“Allah’tan pencere açmışlar içi sıkılan evlere…”
Asaf Halet Çelebi
Perdenin dantel işlemelerinin arasından odaya gün ışığı doluyor. Halının solgun renkleri canlanıyor. Pencere kenarındaki dağınık çalışma masasından toz zerreleri havalanıyor. Işıkta bir süre parlıyor, sonra yok oluyor. Ağacın gölgesi, salon kapısına kadar uzanıyor. Ağaç gölgeleri insana ne çok şey söylüyor. Salkım söğüdün gölgesine bir kerecik olsun değince aşk oluyor. Gönlü dağa düşenin hâli anlaşılıyor. İnsan sırtını bir dosta yaslamanın, kalbini sevgiliye açmanın sırrına eriyor. Birine güvenmek ne demekmiş, biliyor. Asma yapraklarının gölgesinde dinlenen meğer dünyada bir murat var imiş, görüyor. Karaağaç’ın gölgesinde soluklanan, ümidin zorluklara direnmek olduğunu anlıyor. Sığla’ya, Çınar’a, Meşe’ye uğrayan ömrün bereketi ne demekmiş, kavrıyor. Servi ağaçlarına bir kez olsun selâm veren, vakur bir edaya rastlayınca onu hemen tanıyor.
Gölgeler, gölgelerimiz daima bir şeyler anlatıyor ama gölge ışıktan bîhaber. Kendine hayat veren, kendini var eden ışıktan habersiz. Gölge kendi hikayesini bilmiyor, ışığı anlatamıyor. İnsan da başkalarının hikâyesini görüyor, okuyor, yazıyor ama kendi hikâyesini anlatamıyor.
Rüzgâr esiyor, dalların duvardaki gölgeleri bir uzuyor, bir kısalıyor. Uzayan gölgeleri, odanın içinde bir ince kol gibi geziniyor. İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Başını leylak renkli yastığından kaldırmak istemiyor. Kanepede yuvarlacık olmuş, uzanmakla oturmak arasında duruyor. Bir şeyler yapmayınca durduğu yerde kalıyor insan. Sayıklayamıyor bile. İnsan bir şey yapmayınca katılaşıyor. Akmıyor, ilerlemiyor, kök salamıyor. Hayatın içinde hayata rağmen yürüyemiyor. Toprağın altında toprağa rağmen büyüyen, serpilen kök gibi olamıyor.
Battaniyenin altından istemsizce ayaklarını çıkarıyor. Üşüyünce uykusu dağılıyor. Saçları kanepenin kenarından tel tel dökülüyor. Hiç acele etmiyor. Başını pencereye çevirip bakıyor. Suyun damarlanıp camdan ince ince aktığını görüyor.
Kalkıp bir süre odayı dolaşıyor, çekmeceleri karıştırıyor. Her yana yaydığı not kâğıtlarına bakıyor. Nasıl olsa bir gün yazarım diye istifleyip bir kenara bıraktığı notları canını sıkıyor. Kendini başarısız, değersiz ve işe yaramaz hissediyor. Damlaya damlaya göl olur ama biriktirmekle bir yere varılmazmış, anlıyor. Sadece okuyor, not alıyor; sonra onları çekmecede, sehpada, masada, çantada, kitap aralarında, kıyıda, köşede unutuyor. Bazen en güzel cümlelerini yırtıp attığı kâğıtlar arasında yitiriyor. Günleri, geceleri art arda uğurluyor.
Bir parça ekmek ve bir bardak çayla pencerenin önüne geliyor. Kar tanelerini görüyor. İnsan yağan kara bakınca gayriihtiyari kaderine boyun büken bir ceylan yavrusunu anımsıyor. Her biri farklı suretlerde iniyor yeryüzüne. Kimisi başka çaresi kalmamışçasına zaruret hâliyle yere düşüyor.
Kimisi “naz u işve velvele-i şan” ile.
Kimisi bitimsiz bir neşeyle.
Kimisi düşmenin hazzıyla sona erecek olan hayatın kararsızlığı içinde.
Kar üstüne kar.
Keder ve coşku, umut ve karamsarlık içinde.
Kar yağıyor, kül ve kehribar rengiyle.
Gökyüzünün kar ile birlikte ruh hâline eşlik etmesi hoşuna gidiyor. Tozların, pencereye uzanan mermer zeminde kir bağladığını görüyor. Aldırış etmeksizin dirseklerini mermer zemine dayıyor. Karşı evin camlarına, kapısına bakıyor. Pencerelerin iç tarafında ıtırlar, kaktüsler, rengarenk kalanşolar… Pencere sokağa değil de sokak pencereye açılıyor. Yokuşun tepesinde oturan ev, bu çıkmaz sokağa bir ferahlık ve huzur veriyor. Şehrin ortasında böyle bir eve bakabildiği, sokak boyunca dizilmiş ağaçları görebildiği için kendini çok şanslı hissediyor. Adresini yazarken de bu hisse kapılıyor. İntizam sokağı diye yazmak nedense garip bir mutluluk veriyor. Apartmanların kargacık burgacık ettiği bu sokak, birbirine karşı müstakil duran bu iki evle asalete bürünüyor.
Nazik bir el, pencere önündeki çiçeklere bakırdan bir ibrikle su veriyor. Saksıların her biri farklı miktarda sulanıyor. O soru yine aklına geliyor: Suyunu versen, hiçbir şeyini eksik etmesen de neden tutunamıyor? Bazen olmuyor işte. Tüm benliğinle sevgini, ilgini, özverini versen de büyümüyor, filizlenmiyor. Her gün bir cümleyi bir cümleye eklesen de tam bir metin olmuyor. Ne kadar yürüsen de yol bazen hiçbir şey vermiyor. Yürümek yolun vefası ama yol çoğu zaman bivefa oluyor.
Biraz ilerideki ağaca takılıyor gözleri. Nasıl da kurumuş.
Dalları göğe ulanan damarlı eller gibi.
Ağaç orada duruyor, yaşamak ağrısı gibi.
Göz de nadiren takılıyor bir şeye, akıl nadiren gidiyor bir şeyin peşinden.
Ağacın duruşu içine oturuyor. Hem dimdik duruyor hem bir o kadar mağrur. Hem imreniyor ağaca hem de bir ağaç olarak yaratılmadığına şükrediyor.
Kış diyor, nasıl da ciddileşti. Anlıyor ki bir şeylerin değişmesi için hiç de öyle uzun bir zaman gerekmiyor. Bildikleri, ezberleri, tanıdığını sandığı bir insan, bir ev, herhangi bir şey göz açıp kapayıncaya kadar bambaşka oluveriyor. Arkasını döner dönmez tanınmayacak hâle gelen, tanınmayacak kadar değişen şeyler biliyor. Olsun, her şeye rağmen kar teselliyi de beraberinde getiriyor. Kar, güvenilen dağlara yağınca masumiyetini kaybediyor.
Kar taneleri yere inince hemen erimemek, yok olmamak için mi sıkı sıkıya tutunuyor birbirine? Ürperiyor. Ürperince omuzlarını sallayıp silkinen, “Azrail yokladı” diyen annesi aklına geliyor. Kollarıyla kendini sarıyor. Kendini, kendi şefkatinden mahrum etmek istemiyor. “Bir de şefkat kırgını olmayı kaldıramam” diyor. Kırılınca boynu bir karacanın boynu gibi uzuyor. Kırıla kırıla bugünlere eren insanlar bu yüzden mi zarafet dolu oluyor. Kelimeler de böyle birbiri ardına gelince nasıl da birbirine tutunuyor. Kelimeler kar gibi kesintisiz gelince öykü nasıl da kolay yazılıyor. İçinin sıkıntısıyla bütün kâğıtları yırtmak istiyor. İstiyor ama işte önündeki pencere imdadına yetişiyor. Önce bir güvercin, pencerenin önüne tünüyor. Ardından bir, iki, üç… derken pencerenin önünde ipe dizilmiş boncuk taneleri gibi güvercinler sıralanıyor. Hangi kar attı sizi buralara diyor, hangi kar attı da benim pencereme geldiniz?
Kuşlar nedendir bilinmez, insanlardan ürküyor. Kaçıp gitmesinler diye kıpırdamadan bekliyor. Birisi içine sıcaklık doldurmuş, heyecanlanmayı unutmuş kalbine bir kıpırtı vermiş gibi. Bu ânı içinde tutup saklamak istiyor. Mümkünse yazmak istiyor. Yazınca zaman dokunulabilir, sarıp sarmalanabilir, elle tutulabilir bir şeye dönüşüyor. Fotoğraf gibi saklayabileceği, dönüp tekrar bakabileceği bir şeye. Ama fotoğrafı bozamıyor, düzeltemiyor, değiştiremiyor. Yazıya defaatle dokunuyor, siliyor, yeniden yazıyor. Yazmak bu yüzden sonu gelmeyen bir yol gibi. Yazmak, kurduğu bütün iyi cümleleri kaybettiğinde tekrar yürümesi imkânsız bir yol gibi.
Bazı insanların, ömürlerinde bir kez olsun bir kuşa hayretler içerisinde bakmadığını düşünüyor. Bu kadar narin nazenin, bu kadar yumuşak bir varlık, nasıl olur da bu dünyanın bir canlısı olabiliyor. Hayat, bu soru üzerine düşünecek kadar uzun. Hayat, bir kuşu sevemeyecek kadar kısa. Ne yazık ki kendisiyle dolu olmak, kendisiyle bu kadar meşgul olmak başka bir canlıya hayret edecek kadar bir zaman tanımıyor insana. Konup göçmeleri, oradan oraya uçmaları, nerede bir kırıntı varsa orayı konak bilmeleri… Kuşlar, kayıp zamanların ve sahip olduğunu zannettiği şeylerin hiçbir zaman kendisine ait olmadığını ustalıkla anlatıyor. Hayatın ele avuca sığmaz, dize gelmez bir kuş olduğuna inanıyor.
Güvercinler kuğuruyor. Başlarını bir o tarafa bir bu tarafa çevirip etrafı izliyorlar. Belki de kar onları pek sevindirmiyor. Bugüne dek kuşların da bir ifade, bir duygu taşıyabileceğini düşünmediğini fark ediyor. Fakat bu kuşların yüzünde ne olduğunu kestiremediği ama hissettiği bir ifade yakalıyor. Pencereyi açıp ekmeğini güvercinlerle bölüşmek istiyor. Acele etmeden, usulca pencereyi açıyor. Parçacık ettiği ekmeği, üzerlerine serpiyor. Güvercinler, başlarını indirip kaldırıyor. Aynı tür, aynı cinste de olsa her kuşun başkalığını keşfediyor. Kumrusu, üveyiği, tahtalısı, gökçesi. Her biri ayrı güzel.
Pencere kenarından gaga ve pençe sesleri geliyor. Kuşların azim ve sadakatle önlerindeki yeme odaklanması ona çok sevdiği bir yüzü hatırlatıyor. Güvercin ve kar pencereye birlikte geldiğinde çocukluğundaki gibi kendisini yapayalnız hissediyor. Soğuyan sanki hava değil, üşüyen sanki güvercinler değil, kendisi oluyor.
Kuşlar birbirini itip kakarak kanat çırpıyor, bazen içlerinden biri havalanıyor, sonra tekrar arkadaşlarının arasına dönüyor. Kuş tüyü kokusu burnuna geliyor, önce yadırgıyor kokuyu, sonra seviyor. Pencereler yüzünden diyor, pencereler yüzünden içeri kuş doluyor.
Güvercinler gidiyor, geriye yalnızca tüyler ve gri bir boşluk kalıyor.
İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.