Menu
ÖMER LEKESİZ'LE SÖYLEŞİ
Söyleşi • ÖMER LEKESİZ'LE SÖYLEŞİ

ÖMER LEKESİZ'LE SÖYLEŞİ

-Kandinsky renkle ruh arasında ilişki kuracak sanatçı için şunları söylüyor: “Renk tuş, göz ona vuran çekiç, ruh da telli bir enstrümandır: Sanatçı da tuşların yardımıyla ruhtan doğru titreşimleri alandır.”

Kandinsky’nin dünyasında sanat birbirini ileten bir doğum evresidir. Fiziksel öngörüyle tinsel yoğunluğun buluşmasını çizgileriyle sorgulatan Kandinsky, iç boyutta koşulsuzluğunu soyut olarak vermiştir. Renk ve ifade farklılığı, aslında coşkun ruhun aranmasıdır. Kullandığı ana başlık, “hiçliği zenginleştirmek”tir.

Bu ara bağdan hareketle “Sanat ve bütünleşme” dediğimizde, “sanat ve ….. kitabının yazarı” bize neler söylemek ister?

-Kandinsky benim de çok sevdiğim bir sanatçıdır. Evet, bunları söyler ama ben onu daha çok, “Müziği resmetmek istemiyorum. Zihin hallerini (Seelenzustände) resmetmek istemiyorum. Renklere bağlı olarak ya da olmayarak resmetmek istemiyorum. Geçmişin şaheserlerinin uyumundaki herhangi bir noktayı değiştirmek, onlarla yarışmak ya da (onları) alt etmek istemiyorum. Geleceğin doğru yolunu göstermek istemiyorum. Bugüne dek nesnel, bilimsel bir bakış açısından bakıldığında birçok şeyi eksik bırakmış olan kuramsal eserlerimin dışında, sadece iyi, gerekli, yaşayan resimler, en azından birkaç izleyicinin gerektiği şekilde yaklaştığı resimler yapmak istiyorum.” sözlerinden dolayı severim.

Çünkü sanat ve bütünleşme dediğimiz yerde, sanatçının neyle bütünleştiği kadar nasıl ve hangi amaçla bütünleştiği de önemlidir.

Bu mânâda hiçbir sanatçı için ne geçmiş (gelenek), ne şimdi, ne de gelecek adına mutlak bir bütünleşmeden söz edemeyiz. Bilakis, sanatçının özgürlüğü bütünleşmemesindedir de diyebiliriz. Çünkü bütünleşme bir anlamda perde edinmeyle ilgilidir. Oysa ki; biz sanatçıdan perdeler edinmesini değil, verili perdeleri aşmasını talep ederiz. Bu nedenle tekrarı sevmeyiz ancak, tekrarla tekrarlanamaz olanı önemseriz ve asıl yeni yaratımı (ihtirayı, ibdayı, kurguyu) ararız.

1-Kandisky’nin “doğru titreşimi” derken ertelediği sapma neler olabilir ve bu yankının sanata tutunuşunu, eleştiri ile öne çıkan Ömer Lekesiz, nasıl resmeder?

-Titreşim yerine sezgi demeyi tercih ederim. Kandinsky’nin bu kelimesine çevirisinden değil de n’ola orijinalinden bakabilseydik. Çünkü bu şekliyle “doğru titreşim” fazlaca metafiziğe ait hale geliyor, diğer bir söyleyişle, zihnimizde hemen fenomenal bir karşılığı oluşmadığı için biraz spekülatif bir nitelik yükleniyor.

Öte yandan konu felsefi bir arka-plâna da oturuyor yani ontik bir açılımı da zorunlu kılıyor. Çünkü “doğru titreşim” dediğimiz yerde, titreşim ne, titreşen kim, titreştiren kimdir soruları öne çıkıyor.

Ben inancım ve Doğulu bakış açım nedeniyle Batılı bir zeminde konuşamam. Daha doğrusu konuşmamayı tercih ederim. Çünkü Batı’dan ya da Batılı gibi düşünmek dediğimizde bize mahsus düşünce biçiminin dışına düşeriz ki, bu da bizi tanımlamada doğru olsa bile, kavramlaştırmada yanlış bir yere götürür.

Dolayısıyla “doğru titreşim”de, ben potansiyelliği esas almak durumundayım. Diğer bir söyleyişle titreştiren ve titreşen ilişkisini...

Ontolojik bir yaklaşımla, sanatçının, “Mutlak Güç” tarafından titreşime açık olarak “Seçilmişliği”ni vurgulamamız gerekir. Ki, bu da bizi, İslam sanatının zihniyet ve kültürü içinden konuşmaya, yani tesir edenle, tesirlenen (tesir-müessir) ilişkisine götürür. Buraya girdiğimizde konuyu toparlamamız ise uzun sürecektir. Kısaca Kandinsky’nin metafizik düzeyde “doğru titreşimle” bize yakın bir düşünüş içinde olduğunu, ancak, buradaki benzerlikten bir aynılığa erişmenin mümkün olmadığını söyleyebiliriz.

-Sanatçının doygunlukla aradığı ve vermek istediği nedir?

-Doygunluğu, “mutmain olmak” şeklinde alırsak, bu her sanatçı için geçerlidir. Ancak mutmain olmak, mükemmel olmaya, mutlak manada eser planında tamlığa isabet etmez. Eğer isabet etseydi, sanatçılar tek bir eserle yetinir, yollarına devam edemezlerdi.

O halde mutmain olmak, yaptığından “şimdilik” haz duymak, ancak, hazzın sınırsızlığı nedeniyle yenileri üzerinden ileriye yürümeyi zorunlu kılacağından, sanatçıdan beklenen de daima ileriye, yeniye yürümesi olacaktır.

“Doğru titreşim”le bağlantılı olarak sorunuza cevap arayacak olursak: Sanatçı aldığını, aldığı şekliyle dışlaştıracak ve dolayısıyla aracılığında / yaratıcılığında keşfin ve keyfin tahakkukunu sağlayacaktır. Yukarıda “seçilmişlik” demiştik. Sanatçı bu manada iddia sahibi olduğu kadar da sorumluluk sahibidir. Başka türlü seçilmiş olmaz, sıradan(laşmış) biri olur ki; o zaman da sanatçılığı meşkûk hale gelir.

-Görsel ve içsel ayrımdaki denge sorununu, sanat ve gölge olarak düşündüğümüzde, özün simasını nasıl belirleriz?

-Bu, Arapçadaki görmekle (raa), şeyin tüm yönlerine nüfuz ederek bakmak (nazar) arasındaki farkta tahakkuk eder. Burada “basiret”ten de söz edilebilir ama bu sorunuzdaki maksatla sanırım tam örtüşmez.

Sorunuzda “gölge” kelimesini kullandığınıza göre ve “özün siması” terimine başvurduğunuza göre bundan kastınızın “suret-lendirme /suret-e getirme” olduğuna hükmederek şunları söyleyebilirim:

İnsan zihni imgelerle (suretle-ndirmekle) ve verilenin verilmeyenini yani zıddını üreterek işler. Örneğin size “beyaz” dediğimde, siz “beyaz” imgesini (suretini), eş-zamanlı olarak bunun zıddı olan “siyah”ı düşünerek üretirsiniz. Dolayısıyla suretlendirmeksizin düşünmek mümkün olmadığı gibi, zıddını üretmeden düşünmek de mümkün değildir.

Sanat planından baktığımızda “özün siması” süreklilik arz eder. Diğer bir söyleyişle sanatın her türü (müzik dâhil) bir suretlendirme faaliyetidir. Bunu, kimi tuval üzerine resimle yapar, bir diğeri edebiyatla (yazılı kelimelerle)…

-Sanatçının açık penceresinde daimi bir sıklet hali vardır. Muhtevanın korunması için ‘içinde dil köprüsünü’ kuramayanlar endişeye maruz kalanlardır ki; bu da, zorlama bir ürüne işarettir. Bu açıklığı intihalle kurtarma, yeni ses oluşumunu baltalamıştır. Bu dış kuşatmayı imha edemeyenlerin deneysel boşluğuna dair neler söylemek istersiniz?

-“Sanatsal yaratım süreci” olarak niteleyebileceğim bir süreçten söz ediyorsunuz. Ben sanatçı olmadığım ve asla olmayacağım için bu ve benzeri süreçleri bilemem. Ama şunu söyleyebilirim: Sanatsal yaratım süreci her sanatçı için farklı işler. Bunda bir genelleme yapılması mümkün olsa da şahsileştirilmesinde problem ortaya çıkar.

Ayrıca, şunu söyleyebilirim: Sanatsal yaratım çabası, günümüzde sanatın popüler bir yön kazanması nedeniyle, asıldan çok taklidi, doğal olandan çok rolcülüğü, yaratmadan çok sizin kelimenizle intihali içkin hale gelmiştir.

Belki de sanat eylemekten çok, sanat nazariyatıyla uğraşmanın bir getirisi de olabilir bu. Nitekim günümüzdeki birçok sözüm ona sanatçı ne yaptığını değil, nasıl yaptığını anlatmak, yani kendi sanatının nazariyatını yapmak gibi bir mecburiyetle yüz yüzedir.

-Sanatın korunması mı, sanatı koruma mı? Aradaki “iç arayış” tasviri nasıl yapılmalı?

-Bence, ne sanatın korunması ne de sanatı koruma! Sanat varsa, varlığının gereliliği nedenliye zaten kendisini koruyacaktır. Onu ayrıca korumaya almak, korunma muhtaçlığı nedeniyle başka bir sorunu konuşmaya götürür bizi.

-Bir sanatçı iç reprodüksiyonunu görsel zihin tablosunda tamamladıktan sonra, kendi hiyerarşisini oluşturamıyorsa, eseri sağlam bir gövdeye oturtamaz. Bu tezat yönlenmenin temelinde ne yatmaktadır?

-Siz bir hüküm belirtiyorsunuz. Sanatçı olduğunuz için bu da sizin hakkınızdır elbette.

Ben, kendi adıma (ve elbette sizi tenzih ederek) bu tarz yaklaşımlarla sanata bir tür dinsellik yüklenmeye çalışıldığı endişesine kapılıyorum ki bu da beni ziyadesiyle geriyor. (bunu bir genelleme olarak görünüz lütfen)

“İç reprodüksiyon”, “görsel zihin”, “görsel zihin tablosu”, “hiyerarşi”, “gövde”... Bunlar ilk bakışta çok büyük kavramlar ama içleri de gerçekten zor doldurulabilir kavramlar. Örneğin sizin, şiir yazarken bu kavramları “kendiliğinizden” gözetiyor olmanızla ya da bunların içinde durduğunuzu düşünüyor olmanızla, benim nazariyat (teori) planında bunları somutlaştırmam çok farklı şeyler.

Sanat hal üzere yürüdüğü için sanatçının kendi deneyimi öz-el bir kulvarda yürür. Ancak konu bu halin izahı olunca felsefeye yaslanmak, kavramlaştırmak ve sunmak zorunlu hale gelir.

Dolayısıyla zikrettiğiniz tezatın sanatçı / şair olmanız bakımından sizin için çözümü mümkünken, benim açımdan çok müşkil bir hale gelebilir. Dediğim kavramlaştırmaların yerindeliği ve içlerinin gereğince doldurulması çok önemli.

-Hakikatin ve hazzın keşfinde, zühd ve takva mürekkebine yelken açışı örnekler misiniz?

-Yukarıda sözünü ettiğimiz tesir-müessir ilişkisiyle ilgili bir durumdur bu sanıyorum.

Bir şeyle nimetlendirilmek, nimetlendirildiğinin farkında olmak, bunu nimetlendirene “farkındayım” diye söyleyebilmek yani esere dönüştürmek…

Ancak yine de, son tahlilde bunlar metafizik süreçlerdir ve buna mahsus tanımların, suretlendirmelerin de (anlatımların da) kaçınılmaz olarak metafizik bir düzeyde ele alınması gerekir. Malumunuz, metafizik ise metalinguistiktir.

Ayrıca hakikat de bugünkü gerçek-lik açısından baktığımızda problemli bir kavram.

Öte yandan madem zühd ve takva kelimelerini kullanıyoruz, hazz yerine keyif kelimesini kullanmamız daha doğru olmaz mı? “Hazz”da nefsin, “keyif”te aşkın’ın hükmü vardır çünkü.

Örneğe gelince, vereyim:

Feridüddin Attar, Moğol çerisinin elinde esirken, kendisini satın almak isteyenler olur ki, bunlardan da ağırlığınca altın verenler çıkar. O ise, değerinin tam yerini bulmadığı gerekçesiyle yapılan satın alma tekliflerini reddeder. Ta ki; bir gün, sahibi olan çeriyle birlikte yolda giderlerken, sırtında saman çuvalı taşıyan biri de çeriye onu satın almayı teklif eder. Çeri, ne vereceğini sorduğunda, adam sırtındaki saman çuvalını gösterir. Çeri, Attar’ın ağırlığınca altına bile gitmediğini söyleyerek adamı terslerken Attar atılır ve der ki, “benim asıl değerim budur, lütfen beni buna sat.” Attar’ın bu talebine çok sinirlenen çeri, hançerini çıkartır ve onu şehit eder.

Zühd ve takva mürekkebine yelken açmak böyle bir şeydir. Bugüne hiç uymaz. Bunu bilmek de, kibirden çatlama özelliğine sahip günümüz sanatçısına bir şey ifade etmez.

-“Sanat, sonsuzun sonlu dünyada ifade bulmasıdır; cismanî olmayanın eşyaya nüfuz etmiş ifadesidir. Sanat’ın soyut dünyası ile cisimlerin somut, gerçek dünyası aynı varoluşun farklı görünüşleridir.’’ Friedrich Schellin’in ifadesi, bizi netliğe sürüklüyor bir bakıma. Yansıtmak istediğini eşyadaki kırıklıkla özdeştirirsek, iç ben hükümlerinden sanat sıyrılışını nasıl ayırabiliriz?

-Friedrich Schelling, sanatın din’leştirilmeye en azından mistik unsurlarla seçkinleştirilmeye çalışıldığı bir düşünce ortamından konuşuyor. Elbette yaslandığı mistik dil ve söylem yabana atılamaz ama nihai bir söyleyiş, varılacak son hükümmüş gibi de benimsenemez bence.

Kendi adıma, tırnak içinde “bizim” sanat anlayışımızı yeniden kurarken bunlardan yararlanılmasından yanayım, fakat bunları bir kompleks içinde tekrarlamaktan, benzerlerini üretmekten yana değilim.

Hani yukarıda “dil köprüsü”nden söz etmiştiniz ya; sizin kullandığınızdan biraz farklı bağlamda bu köprünün artık doğru kurulmasının bir zaruret olduğunu düşünüyorum. Diğer bir söyleyişle “bize” mahsus, doğru bir sanat telakkisi için Batı’yı kollayarak onun dışında durulması gerektiği kanaatindeyim.

Bunlara rağmen belki sizin ve sizinle aynı durumda olanlar için ayrı bir parantez açmak gerekebilir. Çünkü siz Batı’da yaşıyorsunuz ve modernizmin ürünleriyle, sonuçlarıyla doğrudan yüz yüze bulunuyorsunuz. Bunun bir algı, yaklaşım farkı doğurması mümkün ki, buna göre ben sizin gibi içeriden değil, dışarıdan konuşmuş oluyorum.

-Var-oluşa tekabül eden sancıyı kesmek için farklı lokasyonları deneyen gürûhun sanat saplantısını gereksiz bir efor ve öz dile muhalifliktir. Bu açığın kapatılması için “neden – sonuç” ilişkisindeki ihtiyacı özetler misiniz?

-“Var-oluşa tekabül eden sancı”, sizce de biraz sancılı bir söyleyiş değil mi? Hatta ilk bakışta Batı’daki sanat anlayışına mahsus bir ezbermiş gibi görünüyor. Çünkü bu neticede kaosa değgindir. Oysa ki; bizim dünyamızda (varoluşumuzu idrak ediş biçimimiz ve hayatımızda) kaos değil, kozmos hakimdir.

Ayrıca Bizim sanatımızda bir sancıdan söz edilebilir mi? Nietzsche’den bakarsak evet ama Attar’dan, Mevlana’dan, yunus’tan bakarsak ya da kendi zamanımızın diliyle var-oluşun gerektirdiği sanır-sızlanma’dan bakarsak, hayır.

-Henri Bergson, 1888’de yazdığı doktora tezinde, “bir gözü ne kadar küçük parçalara bölerseniz bölün ‘görme’ denen şeyi bulamazsınız” der. Beş duyunun sanata hâkimiyetini vurgulayamayan, eksik bir uzvu taşımak zorundadır. Sanata kendi hüviyetini verememeyi –kendi olamamayı– açabilir misiniz?

-Küçük harfle varlığın, mutlak olana erişmesindeki güçlüğe işaret etmiş gibi Bergson.

Evet görme denen şeyi bulamayız ve dahası görmemenin aklı nasıl topal bıraktığını da fark edemeyiz. Oysa ki; akıl güya çok büyük bir güçtür ama gör-e-memek aklı sakatlar, dolayısıyla akıl, büyüklükten küçüklüğe, sağlamlıktan zayıflığa tebdil oluverir.

Aynı şey kulak için de geçerlidir. Bergson’un kelimeleriyle söylersek, işitmeyi kaça bölersek bölelim, işitmeyi göremeyiz. Üstelik gözün kapağı vardır, yani istenirse görmeye kapatılabilir. Kulağın kapağı ise yoktur, istesek de duymaya kapatamayız.

İşte bu sebeple, sizin de (aynı dünya görüşünün mensupları olduğumuz için) bana katılacağınızı umarak, Batı’yı ihmal etmeksizin Batı’yı biraz öteleyerek düşünmemizi öneriyorum.

Daha açık bir söyleyişle, doğru görme için sadece göze değil, aynı zamanda “kalp gözüne” itibar eden İslam dünyasına birlikte bakalım, diyorum; Hind’e, Çin’e bakalım!

Buralarda farklı bir anlayış, algılayış var sanat konusunda. Bunlar, Batı’nın din’leştirdiği sanattan çok farklı bir sanatı işaret ediyorlar; farklı bir sanatın mümkün olduğunu söylüyorlar, hatta vaad ediyorlar.

Diğer Yazıları