Menu
DOSYA: ŞAİRİN DOĞUMU
Haberler • DOSYA: ŞAİRİN DOĞUMU

DOSYA: ŞAİRİN DOĞUMU

Şiirin doğumu acıyı duyumsama özü ile örtüşebiliyorsa, bu gerekliliğin sesi ilk adımımızdır. Şiir ruhunun çözümleyici statüsünü belirlemek için ruhun çıplaklığı da tek öngörüdür.

Tahayyül derecesindeki yükseklikle oluşan şiir evreninde başlayan rüya çalışmaları aynı eksende kalamadığı gibi sabitlenemez de. Bu rüyanın içine sıkışmak, taşmak ve rüya kalıpları ile buluşmak mıdır bunun cevabı bilinmez. Ya da üstü örtülü bir rüya çalışmasın içinde ses kırılmaları doğar, özneyi saklayan, sarıp sarmalayan…

Acının olgunlaştırdığı ruhu çözümleyen şair iç ve dış alemden kendini sorumlu tutar bu çizelgede

Şairlerle, ‘şairin doğumunu’ konuştuk

Şairin doğum izleği üzerinden etkilenme endişesini açalım isterseniz. Harold Bloom’un ‘etkilenme endişesi‘ adlı kitabında: Şairler arası tepki ve birleşim tetikleri ile yüzleşmek olduğu dikte edilir. Şiirin beslenmesinde bu rolün vurgusu birbirinin içinden çıkan şiirlerin örülüşüdür.‘Başka şairlerin – hayranlık uyandırıcı, acı verici, keyif verici – varlığı anlamında şiirsel etkilenme; o kusursuz tekbencinin, yani güçlü şair olma ihtimali yüksek şairlerin ta derinliklerinde hissettiği şiirsel etkilenme. Zira şair kendi en derin özlemlerini diğer benliklerin farkına vararak öğrenmeye mahkûmdur. Şiir onun içindedir ama o kendi dışındaki şiirler – büyük şiirler- tarafından bulunmuş olmanın utancını ve ihtişamını hisseder. Bu merkezde özgürlüğünü kaybetmek, asla bağışlamamak ve özerkliğin sonsuza dek tehdit altında olmasının dehşetini öğrenmektir.‘

Bloom, bu ifadelerle bir önceki şiirlerin yeni şiire nasıl giydirildiğini de açıklar bir bakıma. Etkilenmeyi bu bağlamda şair nasıl kurgulamalı, ve ‘etkilenme endişesinin’ doğumdaki faktörünü şairlerden dinledik …

zeynepÜmit Zeynep Kayabaş:

Ruhtan kopan parçaları yapıştırmak için kelimeye olan ihtiyacı önce kalp karşılar. Zihin daim hareketlidir. Kendini tamamlama, arama, yapılandırma ya da arada kalışları ruhunda süzme ve bu daire içini emir telakki edip iç beni konuşturmak şiirin halleridir.

Heyecanın yankısı şairin doğumundaki zikzaklardır. Parantez içine alınan zaaflar silikleştiğinde şair kendi üslubundan emin olur. Bu iç olgunluğu yaşatmak için muhayyel bir tasarrufa da gerek yoktur aslında…

Bir şair nasıl doğar dediğimizde düşüncelerinizi paylaşır mısınız?

 

Ali Günvar:

Konuya farklı bir noktadan bakmayı deneyeceğim... İnsanda iki temel tip özdeşleştirme gözlemliyorum: 1) Gönlünü Allah ile özdeşleştirir ve orada kelâmı terennüm eder... 2) Zihnini kâinat ile özdeşleştirir ve orada dili terennüm eder... Bebekliğimizde, dil ile tanışmadan önce, tecrübe ettiğimiz kelâmdır aslında. Kendimizi ve çevremizdekileri Yaratan'ımızdan ve kendimizden ayrı görmediğimiz tam tevhit halini yaşarken tecrübe ettiğimiz ve anlam farklılıklarından çok varlığın birliğini işaret eden sesler ve bütünsel bir mânâdır bizden yansıyan..

Zaman içinde zihnimizle ve dille tanıştıkça yitirdiğimiz mânâ alemi ve kelâmın büyüsü hepimizde kalır az ya da çok derecede... şair çocukluğundan kalan o dil cennetinin hayaliyle yaşamaya çalışan adamdır. o hayal tarlasından mısra çiçekleri devşirir. Lâkin dilini kelâmla yarışa soktuğu anda dalâlete düşüverir. Çünkü artık kelâmı olduğu gibi ve tevhit içinde kavramaktan çok uzaktır... Meseleyi kavrayabilmesi ve kelâma ulaşabilmesi için artık mürşidin dizi dibinde oturup tecelliler yaşamak zorundadır.

Çoğunun buna gücü yetmez. Ya taklit imanda kalır ya da taklit küfre girer ve maymunluğuna devam eder. Şuara Suresindeki "illellezîne âmenû" istisnası mürşidin dizi dibinde kalabilenler için getirilmiş olsa gerektir.

Ümit Zeynep Kayabaş:

‘Etkilenme endişesi ve öz güven üzerinde ayrı ayrı durulması gereken iki ana başlıktır. Ara başlık olan ‘Şiirin yanlış okunması' tutkuyu köreltir, bu tür tuzakları arkaya almak için görme, gözlemleme dairesi geniş tutulmalıdır. Fakat şairler ya da en azından en güçlü olanları, ille de en güçlü eleştirmenlerin okudukları şekilde okumazlar şiirleri. Şairler ne ideal ne sıradan okurlardır. Ne Arnoldçudurlar ne Johnsoncu. Okurken ‘falancanın şiirlerinde şu ölüdür, şu canlıdır’ diye düşünmezler. Şairler güçlendikleri zaman falancanın şiirlerini okumazlar, zira gerçekten güçlü şairler kendi şiirlerini okuyabilirler. Onlara göre anlayışlı olmak zayıflıktır ve etraflı ve adil karşılaştırma yapmak seçilmiş biri olmamaktır.’ Harold Bloom’un bu kuramsal izleğini göz önünde bulundurarak : takip anlayışı şiirden başka şiire sapma mı yoksa dilin atık hali mi ? Sizce şairin endişe hali zorunluluk olabilir mi bir bakıma?

 

aligunvarAli Günvar

Etkilenme endişesi konusunda Bloom gibi düşünmüyorum, Sevgili Zeynep. Her zaman, iyi ve duyarlı bir okur olmanın önemli bir meziyet olduğunu düşünmüşümdür. Bu konuda Şeyh Galib'in,

"Esrârımı Mesnevî'den aldım / Çaldımsa da mîrî malı çaldım"

beytince davranırım. Şiirin estetik oluşumu ve yapılandırılması konusunda ne Necip Fazıl gibi, ne Sezai Karakoç gibi, ne de İsmet Özel gibi seçilmişlik iddiasındayım. İşimi iyi yapmak ve güzel olanı, "Allah güzeldir; güzeli sever" hadis-i şerîfi mucibince, yakalamaya ve ifadeye çalışmak gibi iflah olmaz bir "hastalığım" var. Hele toplum içinde "şair nereye gidiyorsun?" diye böbürlenerek, Amaury d'Argenton tiplemesi edası ile dolaşmayı gülünç bulurum.

Örneğin, ortaöğretimde, Türkçe Kompozisyon derslerinde cinlik ve şairanelik kusan ve herkesin beğenebileceği sıradanlıkları yazmayı hiçbir zaman sevmemişimdir. Her türlü sanatsal kompozisyonun mutlaka sağlam bir mimariye ve alt yapıya sahip olması gerektiğini düşünürüm. Şiir yazarken o sağlam mimariyi kurgulamayı en temel problem olarak ön gördüğüm gibi, okuduklarımda da aynı sağlamlığı bulmayı arzu ederim.

Güçlü olma konusuna gelince, şiirde de düzyazıda da yeterince güçlü olduğumu biliyorum. Lâkin bu beni başka şairleri incelemekten ve onlarla hemhâl olmaktan alıkoyan bir durum olmadı hiçbir zaman. Etkilenme endîşesini ise hiç taşımadım. Zira etkilenme hatta o etkilenme ile dil çalışması yapmanın, örneğin Bâkî gibi ya da Yahya Kemal gibi yazma temrinlerinin, bir şair için elzem olduğunu düşünmüşümdür her zaman.

Şiir de, tüm diğer sanatlar gibi, usta çırak ilişkisini gerekli kılar. Bugünün usta çırak ilişkisi de etkilenme endîşesi taşımadan yazma temrinleri ve çalışmaları yapabilmeyi gerektiriyor. Ne ki, şair olacak kimsenin bu işe çocuk yaşta başlaması ve sebat ve sabırla kendini yoğurmaya devam etmesinin şart olduğunu düşünüyorum. Dilde virtüozite kazanmanın yegâne yolu budur. Emprovizasyon yani lirik kullanım ancak dilde virtüozite noktasına erişildiğinde yapılabilecek bir şeydir. O noktaya kadar şair, uzletinde kalarak, alkışlara da yergilere de aldırmadan, sadece çalışır, çalışır, çalışır. Zira kişi, ancak ne yaptığını biliyorsa övgülerin aldatıcılığından ve anlayış özürlü yergilerin idraksizliklerinden kendisini koruyabilir.

Ümit Zeynep Kayabaş:

Öz değerleri kuşaklar arasına taşımayı hedefleştiren şair, önce kendi dil dokusunun içinde olmalı. Şairin doğumunu bu bağlamda nasıl değerlendirirsiniz?

 

erdalcakirErdal Çakır:

Şair, yapıp-ettiğiyle hedefi olan biri midir? Öz değerlerin gelecek kuşaklara aktarılması konusunda kendine bir hedef ya da hedef alan belirler mi? Bu sorularla şunu demek istemiyorum: O işine bakar ve olup bitenler veya olacaklarla ilgilenmez. Bana göre şair, sahibinin sesidir. İnancı, değerleri, dünyası, hayat algısı, farkediş biçimi vs. ile sahibinin sesi. Burada sahibinin sesi nitelemesine daha uygun olarak, şair değil de şiirmiş gibi gözükebilir. Ancak buna bilerek şair diyorum. Esasında bu bütün insanlar için geçerli olan bir husustur. Ve herkes aldığını öyle ya da böyle sızdırır; dar veya geniş halkalar çizerek. Kendi şiir anlayışım ve ona yüklediğim manayı, kulluk algım ve müslümanlığımdan kesinlikle ayrı görmediğim ve göremeyeceğim için ( ki aksi, bana göre yaratılış gayesine muhalif bir iddia taşıyacağından dolayı şirktir) günlük hayatımda bir bardak su içerken öncesinde çekmem gereken besmelenin önemi, vaktinde kılmam gereken namaz, şükrüm, hatalarım, tevbem vs. nasıl günümü dolduran kulluk faaliyetlerim ve bu faaliyetlerin bana dönen hasılası ile bir şey ifade ediyorlarsa, şiir de böyledir. Rabbe arz edemeyeceğim bir şeyi yapmak istemem. Kaldı ki şiir, saydığım şeylere göre ihtiyari bir keyfiyet arz eder. Ancak, Hazreti Allah’ın verdiği bir yeteneğin, Onun rızasına uygun bir düzlemde seyretmesini de kulluğumuza pekala dahil edebiliriz.

Şiir tabii ki kendi dil dokusu içinde var olur. Öbür türlü yatağını kaybeder. Şair de diğer özneler gibi bir coğrafyanın, bir mıntıkanın içine doğar. Yaratılış özellikleriyle diğerlerinden farklı bir duyuşa bir etkileşime bir eyleme yönelebilir. Esasında bu, her ferdi diğerlerinden, fıtri hususiyetleriyle ayıran yaratış yasasına bağlı genel bir durumdur. Yani herkes için böyle bir durum söz konusudur. Yoksa şair, kainattaki ayrıcalıklı özne değildir ve böyle anlaşılmamalıdır. Şayet yeteneğinin hakkını vermiş ve bununla kayda değer bir şey ortaya koymuşsa, niçin ve nasıl şuuruna sahip olan kişinin yapması gerekeni yapmıştır.

Ümit Zeynep Kayabaş

Var olma, yer edinme gibi ilk bakışta şık gözüken tuzaklara düşmemek için zaaflarını hiçe sayarak şiirin kendine verdiği rolün ( duruşun) tamamlayıcısı olmak için nasıl bir şiir serüveni içinde olmalı?

 

Erdal Çakır

Rolün çağrışımlarına bir bakalım: Rol yapmak, rol almak, rol kesmek, rol çalmak, rolünü oynamak vs… Öncesinde ezberlenme, hadi buna eğitilme/öğretilme diyelim, misyon yüklenme ve hatta sufle edilme gibi süreçlerin sonucunda sahne alma ( hadi buna da hayat diyelim) gibi verili hatta hatırı sayılır biçimde de zorunluluk içeren bir rol mü verir bize şiir? Kendiliğindenlik, tabiilik yani fıtrîlik esas olandır. Şiir rol vermez, şairin tabiatından sızandır. Bu sızıntının işlevini şair ne kadar belirleyebilir? Onu şairin ortaya koyduklarına zamanın verdiği hüküm belirler.

Ümit Zeynep Kayabaş

şiirsel etkilenme şairleri her zaman daha az özgün yapmaz; aynı sıklıkla şairleri daha az özgün hale getirir , ama ‘daha özgün’ illa ki daha iyi anlamına gelmez. Şiirsel etkilenmenin derinlikleri kaynak incelenmesine, fikirler tarihine, imge modellerinin listelenmesine indirgenmez. Şiirsel etkilenmeya da sık kullanacağım adıyla ,şiirin yanlış okunması , ister istemez şair olarak şairin yaşam döngüsünün incelenmesidir’

Harold Blomm kitabında dickinson, Whitman, Stevens i özgün dilde ayrıcalıklı tutarken bazı şairlerin şansızlığını neredeyse taklit reformu olarak öne çıkaracak kadar karmaşık bir tutum içine girmiştir. Bu göndermeyi ince bir ironi olarak ele alırsak şairin şiir dünyasını önce esin dışında incelememiz gerekir ki şiir bunu açıkça reddeder.

Esin ve şiirsel etkilenme arasındaki açıklığı nasıl izah edersiniz?

 

Erdal çakır

Esin, zaten kişide var olan yani hazır olandır. Şiir genel-geçer kabulün aksine ilhama dayalı olarak yazılan bir metin değildir bana göre. O şairde doğuştan var olan, ona verilmiş bir yetenektir. Her insan, diğer insanlarda olmayan bir farka sahiptir mutlaka. Bu kanun-u ilahidir. Parmak izlerinin benzeşmemesi gibi. Çünkü kişinin, Rabbine en yakın olduğu nokta en yetenekli olduğu veya onu diğerlerinden ayıran noktadır. Bu, en derin yanılgı ya da daha ileri derecelerde dalalete düşebileceği noktadır aynı zamanda. Zira şeytan hakikat kapısını kullanır insana sızmak için. Burada yetenek gerçek manada bir işlevsellik kazanır.

Kişi ister ve isteğine uygun hareket eder de azimkâr olursa o yetenekli olduğu nokta harekete geçecektir. İşte ilham dediğimiz şey burada devreye girer. Bizi şok derecesinde veya şok derecesinde olmasa da fazlaca etkileyen bir olayın, durumun anında kalbimize indirdiği ve adına ilham dediğimiz şey değildir şiir. O zaten bizde mevcuttur ve harekete geçer. Aksi takdirde aynı durum, onu yaşayan veya içinde olan herkese aynı şeyi yaptırmalıydı. insan etkilenen ve etkileşimde bulunan varlıktır. Etkilenmeyen bir bünye, tabiatıyla bilmeye, keşfetmeye, hissetmeye de kapalıdır. Etkilenme doğal olarak etkileşimi doğurur. Bu son derece tabiidir. Etkileşimin, esini harekete geçiren, onun kımıldamasına sebep olan bir fonksiyonu olduğu gibi esinin de etkileşime form kazandıran bir özelliği vardır. Burada takliti bir taraf bırakıyorum. Taklit belki, başlangıçta mazur görülebilir ama sonrasında kendi tabiatının sesini vermelidir.

Ümit Zeynep Kayabaş

Geçmiş bir çok şair ve yazarın intihal süslemeleri ile yad edilir.İntihali yenilenme olarak algılayabilir miyiz?

Bugün aynı çizgide olan şairlerin ses birleşmesi olabilir mi asıl endişe? Etkilenmeşairin içideki durağan yara ile oynayabilir mi?

Erdal Çakır:

İntihali çalmak, olduğu gibi kopyalamak olarak anlıyorsak bu yenilenme!!! İlânihaye devam edecek demektir. Bahsi geçen intihal süslemesinden ben doğrusu bir şey anlamadım. Belki de anlamak istemiyorum. İntihalin her türlüsü bana bir metaı haksız bir biçimde üstüne geçirmek gibi geliyor.

Bu her dönem için söz konusu olabilecek bir tehlike. En güçlü ses veya sesler yaşamaya devam eder diğerleri kaybolur. Aynı dönemde aynı coğrafyada yaşayan şairlerin elbette hassasiyetlerinde bir yakınlaşma neredeyse kaçınılmazdır. Bunun da bir ses benzeşmesine yol açması söz konusu olabilir. Ancak biraz önce de söylediğim gibi güçlü ses zamanla diğerlerinden ayrılır ve yaşamaya devam eder.

Yaranın durağanlığından kastınız sızısı kesilmiş bir yara mıdır? Sızısı kesilmiş bir yaraya yara diyebilir miyiz? Şayet bununla yara haline gelmeye müsait bir şeyden bahsediyorsanız, etkilenme elbette bunu deşeleyebilir. Bu belki de hayra vesiledir, kimbilir.

Ümit Zeynep Kayabaş:

Bir şairin doğumu dediğimizde ilk neler söyleme istersiniz? Şiirsel üslubun oluşumu hakkında düşünceleriniz?

 

omerakbulutAli Ömer Akbulut:

Doğum kendisiyle tanıştırılan insanın (şairin) dilinin tutulmasıdır. Doğuşun ağıtıdır bu. İnsan “asli kendilik”inden ayrılıp varlığın şiddeti zuhuruna bırakılmasıyla hayrete düşüp tasalansa, sılaya hasretle yanıp tutuşsa da yeni doğan bu çocuğun ağlaması kesilir bir süre sonra ve dünyaya gelişin, varoluştalığın talebine kulak kesilir. Bu talep insanın saklı özünün korunmuşluğudur aslında. Bu korunmuşluktur ki insanı olmaya kılavuzlayan dilde yurtlanır. Dil, insanı olmaya bırakan talebi açığa çıkaran, bu açık edişle aynı zamanda onu gizleyerek [konuşan sessizlikle] koruyandır. Dil insan fıtratının iskan ettiği yurttur. İşte çocuk dili çözülür çözülmez şiir söyler. Şiir insanı (şairi) saklı özünün izleriyle buluşturur. Çünkü sıla’dan getirdiği taptazedir.

Asliyetimiz, kendilik’imiz insan oluşumuz içerisinde işlerlik halindedir. Varlığın şiddeti zuhuru insanın saklı özünü onun keşfine açık tutarak gizler. Her şey o denli ortadadır ki artık görül[e]mezler, dikkat çekmezler. Bu gizleyiş, bu hayal iz ve işaretlerdir. Remiz ve sembollerle konuşur. Görünen görünmeyendir artık. Mutlak Hakikat’e göre hem görünen, hem görünmeyen hayaldir, ikisi de hakikati veremezler. Hayal âlemi ya da berzah görünen ve görünmeyenin varlık kaynağıdır. Asliyete açılan, kendilik hakikatine varacak yol buradan geçer. Oluşa gelmek, varoluştalık Rahmanî Nefes’in şefkatli nefesiyle mümkün olur. Hayal âlemi, Rahmanî Nefes’in iz ve işaretlerini taşır. Rahmanî Nefes’in varlık veren Kelam’ı teneffüsü bu sebeple remiz ve semboller kuşağıdır. Hayal âlemi her biri bir İlahî İsmin tecellisi olan bu teneffüslerle dolup taşan şiir madenidir. İşte şair bu nefesi içine çekebilen, yüksek seyir yerlerinde tenezzüh eden, tenefüsün remiz ve sembollerini aslına iade edip, döndürüp [te’vil] bize sunabilen kişidir. Şiir bir yetenek değildir, hayal içre düşte görüşteliktir. Rüyadayız. Yusuf’un şiir ülkesinedir şairin komşuluğu. Bundandır; şair rüya yorumcusudur, rüyayı hayra yorar.

Ümit Zeynep Kayabaş:

‘Van Den Berg insan hareketinin önemi üzerine şaşırtıcı denemesinde bu tür öneme sahip üç alandan bahseder : manzara, iç benlik bir başkasının bakışı. Şiirsel hareketin (bir inandan bahseder gibi duruşu ve jestlerinin ) önemini aradığımızda, üç şeye ayrıştığını görürüz: yabancılaşma, tekbencilik ve selefin hayali bakışı’ Şairin iç duvarlar adını verdiğimiz o gizli alanı ‘ şiir evini’ keşfetmemiz için üsluba dikkat ederiz. İç benin korunması, hayallerin saklanmasına şairin sesi ne kadar izin verebilir ki … Her şair, ‘ şiir evini’ koruma altına almak ister. O doğumun mahremiyetini gizliliğe gömdükten sonra gür bir sesle akışın içinde olur. Bir yandan ilk hislerin kesip biçildiği gizli ‘şiir evi ‘diğer yandan sesin yankısı… Bloom’un üzerinde durduğu etkilenme endişesine yoğunlaştığımızda - şair bu süreçte iç serüvenini tamamlarken ‘etkilenme endişesi ‘ ile nasıl bir paylaşım içine girer? ‘Endişeyi’ uzağına sürüklemeyi isterken hangi gerçeklerle karşılaşır? Şair ve etkilenme endişesi dediğimizde neler söylemek isterseniz.

 

Ali Ömer Akbulut:

Şiir bir yanından tutulabilecek, bir yönden dahil olabilecek bir süreç değil varlıkta sürekli bir oluş halidir. Her dem yenilenir ve her dem biriciktir. Bu her dem yenilenen akışın görüşe değen bir anından devşirilenler şiirin şefkatiyle mahrum bırakmadığı şiir sezişler, şiirzenişlerdir ancak. Şiir varoluşta “her dem biricik ve yeni” olanın hakiki tecrübesine ait hayalî oluş [hayal, bir varlık mertebesidir, kişinin bilinçli tecessüsleri değildir] ve tecellilere sadakatle onları[n remzî, sembolik zuhurlarını] yorumlayıp aslına iade ederek [te’vil] “şiir evi”nde halisane ikamettir.

“Şiir evi” varlığın açıklığında iskan edilir. Böylelikle bizden alınmış, görüşümüzden uzaklaştırılmış yeryüzünün varlıklı ihtişamını, göğün saklı kutsal güzelliklerini açıklığın yakın parıltısı altında, yuvamızda temaşa eyleyebilir; şavkıyan varlığı teneffüs ederek orada, evimizde ikamet eyleyebiliriz. Bir açıklıkta bulunuşun insanın işitebileceği bir talebi vardır. İnsan bu talebi işitebildiği sürece Varlığın açıklığında meskun olur. Bu meskuniyet onu “dışa” [ek] doğru taşmaya [sistence], görünmeye [şahsiyet olmaya (şahasa Arapçada görünme, taşma, ortaya çıkma anlamlarına gelir, öz(ü)gürleşme)] kabiliyetli kılar. Varlık tarafından talep edilen şahsiyet olma, açığa çıkma zaten hazır [bulunmuş] bir şeydir. Bu açıklık insanın talep edilen saklı özünün korunmuşluğudur aynı zamanda. İşte bu korunmuşluktur ki insanı olmaya kılavuzlayan dilde yurtlanır. İnsanın uzak düştüğü, özlemiyle yandığı, yakın(ların)ın [selef] çağırdığı anayurdudur burası. İşte orada, yakındadır, hısımlıktadır aranılan. Hısımlar [selef] o örtülerine bürünmüş, sırlı “şiir evi”nin bekçileridir, şiirleyen türkücüler…

Kendini açıklıkta olagelen varlıksal salınıma niçin’siz teslim eden özgür göçebelerdir yakınlar. Her gelişlerinde onu şen bulsunlar diye arayan “yakın”lar, gümüşsü tepelerde sarp açıklıkları beklerler. Her şey için, herkesçe hemen anlaşılır açıklamaları ellerinin altında bulundurup piyasaya süren hesaplayan düşünceden de korurlar özgüleyen şen açıklığı. Anayurda dönen şair, geçilip giden, göze çarpmayan bu şen açıklığın türküsünü söyler. Şen açıklıkta yakın(lar) el sallayıp gülümseyerek karşılar onu. Şair, bize evimizi açan “yeryüzü” meleğine ve evimizde kendiliğinde olabileceğimiz barınma süresini bağışlayan “yıl [zaman]” meleğine seslenir ve ilk yer açan, saf ışıldayan [en] açık şen’e... Onun türküsü açıklığıyla gizleyenin gizemini korur. Aşikar yakınlık sırrının bekçisidir. Şen türkü en açık olanın bağışını süreklileyerek ve yeryüzüne serperek neşeyle korur. Onu yitirmekten sakınarak, açıklığın karşılayan selamını alamamak endişesiyle titreyerek, özenen özenli bir tasayla söylenir türkü. İnsanın özgürlüğünü, varlık ve dünyayla bağlantısını açık eden “tasanın aydınlık gecesin”nde yankılanır ezgi. Bundandır sözü eksiktir ezginin. Adlandırılmamıştır daha. En saf, en açık haliyle kutsal olanın yaklaşması bulunmayan Tanrı selamını taşır içinde. Yokluk yokuyla bulunur yakınlık. Yokluğun bulunuşu elden kaçırılmamalı, Tanrı adlandırılmamalıdır. Şair kendinden geçercesine bu yokluğun yakınlığında barınmalı ki yücelikleri dileveren başlangıçtaki söz bağışlansın.

Diğer Yazıları