar, caddede yürür. Birisi omzuna çarpar, tartışma olur, birisi birisini bıçaklar. Diğeri kaçar. Kameradan tespit edilir, yakalanır. İtiraf eder. Hapse girer. Bunların her biri bir sahne olsa, her sahnenin binlerce an-ı vardır. Omzuna çarpılan adam, cenazeden sonra yağan ilk yağmurda mezar toprağının çökeceğini düşünüyor olsa, dönüp kavga çıkarır mıydı acaba. Bilmiyorum. Bu türden sorulara cevap arıyorum ama bunu artistik bir tonda söylemiyorum. Bütün samimiyetimle söylüyorum, insanların bir şeye karar verdikleri anları, dönüm noktalarını çok merak ediyorum. Düşünsenize, genç bir adam annesiyle dolaşıyor, sonra annesini eve bırakıp işe gidiyor, sokağın başına kadar yürüyüp bir şey unuttuğunu fark ediyor ve evine dönüyor, annesinin salondaki ölüsüyle karşılaşıyor. Bu olayı parçalara bölüp her anını sebep sonuç ilişkilerine göre kurarsak neye ulaşırız? “

-Yabancılaşma, yalnızlık, öteki gibi kavramlar çağdaş öykü ve romanda sıkça yer bulan temalar. Sizde de dikkati çekiyor. “Duvara Bakan Adama Bakan Adamlar” adlı öykünün adı bile başlı başına bu kavramların özet gibi. Neden yalnızız ve yabancılaştık?

-“Bu bir mülakat sorusu değil, bir kitap konusu.”

-Bu kitapta öyküler şehirde geçse de belli bir şehir adı yok neden?

G.S. “Öyküde bir şeye hizmet etmeyecekse bu tür bilgiler fazlalıktır. Kurulmak istenen atmosfer için kullanılabilir. Bazı öykülerimde kullanıyorum. Semtle alakalı, zamanla alakalı, dönemle alakalı şeyler söylemek istediğim zaman kullanıyorum. İstanbul hatırası öyküsü Sultanahmet-Gedikpaşa-Cankurtaran-Kanarya arasında geçer mesela ve bu isimler anılmasa da oralar olduğu anlaşılıyor, hapishaneden bozma otel, kiliseden bozma camiden bozma müze gibi ifadeler yetiyor.”

-Modernizm insanı mutsuz mu ediyor? Çünkü mutsuz bankacı, mutsuz üniversite öğrencisi, mutsuz çalışanlar var hep öykülerinizde bu yüzden mi bir şey anlatmıyor bu öyküler?

-“Son yılların modası. Twitterden modernizm eleştirisi yapmak vesaire. İnsan mutsuzdur zaten, bunun modernizmle ilgisi yok. İnsanın arzuları ihtiraslarıyla ilgisi var. Bu arzuların ve ihtirasların sonucunda dünyanın aldığı şeklin adı modernizm. Bir cinayet haberini izlerken hiçbir şey hissetmemenin sorumlusu televizyon değil, televizyonların başında yönetici olanlar uzaylı değil. Düş kesiği romanımdaki karakter romanın bir yerlerinde “daha iyinin tasavvur edilemediği yerdir cennet,” diyordu. Yiyerek doyacağını düşünen insanın açlık acısıyla debelenmesi doğal. Modern çağ bu, modern insan bu. Aslında insan bu.  Binlerce  yıl önce göğe uzanacak bir kule inşaatı için insanlar köleleştiriliyordu, şimdi çok mu farklı? Daha iyi, daha daha iyi, daha daha daha iyi bir ev, bir araba, bir hayat modern insanın göğe uzanacak kulesi değil mi? Yeni değil, bize bin küsür yıl önce söylenmişti. Doymak bilmeyeceğimiz, nankör olduğumuz, şükretmeyeceğimiz, ziyanda olduğumuz.”

-Öykü kahramanlarından devam edersek kahramanların tamamına yakınının annesi ya da babası ölmüş ya da her ikisi de ölmüş. Bu eksiklik duygusu üzerinde neden yoğunlukla durdunuz?

-“Bir eksiklik duygusundan hareketle yazdığım için olabilir.”

-Kahramanlarınızı hatalarından dolayı hiç yargılamıyorsunuz.  Anlamaya çalışıyorsunuz onları. Onlar adına hep bir ikilem yaşıyorsunuz mesela 120. Sayfayı okuyanlar bunu göreceklerdir. İnsanlara bakışınız gerçek hayatta da böyle midir?

-“Yargıyı vermek benim işim değil gibi geliyor bana. Bazen kötü bakıyorum ve kötü görüyorum. Bazen iyi bakıyorum ve iyi görüyorum. Olaylar ve insanlar mevzubahis ise farklı açılardan bakma çabası zaten anlamaya çalıştığımız şeyin tezahürü. Her şeyi bilseydim oturup yazmazdım zaten, mutlu mesut yaşardım. Bilmediğim için düşünüyorum, bakıyorum ve yazıyorum.”

-Kitaptaki en son ve en uzun öykü K. Bu öyküde belli bir karamsarlık göze çarpıyor. Sonra arada gündemimizin en can alıcı konularının birinin ortasında olduğumuzu seziyoruz. Bir de bakmışız ki tahmin ettiğimiz son. Bu sonların olmaması için öykücü ne yapmalı?

-“Bu sonların olmaması için öykücü ne yapmalı sorusuna verilecek cevap tehlikeli. İlaç bende düşüncesinin kendisinde bir zehir olabilir. Ben baktığım yerde yeşil bir ağaç görüyorum. İnsanların o ağacı görmediğini de görüyorum. Onlara bakın burada bir ağaç var diyemem. Ağacın ağaç olduğundan ben bile emin değilim, sadece yeşil bir ağaç gördüğümü biliyorum. Benim baktığım yere bakmalarını sağlamaya çalışabilirim yalnızca. Onlar orada ne göreceklerini kendileri bilirler. Üç farklı soruda değindiğiniz konuya geldik burada; bu sebeple kitabın adı bu olabilir. “

(28 Ekim 2012)

Diğer Yazıları