Menu
ŞEREF YILMAZ’LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • ŞEREF YILMAZ’LA SÖYLEŞİ

ŞEREF YILMAZ’LA SÖYLEŞİ

Şeref Yılmaz’lailk hikâye kitabı Konsolos’un Köpeği üzerine konuştuk. Şairliğinden deneme yazarlığına ve en son da hikâyeye yöneliş serüvenini sorduk. Bu serüvende yaşadıklarını, nasıl bir yol izlediğini, kendisine eşlik edenleri, yüreklendirenleri sorduk. O da bütün içtenliğiyle cevapladı sorularımızı. Bundan sonraki yazı serüveninde kendisine başarılar diliyoruz.

-Önce şiir, sonra deneme ve şimdi de hikâye. Şeref Yılmaz’ın bilinçli bir tercihi miydi bu serüven, yoksa ilham perisinin büyüsüne kapılışı mı?
-İlham Perisi ne demek bilemeyeceğim... Kastedilen ilham ise eğer o zaman sorunun cevabı “hayır” olur. İlhamı önemsiyorum. İlham olmazsa şiir ve yazı çok zor yazılır. Yazılsa bile sağlıklı olmaz; sığ kalır. Bununla beraber ilham her şey değildir. Günümüzde edebiyatla meşgul olan birtakım insanlar, ilhama “vahiy” muamelesi yapıyorlar. Yeni yeni bir şeyler yazmaya başlayan birisi “Şu yazdıklarım bir şeye benzemiş mi bir bakar mısınız?” diye kanaatimizi almak için geliyor. Diyoruz ki : “Şu kelime buraya oturmamış, başka bir kelime bulsanız...” Daha sözünüzü bitirmeden yerinde fırlıyor: “Aman ha!” diyor. “Ben bunu ilhamla yazdım, değiştiremem.” Böyle düşünen ve davranan insana söylenecek bir şey yoktur. Bütün yolları baştan kapatıyor. Tepkisini görünce “Gökten kendisine suhuf inmiş sanırsınız.” Ne olmuş yani ilhamla yazdıysan? İlhamla yazılanın değişmeyeceğini kim söyledi? “İlham gölgeli, vahiy gölgesizdir.” diyor Bediüzzaman... Öyleyse işin aslı şudur: Edebi eserler, ilhamla yazılır ama daha sonra işçilik gerektirir. Onun için bugüne kadar hiçbir yazıma veya şiirime “İlhamla yazdım, değiştirmem...” diye kutsiyet atfetmedim. İlhamla yazılan yazılar, işçilikle daha kaliteli hâle getirilebilir. İşçiliği, “edebi ürünün olmazsa olmazı” gibi görüyorum ve önemsiyorum. Sorunuzdaki eserlerimize dair sıralama tamamen bir tevafuktur. Şiir, ilk ilgi alanımız ve meşguliyetimiz idi. Doğal olarak onunla başladık... Deneme ise uzun yıllardır meşgul olduğum bir edebi tür idi. Denemeyi, baştan beri hep kendimden bir parça olarak gördüm. Üzerimde zoraki duran bir edebi aksesuar değildir. Şiir yazarken çoğu kere hırçınlaşıyorum, sıkılıyorum, sancı hissediyorum ama deneme yazarken rahatlıyorum. Denemeyle isteyerek meşgul oldum bu zamana kadar. Bu süre içinde bir yandan hikâyeler deniyordum. İlk hikâyemi üniversiteye girdiğimde denemiştim. Nitekim birçok hikâyemi eleyip kitaba almadım ama o ilk hikâyeyi aldım. Hem ilk olduğu için hem de orada (olay örgüsü, tasvirler, karakterler gibi) hikâyeye dair önemli unsurlar bulunduğu için kitapta yer alsın istedim. Ahım şahım bir şey olmadığını görmeme ve bilmeme rağmen aldım kitaba... O hikâyeden sonra on sene hikâye ile meşgul olmadım. Bu sürede sadece şiir ve deneme ile meşguldüm. Daha sonra hikâye yazma gereği duydum. Bu ilham geldiğinden filan değildi, sadece bazı olayları şiir ve deneme ile değil de hikâye ile anlatmak gerektiğine inandığım için böyle oldu... Çünkü her edebi türün kendince rahat anlatım imkânları var. Bazı olayları hikâye kadar hiçbir tür anlatamaz. Bazı konular da deneme ile yazılmalı... Soyut bir konuda fikir yürütürken denemeyi tercih ederim. Ama trajik bir olayı her zaman şiirle veya denemeyle anlatamayabiliriz. Burada hikâyenin imkânlarından yararlanmak gerekir. Yani bu tercih ne bilinçlice ne de ilhamın esintisine kapılarak yapılmıştır. Tamamen kaderin sevkidir. Zamanı geldi hikâyeler de kitaplaştı ve kaderini yaşamaya başladı. Kitaptaki hikâyeler ve hikâyelerdeki kahramanlarla birlikte tabi...

-Son kitabınız Konsolosun Köpeği’ni okurken çoğunluk itibariyle hayatın kıyısından devşirilmiş hikâyelerden oluştuğu izlenimini uyandırdı bende. Ne dersiniz?
-Hayata nereden baktığımızla ilgili bu... Bazı hikâyeler bence hayatın içinden devşirilmiştir... Gerçi kurgudur onlar... Bunu yeri gelmişken zikredelim. Çünkü kurgu olmasa hatıra olurdu. Ama bir gerçekten yola çıkan hikâyelerdir çoğu... Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan tamamen kurgu olan “Bülbül” gibi hikâyeler de var. En çok beğenilen hikâyelerden biri oldu bu... Demek ki edebiliğin ölçüsü gerçek değil “gerçekçi” olmadır. “Gerçek” denilen kavram edebiyattan daha çok tarihin meselesidir. “Kirli Araba, Delilik Bulaşıcıdır, Filateli Servisi” gibi birtakım hikâyeler hayatın kıyısında değil içinde durur bence... “Gurbet, Sürgün, Sultanın Hizmetkârı, Bir Hasret Ülkesi” gibi hikâyeler belki bugün hayatın kıyısında gibi duruyor olabilirler ama onlar da maziye döndüğümüz zaman hayatın içinde değil tam ortasında olan “tragedya”lardı. Kırım Sürgünü hayattan kopuk olabilir mi? Hayatın içindeki insanların, hayatın ağırlaştığı ve tükendiği bir coğrafyaya sürülmesidir o sürgün... Ama hayatın ta kendisidir aslında... Öyleyse şunu demeliyim: Bu hikâyelerin bir kısmı hayatın içinden, bir kısmı da hayatın kıyısından devşirilmiştir ama hayatın uzağından devşirilen hikâye yoktur.

-On hikâyenin yarısı gurbet teması etrafında örgülenmiş. Neden gurbet? Gurbet mi sizi buldu, yoksa siz mi gurbeti konuk ettiniz hikâyelerinize?
-Doğru... Gurbet teması ağır basıyor hikâyelerde... Şairin, “Ben gurbette değilim/Gurbet benim içimde” dediği gibi demek lâzım belki de... Ben uzun süre gurbet yaşadım. Bu istemeyerek yaşadığım bir ömür dilimi değildi; bir sürgün hiç değildi... Belki bir hicretti. Birtakım sıkıntılara isteyerek katlanma demekti. Dolayısıyla hayatımda iki defa gurbet yaşadım. Ruhumda yaşadığım gurbeti kastetmiyorum; coğrafi anlamda bir gurbetten söz ediyorum. Vatanda bile ruhumuzda gurbeti hissederiz bu ayrı bir konudur ama coğrafi anlamda üç yıl Özbekistan’da, iki yılda dünyanın dibinde bir ülke olan Avustralya’da bulundum. Bu milletin kimliğini koruması adına isteyerek yaşadığım bu gurbetin burada ve ötelerde bir şey ifade edeceğine inanıyorum. Dolayısıyla gurbet mi beni buldu, yoksa ben mi gurbeti buldum bilemeyeceğim.

-Gurbet hikâyeleriniz yer yer bir hatıra havasına bürünüyor. Bazı hadiseler var ki ortak paydaları çok fazla. Mesela Bülbül, Gurbet, Bir Hasret Ülkesi gibi hikâyelerinizde hikâye kahramanı, tanıştığı insanlarla muhabbeti ilerletiyor, hatta onların evlerine misafir oluyor, koyu sohbetlere dalıyor. Bu ortak payda dikkatimi çekti. Bunlar, sizi de az çok tanıdığım kadarıyla, size ait yaşanmışlıklar gibi geliyor.
-Benzer soru daha önce de sorulmuştu. Önce kestirmeden şunu söylemeliyim: Bu hikâyelerin içinde tamamı gerçek olanı yok; gerçekten hareket edeni var... Onun için “hatıra” diyemem, “Hatıra üslubuyla yazılmıştır.” diyebilirim. Bu üslupla yazılmasının bir mahsuru yok teknik olarak... Çünkü edebiyatımızda hatıra üslubuyla yazılmış hikâye ve roman çoktur. Cengiz Dağcı’nın romanları böyledir meselâ... Halide Edip’in “Handan” romanı (zihnim beni yanıltmıyorsa) “mektup” tarzındadır... O karakterleri benimle bütünleştirmenize bir şey diyemem ama bunu ben dememeliyim. Yoksa Flaubert’in “Madem Bovary benim.” demesi gibi bir şey olur bu... O doğru olmaz. Belki de siz, beni tanıdığınız ve gurbette bulunduğumu bildiğiniz için böyle düşünüyorsunuz. Ben o hikâyeleri yazarken “Bir karakter ortaya koyayım beni yansıtsın.” diye düşünmedim. Ama benzer olaylara şahit olduğum için metin “gerçekçi” duruyor olabilir. Bu teknik açıdan bir artıdır. Zaten bazı hikâyelerin hatıra üslubuyla yazılmasının sebebi de budur. Bu üslupla yazıldığı için daha “gerçekçi” duruyor belki de...

-Hikâyelerinizde bir de dikkatimi çeken şey, anlatılan ülkelerle ilgili çok ciddi bilgilerin verilmiş olması. Hikâye kıvamında dağarcığımıza da değişik bilgiler aktarıyorsunuz.
-Onlar çok ciddi bilgiler midir bilemeyeceğim. Eğer öyleyse bu bir zaaf aslında... Hikâyenin maksadı bilgi vermek değil; iyi bir olayı, etkileyici ve gerçekçi bir üslupla vermektir. Bilgiler, okuru tedirgin etmiyorsa (belki sıkmıyorsa demek daha doğru) mesele yok demektir. Bu türdeki hikâyeler bilgi vermeden yazılabilir miydi düşünüyorum ama galiba zor bir yol olurdu. Bir gurbet hikâyesinde okur, olayı takip ederken bazı bilgiler de edinmek ister diye düşünüyorum ama bu coğrafya kitabının bilgilerinden farklı bir üslupla verilmelidir.

-Delilik Bulaşıcıdır, Kirli Araba gibi öykülerinizde ironik bir dil kullanıyorsunuz. Diğer hikâyelerinizle karşılaştırınca değişik duygu yoğunluğunu aynı eserde farklı bir üslupla yaşatmanız neye dayanıyor? Bu, Şeref Yılmaz’ın üslubudur diyebilir miyiz?
-Bazen başkaları, bizi bizden daha iyi tanıyabiliyor. “Benim ironili bir üslubum vardır.” diyemem ama yazılarımı okuyanlar bunu diyor. Denemede de bunu çok dediler. Bunu inkâr etmenin bir anlamı yok. Demek ki ben fark etmesem bile böyle bir üslup kullanıyorum ve bu fark ediliyor. Hikâyelerdeki bu tür ironili üslup belki de deneme yanımızın depreşmesine dair bir tecelli olabilir. Çünkü o hikâyelerle ilgili birçok okur “deneme yanınızı hissettiren hikâyeler bunlar” dediler. Belki de bu ironi bizim denemedeki üslubumuzdur.

-Hikâye serüveninizde kimler size eşlik etti? Hangi hikâyecilerin etkisinde şekillendirdiniz bu serüveni?
-Baştan beri Sait Faik ve Refik Halit’in hikâyelerini severek okuyordum. Ama doğrusu ben “filan hikâyeciyi okuyup onun gibi hikâyeler yazacağım.” diye bir plan yapmadım. Ama yazdığım hikâyelerde bunların etkisi olduğunu tahmin ediyorum. Sait Faik, modern hikâyede iyi bir isim... Refik Halit ise çok kıvrak bir üsluba sahip... Sanırım üzerime yıkılmak istenen “ironi” meselesi bana Refik Halit’ten bulaştı. Çünkü o konuda Refik Halit’e bayılıyorum. Böylece daha önceki sorudaki “ironi” meselesinin kaynağını da sizin sorunuz sayesinde bulmuş olduk.

-Bir bakıma ithaf sayılacak iki cümle var kitabınızın ilk sayfasında. “Bu hikâyeler, uzun süredir kendini gizliyordu. Ortaya çıkışını Ömer Lekesiz’in ısrarına ve teşvikine borçludur.” diyorsunuz. Bu nasıl bir ısrar ve teşvik, biraz bahseder misiniz?
-Birilerinde bir yetenek varsa onu ortaya çıkarmak önemli, zorlu ve ciddi bir iştir. Bugün edebiyatımızın en çok muhtaç olduğu bir meseledir aynı zamanda... Kaç usta, kaç çırağın elinden tutuyor? Herkes kendi derdinde... Acemiyle uğraşmanın ne demek olduğunu Yazarlık Okulu’nda ders veren birisi olarak çok iyi biliyorum. Ama sabırla bu meselenin üzerine eğilmeden ortaya ciddi bir şey çıkmaz... Ben hikâyelerimi yazıp bir kenara koyuyordum. Son yazdığım hikâyelerden biri olan “Filateli Servisi” isimli hikâyemi Recep Şükrü’ye göndermiştim. O da beğendiğini söyledi ve Ömer Lekesiz’e göndermemi istedi. Ben de o ısrar ettiği için gönderdim. O da hikâyeyi Hece Öykü’ye göndermiş. Diğer hikâyelerimi de görmek istediğini söyledi. Bunu ben “mükemmel” olduğu için gönderdi şeklinde anlamadım asla... Belki bir ışık, pırıltı, yetenek gördü ve ciddiye aldı. Nitekim hikâyenin Hece Öykü’de yayımlanması beni ciddi motive etti ve hikâye yazıp kenara koyan birisi olarak yazdığım hikâyeleri defalarca tashih etmeye başladım. Bir yandan Yazarlık Okulu’nda yazı tekniklerini anlattığım için kendi hikâyelerime teknik açıdan da baktım. Bazılarını zayıf buldum, eledim. Elimde kalanları o gözle tekrar ele aldım. Defalarca tashihten geçirdiğim hikâyeleri Hece Öykü’ye gönderdim. Onlar da yayımlandı. Bir tür testten geçtiği için kitap hâline getirmeye karar verdim. Eğer onların yayımlanmasına vesile olunmasaydı ya da onlar ciddiye almasaydı, o hikâyelerimi ben de ciddiye almayacaktım. Çünkü yazdıklarım bir boşluk doldurmayacaksa ve edebi açıdan bir yere oturmayacaksa yazmanın anlamı yok. Zaman kaybı demektir bu... “Edebi olmaz ama kıssadan hisse çıkarılır.” denilecek belki... Doğrudur. Edebi yönü zayıf ama “ders veren” birçok eser var. Ama ben böyle bir şeye hiç ilgi duymadım. Edebi yönü olmayan eserin ders vermesini ciddiye almadım. Edebi olup da ders veren eserler çok daha makbuldür. Belki muhatabı değil de başka birisi bu hikâyelerin yayımlanmasına vesile olsa bu kadar ciddiye almazdım. Çünkü ben Ömer Lekesiz Bey’le (hikâye meselesi hiç ortada yokken de) edebiyat adına ciddi meseleleri konuşuyordum. Doğrusu bilgi arttıkça endişe de artıyor. Elli defa “yazboz” oluyor. Yazılanları insan kendi de zor beğeniyor. Bundan sonraki hikâyelerin teknik açıdan daha derli toplu ve göz dolduran şeyler olacağına inanıyorum.

-Bundan sonrası için ufukta neler gözüküyor? İbre neyi gösteriyor. Şiiri mi, denemeyi mi, hikâyeyi mi?
-Yakınlarda hikâye ile okurun karşısına çıkacağımı sanmıyorum. Zaten öyle birikmiş hikâyeler de yok elimde... Bu hikâye kitabı çıktığında bile okur bana denemeyi sordu... Demek ki bizden bir deneme kitabı bekleniyor. Başka bir röportajda da demiştim (inşallah yalancı çıkmam) 2008 yılının güzünde kendimin de iyi bulduğu denemeleri kitap hâline getirmeyi düşünüyorum. Şiirler de aslında kitap olacak kadar birikti. Üstelik edebiyat dergilerinde yayımlanan şiirler bunlar... Kitap hâline gelmemesi için bir engel yok... Benim daha fazla emek verdiğim ve değerli bulduğum şiirler ama beklesin... Şiiri kapı kapı dolaştırmamak lazım... Birileri sahip çıkarsa kitap hâline gelir. Zamanını bilmiyorum. Yani sırada deneme kitabımız var.
-Teşekkür ederim.
-Ben teşekkür ederim.

Diğer Yazıları