Menu
AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ

AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ

-Yeni kitabınızın ismi” Mümkün Öykülerin En İyisi” oldukça iddialı bir isim gibi görünse de hemen arka kapakta aslında öyle olmadığını söylüyorsunuz. Mümkün öykülerin en iyisi yazılabilir mi peki bu durumda? Yazıldıysa da sizce kim yazdı?

-Yaptığı işleri hayranlıkla izlediğim şair, sabık dergici Salim Nacar, geçenlerde Yolları Çatallanan Bahçe’den bir bölümü hatırlattı bana;

"Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?
Bir an düşündükten sonra cevap verdim: Satranç sözcüğü” diyordu Borges.

Mümkün öykülerin en iyisi yazılamayandır herhalde. En azından benim tarafımdan. Kitabın adı ulaşılmış bir hedefi değil, bir çeşit Simurg’u işaret ediyor belki de. Tabi tüm bunlar ben bu adı bir kere beğendikten sonra düşünülmüş şeyler. Önce söz vardı sonra anlam uydurdum o söze.

-İlk öykünüzde ilk okuyuşta dikkati çekmese de peygamber isimlerinin kullanıldığını görüyoruz. Bu öykünün derinliklerinde modern bir peygamber menkıbesi aramalı mıyız?

-Bu kıssaların anlatılmış olmasının bir sebebi var ise -ki öyle olduğuna inanıyoruz- onları her an yorumlamakta kendi hayatlarımıza, hikayelerimize uyarlamakta bir beis yoktur diye düşünüyorum. Modernlik, Bedri Gencer’in çarpıcı ifadesiyle zaten başlıbaşına “hikmetin kaybı” demektir, dolayısıyla “modern menkıbeler yazıyorum” demekten ar ederim; bu pek çok açıdan uygunsuz görünüyor. Pek çok kez bu hikayeleri yeniden düşünmeye çalıştım, hiçbir işe yaramadılarsa bile böyle bir hikaye yazmaya çalıştığım her seferinde kıssaların aslına Kur’an’a geri dönüp yeniden okumak ihtiyacı hissettim. Bu bile yeter. Çünkü bunlar fantastik hikayeler, çocuklara yatmadan önce uykuları gelsin diye anlatılacak hikayeler değil; biz onlardan ders alabilelim diye orada yazılılar hatta belki bu yüzden yaşandılar.

Doğru düzgün, somut bir cevap vermek gerekirse; insan neyi görüp duyuyorsa, neyle meşgulse onu yazıyor; ya da neyi yazmaya niyetleniyorsa onunla meşgul oluyor ya da her ikisi birden. Bu kıssalar, okumayı öğrendiğimden beri iştiyakla okuduğum kıssalar. Biyerden çıkıyor sonuçta. Allah doğru yoldan ayırmasın…

-Öyküleri okuduğumuzda derin acılar ve üzüntüyle karşılaşıyoruz önce, ilerledikçe de birden gülümseyeceğimiz cümleler çıkıyor karşımıza. Buffon “Üslup insanın ta kendisidir,” der Aykut Ertuğrul da hem duyarlı hem de muzip biri mi?

-Buradan öykülerimdeki üslubun duyarlı ve muzip olduğu sonucuna vardığınız sonucuna vardım. Sevindim. Eğer başka biri de -mesela karım- duyarlı ve muzip biri olduğumu söylerse ona da sevinirim. Ben dersem ne duyarlı sayılırım ne de muzip. İtici ve mizah duygusundan yoksun biri olurum. J

-Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Urdn Medeniyeti Hakkında Birkaç Mühim Belge, Yok Kimse Yok ve Son Anahtar ve Başka İhtimaller öyküleri alışılagelmiş öyküden farklı biçimsel özellikler taşıyor. Öykücünün bu arayışının sebebi nedir?

Bu biraz fıtratla alakalı sanırım. Okuduğum her iyi öyküden sonra bunun bir benzerini de ben yazabilir miyim diye düşünmeden edemiyorum. Acaba haset mi diye epey sorguladım kendimi; testler olumlu çıktı. İmrenme adını verdim. Dolayısıyla sürekli denemek durumunda kalıyorum. Bugün Sait Faik öyküsünden, Bilge Karasu’dan, Ramazan Dikmen’den, Oğuz Atay’dan, Rasim Özdenören’den, Mustafa Kutlu’dan bahsederken eksik de olsa birkaç cümleyle öyküsünü genelleyebiliyoruz; çünkü kendine has öykü anlayışlarına sahip öykücüler onlar. Bir gün biri de benim öyküm için “denemelerle dolu, kararsız, karakterden yoksun bir öykü anlayışı var,” derse diye ödüm kopuyor dersem yalan olmaz. Söylediğiniz gibi deniyorum, nereye kadar gidecek böyle bilmem.

-Mahir Ressam ya da Babamı nasıl öldürdüm öyküsünde “metinlerarasılığın sırası değil atayını da al git” cümlesi bizi gülümsetiyor ama bu öyküde de diğer bazı öykülerde de metinlerarasılığı görüyoruz. Sizce metinlerarasılık kurguyu ve anlatımı zenginleştirmek için mi yoksa sizce daha özel anlamları var mı?

-Biz ve özellikle bizden sonraki kuşaklar metne daha yakın yaşıyoruz da o yüzden. Bu şahsi bir yargı, yanılıyor olabilirim ama hayatla ilişkimiz minimuma indirgenmiş durumda; bir tarladan bahsettiğimizde gerçek bir tarladan değil okuduğumuz metinlerdeki tarla imgesinden bahsediyoruz aslında. Zihnimizde gerçek bir karşılığı yok bunun. Tarla topraktan değil harflerden oluşan bir şey bizim için. Bu işin genel yanı; özel olarak da bunu kibirlenmek için söylemiyorum bugüne kadar çok okuduğumu söyleyebilirim. Hala da kitabı elimden düşürmemeye çalışıyorum. Bu alışkanlığımın, fıtratımdaki herşeyi birbirine bağlama özelliğiyle bir araya gelmesiyle ölümcül bir denkleme dönüştüğünü varsayıyorum. Yani yazarken, kendimi azıcık bıraksam hemen daha önce okuduğum başka metinlerin tacizine uğruyorum. Bu labirentten kafamı uzatabilip, azıcık kendime ait bir üslupla bir iki öykü çıkarabilirsem şükredeceğim.

-Kan, ölüm, acı, kız kardeş, Adem, Kenan, mürekkep, çocukluk, kirpik sözcüklerini ya da bazen metaforlarını sıklıkla kullandığınızı fark ettim, bunların bilinçaltınızdaki anlamı nedir?

-Bu söyleşi bittikten sonra oturup bu tespitiniz üzerinde kara kara düşüneceğim. Gerçekten öyle mi, öyleyse bu bendeki hangi garip arızaya tekabül eder? Bunu ilk siz söylediniz ama kitabımı, bunu söyleyebilecek kadar dikkatle okumuş olmanız beni gururlandırdı. Ama ille istiyorsanız, çok da ciddiye almayacağınıza söz verirseniz bir terkip yapayım. Bir kuple:

Kirpiklerimin güzel olduğunu düşünüyorum, kızkardeşimi bir ağabeyin bir kızkardeşi sevebileceğinden çok sevdiğimi düşünüyorum, babam erken yaşta öldüğü için Adem’e, ilk babaya yöneldim belki. Çocukluğum acılarla geçti, elime mürekkep bulaşması hala bana çok havalı geliyor, Yusuf kıssasını; “kıssaların en güzeli” olduğu ve okuyanların nice hikmetler görebileceği bir kıssa olduğu için çok okurum. Kan ve ölüme gelince, malum insanoğluyuz, onlardan yapılıyız.

-Öykülerin bir kısmında ülkemizin ve dünyanın geçirdiği badirelere tanık oluyoruz. Bu durumlara sanatçı duyarlılığıyla yaklaşımınız dikkate değer. Dünya için yorum istemek belki çok uzak olur ama ülkemiz için bazı konularda yol ayrımına geldiğimiz zamanlardayız. Sizce daha umutlu öyküler yazılabilir mi artık?

-Ben umutluyum, “eğer bu konuda öyküler yazacak olursam daha umutlu öyküler yazacağım.” diyecekken aslında artık bu konuda öykü yazmak istemediğimi düşündüm, çok sloganik gelebilir size ama şu an barışın öyküsü yazılmaz, barış yaşanır gibi geldi bana. Ama onları aşabilmek için yaşadığımız derin travmanın öyküleri yazılabilir. Rehabilite olabilelim diye. İnsan önce cinneti yaşar sonra yazar; cinnet içindeyken onu yazmak mümkün değildir; “ol mahiler ki” kuramına göre. Şimdi sudan çıkıyoruz, bunca zaman nerede yaşadığımıza  şöyle bir bakmanın vakti.

Biz yine acılara yoğunlaşacağız, çünkü Zarifoğlu’nun dediği gibi “ne çok acı var!” Dünya hala acı çeken insanlarla dolu, dört yanımız kan gölü. Dileyelim ki, bize malzeme kalmasın da, kalemleri kırıp atalım.

-Askerlik mesleğinden ayrıldığınızı biliyoruz ve öykülerden de bunu çok net anlayabiliyoruz. Bu deneyiminiz size sadece öykü konusu anlamında mı katkı sağladı yoksa başka getirileri ya da götürüleri oldu mu?

-Birşeylere hele de öyküye katkı olsun diye yaşamadım tabi yaşadıklarımı. Bazen arkadaşlarımla şakalaşırken “elimde, ‘bir yazarın yaşaması gereken acılar’ diye bir check list var; onları yaşadıkça yanına artı koyuyorum; yetimlik, kaçaklık, hapis, sürgün, baskı gibi” diyorum ama öyle değil tabi. Renkli bir biyografi oluşturmak için yaşamıyoruz sonuçta değil mi? Sonuç olarak beni iyisiyle kötüsüyle şu anki insan yapan yaşadıklarımdır; kişisel tarihimde neyi değiştirirsem sonucun ne olacağını anlayabilmek imkansız. Belki askeriyede yaşadıklarımdı beni bugünlere getiren, belki yıllar yıllar önce bir parkta ihtiyar bir adama sunduğum bir avuç çekirdek karşılığında aldığım dua. Bilemeyiz.

Diğer Yazıları