Menu
MEHMET KAHRAMAN'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • MEHMET KAHRAMAN'LA SÖYLEŞİ

MEHMET KAHRAMAN'LA SÖYLEŞİ

Okumak, güzeldir. Okunan metin akıcı bir dil ile örülmüşse daha güzeldir. Mehmet Kahraman, öykülerini akıcı bir dil ile örüyor. Bireyin hayat içerisindeki konumu irdelendiği gibi özel ilişkileri de irdelenmiş. Bireyin nasıl bir eş, arkadaş, ebeveyn olduğu gözlenmiş. İş hayatı, evlilik hayatı ve aile hayatının inişleri, çıkışları, huzursuzlukları, mutlulukları bireyin hayatına nasıl yansımış ve bu yansılar karşısında birey ne tepkiler vermiş, bunlar üzerinde durulmuş. Mehmet Kahraman, ilk kitabı Minareden Düşen Ezan’da olduğu gibi Işıklar Açık Kalsın’da da psikoloji ve sosyolojinin imkânlarından yararlanıyor.

Gülümseyin öyküsü, kitabın ilk öyküsü. Daha ilk sayfasından okuru etkisi altına alıyor. Oğlunu askerde ebediyete emanet eden bir ailenin öyküsü, komutanın dilinden anlatılıyor. Bir fotoğraf karesinde dondurulan zamanlar, oğullarını kaybeden aile teselli oluyor. Bu öykü, evlatlarını vatana hibe eden ailelerin öyküsünü anlatıyor. Sabaha Çok Var öyküsü, hayatın ne tür oyalanmalarla geçtiğini anlatıyor. Vehimlerle hayatını yaşamaya çalışan, ki buna yaşamak denirse, bir tip var. Yakalandığı hastalığın tek çaresi morali yüksek tutmak ve pozitif düşünmek iken, o sürekli yaralayıcı, ömürden çalıcı sorularla ve kuruntularla boğuşuyor. Ne ki hiçbir kuruntu derdine derman olmuyor. Bu tip, yaşanan insanlık dramlarına, vahşetlerine tepkili olduğu gibi kendi ailesini sakınmaya çalışan, onların başına gelecek kötülükleri düşünüp evhamlar üreten bir tip olarak da oldukça güncel bir tiptir. Işıklar Açık Kalsın öyküsü, çocuğun dünyasının cennet olduğunu anlatan bir öyküdür. Sorumsuz bir babanın, hasta bir annenin evladı olmak onun seçimi değildir. Küçük kalbi, büyüklerin derdini yüklenir ve sorumsuz babasını annesini kurtarmaya davet eder. Bu yönüyle çocuk bir cesaret örneği olarak anlatılır. Kahraman, öykülerinde hayatın acımasızlığını işler. Işıklar Açık Kalsın, bu bahsin en sivrildiği öyküdür. Çocuğun kalbi, annesizlikle yüzleşir ve annesizlikten titrer.

Mehmet Kahraman’ın öykülerine genel bir bakışla baktığımızda, hayatın imbiğinden süzülen öyküler olduğunu görürüz. Kahraman’ın öyküleri, bu bakımdan bencil değil, oldukça paylaşımcıdır. İnsanların ortak hislerini öykülerinde çoğaltır. Kahraman’ın öyküleri, duyarlılığı ve yaşamak sanatını duyuruyor okura. Öykülerde keskin bir şekilde hissedilen de ölümün ensemizde olduğudur. Ölüm, hayata kıymet bahşeden bir vakıa olarak insanı daima müteyakkız kılar. Bir gün öleceğine inanmak duygusu yoksa insanda, hayat boşuna yaşanan bir ömrün toplamıdır. Kahraman, ölüm gerçeğini vurguluyor öykülerinde.

Mehmet Kahraman ile Işıklar Açık Kalsın’ı konuştuk. Söyleşimiz, Kahraman’ın saptayıcı niteliğindeki cevaplarıyla zengin bir içeriğe kavuştu. Öykülerinin içeriğine dair bilgiler barındıran söyleşimiz, öykü yazmaya dair de öneri mahiyetinde bilgiler içeriyor.

-Hasbî okurlarını bulmasını temenni ederek ikinci öykü kitabınızı tebrik ederim. İlk öykü kitabınızdaki çizgiyi koruduğunuzu düşünüyorum Işıklar Açık Kalsın’da. Minareden Düşen Ezan’da anne-baba-çocuk figürleri üzerinden anlattığınız öyküler, Işıklar Açık Kalsın’da daha yoğun bir şekilde anlatılıyor. Aile ilişkilerine bu denli değinerek öyküler yazmanızın ardında yatanı sorsak neler söylersiniz?

z1-Güzel temennileriniz için teşekkür ederim. Aslında aile temelli öyküler yazdığımın farkında değildim ilk başlarda. Özellikle okurdan ve kitap üzerine yazanlardan bu cümleyi duydukça ben de kabul etmeye başladım. Yazdığım karakterler aile içindeki bireylerdi; ama bir şekilde savrulmuş veya birbirlerinden ayrı düşmüşlerdi. Neticede bireydi, fakat aileyi oluşturan da bireylerdir. Öyle bakınca aile içinde yaşanan bütünsel hikâyelermiş gibi algılanıyor. Aileyi tanımlarken hepimizin aşina olduğu bir cümle var, toplumun en küçük yapı taşı, diye. Bu yapı taşı çok önemli. Çünkü her şey burada doğuyor ve burada bitiyor. Hayata buradan başlıyoruz ve ilk deneyimlerimizi burada yaşıyoruz. Özellikle yaşadığımız çağa baktığımızda, ailenin ne kadar önemli olduğu anlaşıyor. Bütün bunlar bir tarafa, bir yazar şu konuda öykü yazacağım diye masaya oturmaz. Bunun sanatsal anlamda ciddi sıkıntıları olabilir. Daha önce de buna benzer sorular sorulduğunda bu konu üzerinde düşünmüştüm. Sonrasında şuna vardım. Aile odaklı çok hikâyeler duydum. Hikâye diyorum; ama gerçek hepsi de. Bazen öyle iç acıtıcı şeyler oluyor ki, tepkisiz kalmanız mümkün değil, ben de etkileniyorum. İçimde bunları anlatma isteği oluşuyor, anlatınca üzerimden yük kalkmış gibi oluyor.

-Her yazarın/öykücünün bir yazma ritüeli vardır. Mehmet Kahraman, kendi yazma ritüeli için neler söyler? Öyküleri ve öykü dışındaki kritik/eleştiri/deneme türünde yazıları yazarken arada bir fark oluyor mu?

-Öykü ve öykü dışı yazılarda elbette fark oluyor. Öykü sanatsal bir tür ve yazılı olmasa da belli kuralları var. Bir hikâyesi ve kurgusu olması diğer bahsettiğiniz metinlerden ayırıyor. İnceleme ve deneme yazarken elinizde bir materyal oluyor ve onun üzerinden yazıyorsunuz. Bu kısmen de olsa kolaylık sağlıyor. İstediğiniz şekilde yazabiliyorsunuz. İçerik olarak sıkıntı olmadığı sürece kabul edilir. Ama öykü öyle değil. Ne zaman yazacağınız ve ne yazacağınız çoğunlukla size bağlı olmadan gerçekleşiyor. Yazdığınız cümleler, sizin istediğiniz gibi gitmeyebiliyor. Oysa aklınızda çok güzel hikâye vardır ama bu, bir türlü kağıda aktarılmaz. Özellikle genç arkadaşlardan çok duyuyorum, ilk zamanlar ben de öyle yakınıyordum, “çok güzel hikâyeler var aklımda; ama yazmaya başlayınca her şey uçuyor.” O yüzden benim yazı çalışmam biraz dağınık. Hiçbir öykümü bir oturuşta yazmışlığım yoktur. Başlarım, ama baktım gitmiyor, bırakırım. Zihnimde genelde hep hikâyeler olur. Günlerce o hikâye ile dolaşırım. Ne zaman formunu buldu, o zaman yazmaya başlarım. Yalnız olduğum sürece sorun yoktur, yazabilirim.

-Hikâyenin Sonu öyküsünde, şiirleri teşrih masasına yatırılan bir karakter var. Bu karakter için şunları söylüyorsunuz: “Sınav sonucu açıklanacak öğrencinin maruz kaldığı rüzgâr esmeye başlamıştı o an. İşaretlenmiş yerler. Kırmızı kalemin çok kullanılması dikkatimden kaçmıyor. Nasıl? Beklemek öldürecek. Dergiye göndereyim mi? Olmak lazım. İyi yoldasın. Yalnız şu var, kelimeleri üst üste yığmakla şiir olmaz.” Bu cümleleri size yöneltecek olursak, öykü yazma serüveniniz boyunca böyle bir durumu yaşadığınız oldu mu? Bu durumu tecrübe edindiyseniz eğer neler hissettiniz?

-Çok yaşadım ve hâlâ yaşıyorum. Artık kırmızı kalem yok ama bilgisayarın kırmızı rengi kalemin yerini alıyor. İnsan yaptığı hatayı görmüyor. Kendince süper öyküler yazdığını sanıyor. Ama başka bir göz okuduğunda o hatayı yakalıyor. Tabii hatayı kabul etmek kolay değil. Çünkü orada hem açığınız ortaya çıkıyor hem de düzeltecek gücünüz olmayabiliyor. Güçten kastım aklınıza yapacak bir şey gelmemesi. Zaten elinizden geleni yapmışsınız daha ne yapacaksınız. Ben ilk öykülerimi Abdullah Harmancı’ya göndermiştim. Öykü geri geldiğinde cümleler çizilmiş, yanlarına notlar yazılmıştı. İnsan üzülüyor. Dedim ya, aslında o notlar benim için yol göstericiydi. Nerelerde hata yapmışım, yazarken neye dikkat etmeliyim, bunu o zaman öğrendim. Dil hataları bir tarafa, yoğunluk, atmosfer oluşturma, metnin ikna edici olması hep bu çalışmalarla gelişti. Neredeyse on yıldır öykü yazıyorum. Hâlâ yayımlanmadan önce en az dört kişiye okutuyorum öykümü. Hatası var mı, sizi ikna ediyor mu, yapaylık var mı diye de özellikle soruyorum. Onların dönüşlerine göre son şeklini verip dergiye gönderiyorum.

-“Cümleleri kurgulamaya çalışıyordum. Sözlerimin karşıda bir anlamı olmayınca konuşmak da anlamsızlaşıyordu. Kendi kendine konuşmak gibi.” (Hikâyenin Sonu) Yazarken böyle bir his gelip oturuyor mu içinize hiç? Yazdıklarım okurda karşılık bulacak mı, bulmayacaksa neden yazıyorum gibi bir kaygı taşıyor musunuz?

-Yazarken böyle bir endişenin içinde olursam yazamam. Fakat bu da bir gerçek. Sözlerimiz karşıda bir anlam bulmuyorsa boşluğa konuşmak gibi olur. Konuştuğunuzu bir tek siz bilirsiniz. Patolojik bir yanınız yoksa böyle bir konuşmanın olmayacağı aşikardır. Her şeyden önce inancınızı ve kendinize güveninizi kaybedersiniz. Yazarken değil de yazdıktan sonra böyle bir korkuyu taşıyorum açıkçası. İyi olmamışsa, kabul görmüyorsa üzülüyorsunuz sonuçta. Başaramamak her zaman üzer. Ben hikâye anlatmak istiyorum. Öykü okurken de yazarken de büyük bir keyif alıyorum. Sonuçta ortaya bir metin çıkıyor. Bu da güzel bir şey. Tabii okurda karşılık bulursa çok daha güzel olur. Yazar, okur için yazmıyorum dese bile sesine karşı ses bulması yazma şevkini de arttırır. Kitap yazıları ve okur geri dönüşlerinin de böyle bir etkisi var. Dediğim gibi ben anlatmayı seviyorum. Aklımdaki hikâyeleri nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum. Bunları düşünmekten ve hikâyelerime elbise biçmekten keyif alıyorum.

-“Hayat istediğin gibi giderken güzel sözler söylemek kolay. Fakat küçük bir çelme yiyince allak bullak oluyorsun. Resmen dağılıyorsun.” (Her Şey Güzel Olacak) Hayat yolculuğu, sizin de ifade ettiğiniz gibi, bazen güzel gidiyor, bazen de çelmeler/itişmeler/kakışmalar insanın peşini bırakmıyor. Her insan maruz kalmıştır bu duruma. Mehmet Kahraman böyle anlarda yazıya/öyküye karşı nasıl bir tavır içinde olur? Öyküden/yazmaktan kaçar mısınız mesela böyle anlarda.

-Öyle anlar var ki bırakın yazmayı, öyküyü düşünecek hâliniz bile olmuyor. En azından benim için öyle. O anlarda kafa, gönül olarak rahat olmuyor insan. Fiziksel acılar bir tarafa, ruhen sıkıntılı olduğunuz zaman bile sizi baskılayan bir şey oluyor. Aklım o şeyin etkisiyle şekilleniyorken öyküyü düşünmem mümkün değil. En basitinden bir olayı anlatayım size. Çocuğumu hastaneye götürüyordum. Hâliyle hızlıyım. Kaderin tecellisi, yolda radar var imiş. Hız sınırını iki kat geçmişim. Yediğim ceza neredeyse bir kira bedeli kadar. O anki kızgınlıkla bırakın öykü yazmayı sabrın ne demek olduğunu bile unutuyorsunuz. İşte imtihan orada devreye giriyor. Hayatımızın her anının güzel geçmesi mümkün değil. Ayette diyor ya, sizi mallardan ve canlardan azaltmayla imtihan ederiz, diye. Sonuçta bir şeyler yaşayacağız, bu ayeti mümkün mertebe bilinç düzeyinde tutmalıyız. O zaman daha çabuk atlatabiliyoruz. Yoksa kafayı sıyırmak içten bile değil. Yazmanın bana en büyük katkısının farkındalık olduğunu düşünüyorum. Kendimin farkına varıyorum. İyilik kapasitesinin ortaya çıkabilmesi için kötülüklerin de olması gerektiğini kendi kendime söylüyorum. Sanki öyküler bunun bir tekrarıymış gibi geliyor bana.

-Işıklar Açık Kalsın öyküsünde, bir çocuğun küçücük kalbinde beliren kocaman bir merhamet ve cesaret duygusunu, annesizliğin o tarifsiz/ıssız acısını işlemişsiniz. Öykünün içeriği, bu öykünün kitaba neden isim olarak seçildiği konusunda bir merak uyandırıyor. Ne söylersiniz?

-Kitap isimlerine karar vermenin ne kadar zor olduğunu bilirsiniz. Bir isim koymalısınız; ama bu kolay olmuyor. Işıklar Açık Kalsın’ı iki nedenden ötürü tercih ettim. Birincisi konu ve anlatım itibariyle okuttuğum herkes çok beğenmişti. Küçük bir karakterin inandırıldığı zaman neler yapabileceğini ortaya koyuyordu. Çocuklar aile için çok şey yapıyorlar; ama bunun pek farkında olmuyoruz. Anne baba tartıştığı zaman çocukların onları barıştırmak, yatıştırmak için nasıl çırpındıklarına şahit olursunuz. Tepkiyi ya kendi üzerlerine çekmeye çalışırlar ya da şaklabanlıkla ortamı yumuşatmaya. Böylesine cesur bir karakterin hayatının da başlığa taşınacak olması bana güzel ve anlamlı geldi. İkincisi, çoğul anlamı olan bir cümle idi. Okurun dünyasında kendi anlamını bulacak olması başka bir güzel taraf.

-Öykü bazen öykücüyü kovalar. Bazen de tam tersi olur. Öykücü öyküyü kovalar. Öykücü kovaladıkça öykü kaçar. Ele avuca gelmez olur. Eğer öykücü dişliyse, kararlıysa öyküyü yakalar ve o öyküyü yazar. Işıklar Açık Kalsın’da böyle bir durumu yaşattıran öykü ya da öyküler var mı?

-Daha önce de söylediğim gibi ben hiçbir öykümü tek oturuşta yazmadım. Bu yüzden kovalamak mı demek lazım yoksa öyküyü düşünmek mi bilmiyorum; ama o öykü hep aklımda olur. Bir öyküyü yazarken cümleler istediğim şekilde gitmeyebiliyor. Bir yerde tıkanıyor. O zaman zorlamanın bir anlamı yok. Bırakıyorum. Başka şeylerle ilgileniyorum. Hatta başka öykülere başlıyorum. Fakat zihinde o hikâye hep duruyor. Yeni bir yol bulduğumda yazmaya yeniden başlıyorum. Öykülerin çoğu böyle yazılmıştır ama özellikle isim belirtmek istenirse, “Gülümseyin” öyküsü karakter çokluğu ve ortak hikâye oluşturması bakımından diğerlerine göre daha çok uğraştırmıştır. Ama o hikâyeye de değer doğrusu.

-Modern zamanların insanı, kadere inanmayı, tevekkül etmeyi, insandan değil Allah’tan istemeyi neredeyse unuttu. Bu sebeple psikolojik sorunlar yaşayan, depresyon ilaçları kullanan birçok insan var ne yazık ki. Öykülerinizde belirgin bir şekilde, modern insana yardımcı oluyorsunuz. İnsanın insanî melekelerini geliştirici, harekete geçirici, ona iyi ve kötü ayrımını yaptırıcı öyküler yazıyorsunuz. Bahsini açtığımız bu yaraya derman olsun diye midir yoksa içinde yaşadığımız toplum, farkında olmadan sizi böyle öyküler yazmaya mı sevk ediyor?

-Bahsettiğiniz hususu çoğu insan gibi ben de düşünüyorum. Günümüz insanı pek çok açmaz içinde. Çelişkileri var ve sürekli kafası karışık. Bunda hemfikiriz galiba. Ben bunu şuna bağlıyorum. Uğraş alanlarımız çoğaldı, başka ilgi alanlarımız oluştu, kendimize vakit ayıramıyoruz. Halbuki teknolojik aletler insan hayatını kolaylaştırmak için değil miydi? Neden yakınıyoruz? Veya yakındığımız şeyi niçin kullanmaya devam ediyoruz? Aslında çelişkide olduğumuzun bilincindeyiz ve bu yüzden huzursuzuz. Bir taraftan da karşı koyamıyoruz. Öylesine bir zamanda yaşıyoruz ki kendimiz bile olamıyoruz. İnsanî yanımız örseleniyor, ahlaki değerlerimizi kaybediyoruz, ilişkilerimiz zayıflıyor… daha birçok sorunlu hal sayabiliriz. Geçenlerde bir bilgisayarcıya girdim. Adam elinde telefonla oynuyor. Toner dolduruyor musunuz diye sordum. Kafasını kaldırmadan cevap verdi. Bana hiç bakmadı. Müşteri olmanın ötesinde oraya biri gelmiş, asgari bir iletişimde olması gereken unsurlar gerçekleşmiyor. Bunlara bağlı olarak da içimizde yaralar oluşmaya başlıyor ve gün geçtikçe bu yaralar derinleşiyor. Bilinçsiz bir yaşam sürüyoruz. Kendimi düşündüğüm zaman her şeyin ayırdına varıyorum. Bir Müslüman sürekli bilinç düzeyinde olmalı, yoksa çağın düzenine kapılıverir. Coetzee’nin Yavaş Adam romanının kahramanı bisikletten düştüğünde şöyle diyor: “Demek dikkatin bir an bile dağılsa böyle oluyor.” Bizim de dikkatimiz bir an dağıldığında savuruluyoruz. Bu düşüncelerim öykülerime de yansıyor haliyle. Ben olsam ne yapardım veya ben ne yapmalıyım gibi düşüncelerim öyküde de kendi şeklini buluyor. Aslında hepimizin içinde iyileşmek isteyen yaralar var. Bu şekilde mutlu değiliz. Kendi özümüze dönmeli, ilişkilerimizi canlandırmalı, Allah’tan istemeli, Allah’a yönelmeliyiz. Bunun için de bilincimizin farkında olmalı ve kendimizi zamanın rüzgârına kaptırmamalıyız. Başka ne söylenebilir ki…

-İlk kitap müellifinde tarifsiz bir heyecan bırakır. İkinci kitap da muhakkak öyledir; ama merak ettiğim ikinci kitaptan sonraki aşamadır. “Yazdıklarımın çıtasını düşürmemeliyim, bir sonraki kitaba daha sıkı hazırlanmalıyım” gibi bir durum yaşanıyor mu bu süreçte?

-Kitabınızın çıkması güzel bir duygu. İlk kitap bahsettiğiniz gibi bambaşka bir heyecan veriyor. Elinize aldığınız kitap sizin ve size ait olan bir şey var. Ben ikinci kitapta aynı duyguları yaşamam sanıyordum ama onda da en az birincisi kadar heyecan yaşadım. Demek ki bu heyecan hiç bitmeyecek dedim kendi kendime. Güzel olduğunu düşündüğünüz bir şey çıkarıyorsunuz ortaya, bu da heyecanla birlikte sevinç veriyor. İşin bu tarafı güzel. Diğer taraftan korkuyorsunuz. Muhatabını bulacak mı, kabul görecek mi diye. Minareden Düşen Ezan’dan güzel geri dönüşler aldım. Hatta beklediğimden de öte güzel şeyler söylendi. Sonra sanki ben yazmamış gibi tekrar okudum. Acaba ne yaptım, nasıl yazmışım diye baktım. Yazar yazma esnasında bilinçsizdir çoğunlukla. Ne yaptığının farkında değildir. Beni burası korkutuyor: Yazdığım şeyi fark edersem ve bir daha aynı keyifle yazamazsam. Çıtayı düşürmemek için çok okuyorum, daha çok çalışıyorum. Yazdıklarıma daha çok dikkat ediyorum.

-Edebiyat dergilerinde yeni öykücülere daha sık rastlar olduk. Ne dersiniz, yeni öykücüler ışıkları açmaya teşne gibi görünüyor mu? Son olarak öyküye dair, genç öykücülere dair neler söylersiniz?

-Geçenlerde bir soruşturmada sorulmuştu: öykü yükseliyor mu? Öykü ile birlikte diğer sanat dallarına da belirgin bir yöneliş olduğunu görüyorum. Her türe yönelen bir ilgi var. Böyle olunca dergilerdeki genç sayısı artıyor. Gayet de nitelikli öyküler geliyor. En azından yazdıkları türün farkında olduklarını düşünüyorum. Yine de eksikler yok mu, var tabii ki. İlk kez yazanlarda anlatım acemilikleri, dilde tedirginlik, öyküde savrukluk görülebiliyor. Bunlar da zamanla, yazdıkça üstesinden gelinecek meseleler. Bunlara rağmen gençler adına umutluyum. Tanıdığım genç öykücüler var ve çok iyi öyküler yazıyorlar. Onların öykülerini okumaktan büyük keyif alıyorum. Genç arkadaşlara bir şey söyleyecek durumda değilim. Yalnız şu gözlemimi paylaşmak isterim. Öğrenci olan öykücülerde öyküye zaman ayırma ve öykü üzerinde yoğunlaşma sorunu olduğunu görüyorum. Genelleme yapmadan söylüyorum; kafaları derste, gönülleri öyküde, bu şekilde yazmaya çalışıyorlar ama olmuyor maalesef. Olmayınca da kırılıyor ve yazmayı bırakıyorlar. Yazmak, zaman istiyor, emek istiyor. Saatlerce uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. Bu, usta yazarlar da bile böyle. Cortazar’da ve John Fowles’de okumuştum. Yazmayı tamamladıktan sonra “cehennemî” bir çalışmanın içine girdiğini yazıyordu. Çalışıp emek verdiğiniz şeydir kıymetli olan. Sizin verdiğiniz kıymeti okur da fark eder.

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. Dilerim ışıklar hep açık kalır. Dilerim bizler, karanlıkta kalmışların ışıklarını açan eller oluruz.

-Ben de teşekkür ederim.

HATİCE EBRAR

İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.