Menu
Prof. Dr. Mehmet Özdemir ile Endülüs Üzerine ve Akademik Çalışmaları Hakkında Söyleşimiz
Söyleşi • Prof. Dr. Mehmet Özdemir ile Endülüs Üzerine ve Akademik Çalışmaları Hakkında Söyleşimiz

Prof. Dr. Mehmet Özdemir ile Endülüs Üzerine ve Akademik Çalışmaları Hakkında Söyleşimiz

1957 yılında Tokat’ta doğdu.1982 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1983’te araştırma görevlisi olarak aynı fakültede, İslâm Tarihi Anabilim Dalı’nda göreve başladı. Doktora derslerini tamamladıktan sonra, teziyle ilgili çalışmalarda bulunmak üzere 1 yıl süreyle İspanya-Madrid’de kaldı. 1989 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Tarihi Bilim Dalı bünyesinde ve Prof.Dr. Mustafa Fayda’nın danışmanlığında hazırladığı Endülüs’te Muvellidûn Hareketleri (180-320/ 796-932) adlı teziyle doktor oldu.1993 yılında doçent oldu.2000 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığına atandı. Aynı sene profesör oldu.2005 yılında gittiği İngiltere’de bir yıl süreyle meslekî çalışmalarda bulundu.2005-2008 yılları arasında Ankara Üniversitesi BAP destekli Türkiye’de Dinî Araştırmalar ve İlâhiyat Fakültesi adlı projede yer aldı.2007 yılında İslâm Tarihi derslerine görsel malzeme temini amacıyla Prof. Dr. Nesimi Yazıcı Başkanlığında düzenlenen, Suriye, Ürdün ve İsrail’e 15 günlük bilimsel araştırma gezisi gerçekleştiren heyet arasında yer aldı.2008 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Tarihi Anabilim Dalı Başkanı oldu.2009 yılında Prof. Dr. Seyfettin Erşahin ve Prof. Dr. İbrahim Sarıçam ile birlikte hazırladıkları İngiliz ve Alman Oryantalizminde Siyer Çalışmalarının, Türklerin ve Avrupa Birliği Halklarının Hz. Muhammed Algısına Etkileri adlı TÜBİTAK projesini tamamladı. Hâlen Ankara Üniversitesi BAP destekli Osmanlı-Latin Amerika İlişkilerinin Başlangıcı adlı projenin çalışmalarını sürdürmekte olan Prof. Dr. Mehmet Özdemir, lisans düzeyinde İslâm Tarihi I, İslâm Tarihi II ve Tarihte Usûl; yüksek lisans düzeyinde Hz. Muhammed’in Hayatı, İslâm Tarihi Metodolojisi ve Endülüs ve Mağrib Siyasî Tarihi; doktora düzeyinde de İslâm Tarihi Metodolojisi, Siyer ve Kaynakları ile Endülüs Medeniyeti derslerini vermektedir. 


Hocam öncelikle söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum efendim. İlk olarak sormak istiyorum, sizin kuşağınız olarak memleketimizde çok fazla üniversite eğitimi alıp akademik kariyer yapan fazla kişi yok, tabi bizim köyümüzün insanının göç etmesi ve ekonomik sebepler de buna etkin gibi görünebilir. Sizin her anlamda zorlu bir tabiat ortamına sahip olan bir yayla köyünde çocukluğunuzun geçmesine rağmen kendinizi yetiştirmeniz ve okuma istidadınızla eğitimin ilim aşkına dönüşmesi nasıl oldu hocam? Gerçekten zorlu şartları aşarak örneklik teşkil edecek bir başarı hikâyeniz var bu konuda bize neler söylersiniz… Estağfurullah Selvigül Hanım, asıl ben teşekkür ederim böyle bir imkânı bahşettiğiniz ve bu vesileyle tarihe benim küçücük dünyamla ilgili birkaç not düşme fırsatını sunduğunuz için. Dediğiniz gibi, gerçekten de benim çocukluk ve yeni yetme olduğum dönemlerde ülkede hem üniversite sayısı çok az hem de köylük yerlerden üniversite tahsili yapanların sayısı yok denecek bir sayıdaydı. İyi hatırlıyorum, 1972 yılında Reşadiye’de ortaokul son sınıfta iken, Aşağı Süleymanlı köyünden ismini şimdi çıkaramadığım bir lise mezunu üniversite sınavında Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazanınca gerek Reşadiye merkezde gerekse bize yakın köylerde “günün haberi” olmuştu. Bu öğrenci yolda yürürken arkasından “üniversiteyi kazanan bu çocuk” diye gıptayla söz edildiği hala hafızamdadır. Üniversite tahsili bir tarafa, öğretmen okulu, sağlık meslek okulu gibi lise dengi okulları kazanmak da kazananlar ve aileleri için büyük bir gurur vesilesidir. Çünkü o günün şartlarında genelde köy yerlerinde ailelerin öncelikli hedefi, çocuklarının kısa yoldan meslek sahibi olmak suretiyle hayata atılmaları idi. Bu sebeple ilkokul öğretmeni, ebe, hemşire, sağlık memuru, ziraat teknisyeni olmak, ulaşılması kolay bir hedef değildi. Bu mesleklerden birini elde etmek, her şeyden önce ekonomik olarak geleceğini garanti altına almak ve keza aileye ciddi katkı sağlamak anlamına gelmekteydi. “Öğretmene varamadım//Naylon çorap giyemedim//Karyoladayatamadım//Abum abum kız abum” şeklinde başlayan Reşadiye türküsündeki genç bir kıza ait sitemi bu ortam ve şartlar içerisinde anlamak gerekir.


Benim kendi durumuma gelecek olursak, evet ben köyümüzde üniversite tahsili yapan ilk kişi oldum. Bunu öncelikle takdir-i ilahî çerçevesinde bazı imkânların bir araya gelmesinin bir sonucu olarak değerlendirmekteyim. Başarılı sayılabilecek bir ilkokul öğrenciliği dönemim oldu. Geleceğe yönelik motivasyon bakımından bu dönemde belleğinize yerleşen sözler ve eylemler çok önemlidir. Bunlar sizin için ya birer itici güç olabilir ya da önünüzde birer takoza dönüşebilir. İlkokul öğretmenlerimin teşvik edici sözlerini, ileriki yıllarda hep arkadan esen ve ileriye doğru hızımı artıran rüzgârlar olarak hissettim. Ailemden de benzeri sözler duydum. Rahmetli Hüseyin dayımın ben daha ilkokul iki ya da üçüncü sınıfta iken “benim oğlum okuyacak büyük adam olacak, müftü olacak” mealindeki cümlesini her daim hatırladım. İlkokulda sınıfın başarılı ilk birkaç öğrencisi içinde oldum. Bu durumum Ortaokulda da, ilk sınıf hariç aynen devam etti. Ortaokul birinci sınıfta ilk defa karnem de zayıfla tanıştım. Bunda Ortaokul tahsili için anne babamı geride bırakarak Ankara’daki ağabeyimin yanına gitmiş olmamın ve bu münasebetle çektiğim hasretin rolü olmalıdır. Ortaokul ikinci sınıfta durumum nispeten daha iyi oldu. Son sınıfı okumak için tekrar Reşadiye’ye döndüm. Orada, şartları kolay olmasa da, pansiyonda kalmamın çok yararını gördüm. Akşamları hocaların kontrolünde gerçekleştirilen etüt çalışmaları, zamanlı ve sistematik çalışma gibi bazı alışkanlıkları kazanmama yardımcı oldu. Defterim bittiğinde inşaatların sağına soluna atılan boş çimento torbası kâğıtlarını toplayıp bunlardan harita metot defteri hazırlamasını öğrendim. Bu aslında şu anlama gelmekteydi: azim ve irade varsa imkânda bir şekilde ortaya çıkar. Nihayet ortaokul bitmiş, en büyük hayalimiz olan öğretmen okulu için sınava girme zamanı gelmişti. Köyde harman yerinde döven sürerken posta yoluyla gelen bir mektuptan Sivas’ta sınava gireceğim bilgisini öğrendim. Üstümdeki tozu samanı silkeleyerek sınav için Sivas’a gittim. Sınav sonucunu beklerken aradan bir iki ay geçti. Bu arada köyde kuzu gütmeye de başlamıştım. Gerektiği gibi hazırlanamadığım için öğretmen okulu sınavının sonuçlarından pek umutlu değildim. Derken gün gelip sonuçlar ilan edildiğinde asil olarak kazanan öğrenciler arasında olmadığımı görünce çok üzüldüğümü itiraf etmeliyim. Ancak yine de umudumu diri tutacak bir sonuç vardı ortada: Reşadiye çapında ikinci yedek olarak kazanmıştım. Aradan bir aylık bir süre geçti. Artık ben geleceğim meslekleri olarak çobanlığı ve çiftçiliği iyice kanıksamaya başlamıştım ki, bir gün Reşadiye'ye gidip ellerim ve sesim titreyerek telefon ettiğim Gümüşhane Maraşal Çakmak Öğretmen Okulu müdür yardımcısından “Reşadiye’deki bütün yedekler kayıt yaptırmak için hemen Gümüşhane’ye gelsinler” cümlesini duyduğumda, kulaklarıma inanamadım. “Hepimiz gelelim mi? sorusunu birkaç kez tekrar ettim, emin olmak için. İşte o an kader okları bana başka bir istikameti göstermekteydi.


Nihayet, henüz on üç yaşını yeni tamamlamış bir yeni yetme iken hayatımın dört yılını geçireceğim Gümüşhane Maraşal Çakmak Öğretmen Okulu’na gittim. Burada geçen dört yılım benim için çok öğretici ve eğitici oldu. O günün şartlarında memleketime oldukça uzak bir yerde, Gümüşhane’de, aile efradımdan, akrabalarımdan kimsenin olmadığı bir ortamda yaşamayı, ayakta kalmayı öğrendim. Ortaokul son sınıfta alışık olduğum etüt çalışmalarını, daha düzenli ve bilinçli bir şekilde burada da devam ettirdim. Bulunduğum sınıfın ilk üçü arasında olmayı burada da sürdürdüm. Öğretmen okullarının o dönemde eğitim durumu düz liselere göre daha ilerde idi ve ilkokul öğretmeni olarak mezun olacağımız için bize ayrıca bir köy ortamında nasıl liderlik edileceğinin bilgisi kazandırılmakta, ilkokullarda yaptığımız stajlarla meslekî donanımımız güçlendirilmekte, ayrıca sanat ve musiki alanlarında da beceri kazandırılmaktaydı. Mesela ben hem güzel yazı yazma hem de musiki konusunda okuduğum okulun imkânlarından ziyadesiyle istifade ettim. Maalesef 1970’li yılların sonlarından itibaren bu güzide kurumlar gündelik politikanın nüfuz alanlarına dönüştüler. Bugün yaşadığımız eğitim problemlerinin temelinde o dönemde başlayan yozlaşmanın da muhakkak ciddi etkileri vardır.


Şu hususu da ifade etmeden geçmemeliyim: Bizden önceki dönemde olduğu gibi bizim dönemimizdeki öğretmenler de çok idealist insanlardı. Gerek ortaokulda gerekse ve bilhassa öğretmen okulunda öğretmenlerimizden hiç birinin günü kurtarmak için hareket ettiklerini görmedim. Hepsi kendi alanlarında en iyiyi yapmak için gayret sarf etmekteydiler. Bir yıl boyu aynı ceketi giyen, silmekten ceketinin yakaları yıpranmış öğretmenler gördük. O halleriyle anıt gibi önümüzde duran birer modeldi onlar. Onların bize aşıladığı ruh hali sayesindedir ki, öğretmen okulundan mezun olup da bizden tayin olmak için beş il ismi istendiğinde, verilen formlara çoğumuz beş ilin ismini vermek yerine “Türk bayrağının dalgalandığı her toprakta hizmet yapmaya hazırım” cümlesini yazmıştık. Aslında bu cümle, bir bakıma, devletimizin bizim gibi kıyıda köşede kalmış köy çocuklarını toplayarak verdiği parasız yatılı eğitim ve sonunda kazandırdığı meslekle topluma hizmet etme imkânı bahşetmiş olması karşısında duyduğumuz minnetin bir ifadesiydi.


Hocam siz öğretmen okulu mezunusunuz bahsettiğiniz gibi genelde sizin kuşak yatılı okullarda ve daha çok öğretmen okullarında okudu. Özgeçmişinize baktığımızda bir yıllık kısa bir süre öğretmenlik yaparak İlahiyat Fakültesi’ne devam ediyorsunuz. Hem öğretmenlik yapıyor hem de yine üniversite okuyarak kendinizi geliştirmeye çalışıyorsunuz ve ilahiyat gibi zorlu bir bölüm tercih ediyorsunuz. Öğretmen de kalabilir bu şekilde de eğitimciliğinize devam edebilirsiniz. Sizi akademisyenliğe yönelten saikler neler oldu hocam bu konuda bize neler söylersiniz?


Öğretmen okulunu bitirdikten sonra Erzurum’un İspir ilçesinin eski adı Kadmir, yeni Çatak bahçe olan bir köyüne öğretmen tayin edildim. Yıl 1977. İçine araba giremeyen, en yakın yol 5 km uzağından geçen 30-35 hanelik, Çoruh nehrinin kıyısında kurulu küçük bir Anadolu köyü. Köyde henüz devlet tarafından yapılmış bir okul da yoktu. Köylüler eski olduğu için terk ettikleri köy odasını okula çevirmişlerdi. Ben köye giden üçüncü öğretmendim. Yirmi saati aşan uzun bir yolculuğun ardından köye vardığımda okulların açılmasına iki gün vardı. Okul diye tahsis edilen yere gittiğimde gördüğüm manzara beni şaşkına çevirmişti. İçeride ayakta sağlam tek bir sıra ve masa yoktu. Zemin sıra ve masa kırıklarıyla kaplı vaziyetteydi. Köylü “devlet yapsın” mantığıyla okula elini sürmüyordu. İlk Ustalık denemem orada başladı. Rahmetli babam ustaydı. O çalışırken çoğu kere ben de onu izledim. Demek ki göre göre belleğe bir şeyler kazınmış. Köylüden keser ve testere bulmalarını istedim. Ayrıca çivi satın aldım; eli kolu sıvayarak kırık masa ve sıraları bir ölçüde tamir edip eğitimi başlattım. Beş sınıfın bir arada olduğu bir okuldu ancak, karşımda farklı seviyede dokuz grup öğrenci bulunmaktaydı. Bu kadar farklı gruba ders vermek şüphesiz hiç kolay olmadı. Derken kış soğukları başladı. Okulu aydınlatan tek bir pencere vardı, o da küçüktü ve içeriye gün ışığı yeterince girmiyordu. Bu sebeple kapıyı da açarak içerinin biraz daha aydınlık olmasını sağlıyordum. Fakat bu sefer de soğuklar artınca öğrenciler grip olmaya, dizleri sızlamaya başladı. Kapıyı kapatsam içerideki ışık yetersiz kalmaktadır. O günlerde köye henüz elektrik de gelmiş değildi. “İki arada bir derede kalmak ”böyle bir şey olmalıydı. Bu arada, öğretmen masası koyacak yer olmadığı için benim gün boyu ayakta kalmak zorunda olduğumu da kaydetmeden geçmemeliyim. Bu çıkmaza bir çözüm bulmak için arayışa başladım. Erzurum Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü’nün bazı köylere ilkokul yaptırdığı şeklinde bir haber kulağıma çalmıştı. Bunun üzerine Üniversite Rektörlüğü’ne durumumu anlatan bir mektup gönderdim ve bizim için de bir okul yapmaları ricasında bulundum. Bir ay sonra Üniversite rektörü Prof. Dr. Hurşit Ertuğrul imzasıyla verilen cevapta üniversitenin böyle bir uygulamasının olmadığı dile getirilmekteydi. Bu sefer durumumuzun bilinmesi için TRT Erzurum Radyosu’na bir mektup gönderdim. Sabah programlarından birinde spiker mektubumu okudu, dertlerimi dile getirdi. “Öğretmenimiz karşılaştığı sorunların çözümünü bizlerden daha iyi bilir” diyerek çözüm adresi olarak tekrar, çözümsüzlük içinde kıvranan bu fakiri gösterdi. Meselenin peşini bırakmadım. Bu durumu doğrudan Erzurum İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yazdım. Orası da İmar İskan Müdürlüğü’ne yazmış. Derken bir gün iki kişi okulu görmek üzere geldiler. Okul nerede diye sorduklarında, tam yanınızda diye cevap verdim. Yanlarında okul olarak kullanılan yıkık dökük eski köy odasının ilkokul olarak hizmet verdiğini nerden bilebilirlerdi? Kapının söyelerine bakıp “bunlar çürük” dediler. Zemin üzerine ayaklarıyla bir iki vurdular “taban zayıf” dediler. İçerideki havayı teneffüs ettiler, “burası havasız” dediler; ışığa baktılar “ışık yetersiz” dediler. Dediler de dediler. Ben de kendilerine “işte bunun için sizi çağırdık. Şartlarımızı görün ve bize bir okul yapın lütfen!” dedim. Yaklaşık yirmi gün sonra, yapılan keşfin sonucu ve buna göre bulunan çözüm bana bildirildi: “Okul olarak kullandığınız bina eğitim-öğretime uygun değildir. Ayrıca yıkılma tehlikesi mevcuttur. Derhal daha sağlam başka bir bina bulup oraya taşının, aksi takdirde köydeki öğretmen kadrosu iptal edilecektir.” Harika çözüm! Hani derler ya “sorun çözmenin en iyi yolu sorunu görmemektir”. Bizim teftiş heyeti ve onların bilgisini

esas alan Milli Eğitim Müdürlüğü tam da bunu yapmıştı. Ancak bütün bu olanlara rağmen geri adım atmak niyetinde değildim. Bu sefer köy muhtarını alıp doğrudan İl Milli Eğitim Müdürünün kapısına dayandım. En sonunda köye ilkokul yaptırma kararını aldırdım ve bahar geldiğinde okul inşaatı başladı. Bu arada eğitimi, bahar döneminin sonuna kadar İstanbul'da İkamet eden bir köylünün evini okula çevirmek suretiyle devam ettirdim. Bu adımları attığımda henüz on sekiz yaşındaydım. Birkaç aylık kısa bir süre içinde bir taraftan bürokrasinin soğuk ve umursamaz yüzüyle karşılaşırken diğer taraftan kendi geleceğimle alakalı olarak başka bir karar mı vermeliyim sorusunu sormaya başlamıştım. Köylünün umursamazlığı, öğrencilerin maruz kaldığı sıkıntılar, bürokrasinin duyarsızlığı, kalacak bir yerimin olmaması gibi sorunlar üst üste gelmişti. Camiye bitişik imam için yapılmış tek göz bir odada kalmaktaydım. Geceleri fareler ahşap döşemelerin arasında kalıpçı ustalarının keser seslerini andıran takırtılarla bana refakat ederek, adeta, “sana geceleri uyku haram” demeye getiriyorlardı. Bu arada camide müezzinlik yapma görevi de bana kalmıştı. Köylü ilk defa beş vakit namaza gelen, üstelik bir de müezzinlik yapan bir öğretmen figürüyle karşılaştığı için beni çok sevmişti. Onlara vaaz edecek bilgim yoktu, ancak namaz sonrasında en azından takvim yapraklarındaki dini bilgileri ya da önceden hazırladığım bazı notları okumaktayım. Bu da çok hoşlarına gitmişti. Fakat bir husus ziyadesiyle dikkatimi çekmek ve son derece beni rahatsız etmekteydi. Camide beş vakit namaz kılan insanlar, cami dışına çıktıklarında birbirleri aleyhinde söylemedik söz bırakmıyorlar, gıybet ve dedikoduyu su gibi tüketiyorlar. Bu durum beni bu şekil bir dindarlığı sorgulamaya götürdü. Öte taraftan köye ayda bir gelip vaazlar veren Recep Hoca adındaki bir zat-ı muhteremden de din konusunda çok etkilendim. Bu arada bir de Eşrefoğlu Rumî’nin Müzekkin-i Nüfus adlı eseri elime geçti. Bu eser beni Recep Hoca’nın vaazlarından bile daha fazla etkiledi dersem, abartı olmaz. Bütün bunlar bende dinî arayış sürecini hızlandırdı. “Ne pahasına olursa olsun İslam’ı öğrenecek bir yol bulmalıyım” demeye başladım. Bir ara doğudaki medreselerden birine gidebilir miyim diye düşündüm. Sonra en doğrusunun İlahiyat Fakültesi’ne gitmek olduğuna karar verdim. Bunun için üniversite sınavına girmek, sınavda başarılı olmak için hazırlanmak gerekiyordu. Bu maksatla Ankara’dan posta yoluyla bir test kitabı getirttim ve günlük olarak sınava hazırlanmaya başladım. Sınava girdikten sonra o zaman Türkiye’de tek olan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi il ve tek tercihim oldu ve sonunda Rabbimin lütfuyla kazandım. Çevremdeki kimi insanlardan imam-hatip mezunu olmadığım için İlahiyat tahsili alırken çok zorlanacağımı, başarılı olamayacağımı söyleyenler olduysa da ben kararlıydım. Netice itibariyle 1978 yılında kaydolduğum Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini Rabbim bana, yaşadığım kimi güçlüklere rağmen, dönem birincisi olarak bitirmek lütfunu bahşetti. Fakülte’den ayrılacağım gün sınıfıma oturdum, “Rabbim beni buradan ayırma” diye gözyaşı dökerek dua ettim. Zaten öğrenciliğim esnasında Arapçamı, Kur'an Bilgimi ve kıraatımı, ayrıca yabancı dilimi geliştirmek için ek çalışmalar yapmıştım. Amacım, asistan –şimdi Ar. Gör. deniyor- olarak Fakülte’de kalmaktı. Ancak bu hemen olacak birşey değildi. Asistan olabilmek için kadro ilan edilmesi, kadro için açılacak sınavda başarılı olması gerekiyordu. Ufukta kadro ilanına dair bir ışık da görülüyor değildi. Öte taraftan yaşamak için bir iş bulmam da bir zorunluluk haline gelmişti. Bu maksatla öğretmen olarak tayin edilmek için Milli Eğitim Bakanlığı’na müracaat ettim. İstanbul Erenköy Kız Meslek Lisesi’ne Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni olarak tayinim çıktı, ancak 12 Eylül Darbesinin Milli Eğitim Bürokrasisi, tayinimim gerçekleşmesine izin vermedi. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın İhtisas Merkezi Kursu’nun sınavına girdim ve kazandım. Ancak o sırada çalışan bir memur olmadığım için oraya da başlayamadım. Bu sefer memur olabilmek için Ankara Müftülüğü’ne gidip beni imam tayin etmelerini söyledim. Müftülük’ten İmam-Hatip Lisesi mezunlarının imam olarak tayin edildikleri, dolayısıyla Fakülte mezunlarının böyle bir hakka sahip olmadıkları cevabını aldım. Garipliğe bakar mısınız? İlahiyat Fakültesi Mezunusunuz, ama sizi imam tayin etmiyorlar. Şimdi ise, imam tayin edilmek için Fakülte Mezunu olmak şart. Bu sefer müftülük sınavına girdim. Sözlüsünü kazandım. Daha sonra yazılı sınava girecektim. Ne var ki, Fakültedeki Yüksek Lisans sınavı günü ve saati ile müftülük sınavı aynı gün ve saate denk gelmesin mi? Müftülük sınavını kazanmam zor olmayacaktı, çünkü hazır vaziyetteydim. Ancak tam bu merhalede bir ikilemle karşı karşıya geldim: Ya müftülük sınavını kazanıp müftü olarak göreve başlayacaktım ya da ne zaman ilan edileceği belli olmayan asistanlık kadrosuna, dolayısıyla da akademik hayata hazırlık olmak üzere Yüksek Lisans sınavına girecektim. İkinciyi tercih etmem durumunda geçim sıkıntısı içinde olacağım yüksek ihtimal dâhilindeydi. Ancak üniversite tahsili için öğretmenlik mesleğini gözü kırpmadan bırakan ben, akademik hayata atılmak için Müftülük sınavında vazgeçmeye de hazırdım ve nitekim de vazgeçtim. İşte bu suretle hayatımda ikinci bir istikamet belirlemesi söz konusu oldu. Yüksek Lisans Sınavını kazandıktan sonra sevdiğim bir işi yaptığım için yaşadığım ekonomik sıkıntıları çok da dert etmedim. Tabii, bu vesileyle bir hakkı teslim adına bu süreçte evlerinin kapısını bana açan Hamza (Halil) ve Hüseyin(Cemaleddin) ağabeylerime ve kıymetli yengelerime ve özellikle de rahmetli anneme şükran borçlu olduğumu ifade etmeliyim. Rabbim sevgili anneme rahmetiyle muamele etsin .Ağabeylerime ve yengelerime uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.


1982’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitiriyorsunuz. “Endülüs’te Müvelledûn Hareketleri” isimli tezinizle 1989’da doktor ünvanı alıyorsunuz. Yine 1993’te doçent, 2000'de profesör oluyorsunuz. Hocam tezinizde de gördüğümüz gibi Endülüs Tarihine, Endülüs'ün Kültür ve Medeniyet hareketlerine doğru akan araştırmacılığınız var. Endülüs Medeniyeti Araştırmayı tercih ediyorsunuz, bunun sebebini sorsam ki çok zorlu bir süreç olduğunu görüşmelerimizle anlatmıştınız, okurlarımız için de bu zorlu süreçten kısaca bahsedip neden bu konuyu seçtiğinizi öğrenebilir miyiz hocam bu konuda bize neler söylersiniz? Aslında lisansüstü çalışmalarıma ilk başladığımda Endülüs aklımda hemen hiç yoktu. Ben Daha ziyade Hz. Peygamber dönemiyle ilgili konulara merak duymaktaydım. Fakat doktora dersleri esnasında İslam Tarihi hocamız Prof. Dr. Mustafa Fayda Bey -Allah uzun ve sağlıklı ömür versin- sıklıkla Endülüs çalışmanın önemini ve Türkiye’de İslam tarihinin bu kısmına akademik camiada pek ilgi duyulmadığını, bunun başlıca sebebinin İspanyolca bilmemekten kaynaklandığını söyler, dolayısıyla da Endülüs çalışmaya ve İspanyolca öğrenmeye meraklı birinin çıkmasını çok arzu ederdi. Bende Endülüs merakı ilk bu şekilde başladı. Hocam Teşvikiyle Endülüs tarihi ve medeniyeti hakkında ön okumalar yaptım. Okudukça merakım arttı ve sonunda bir daha kopmamak üzere Endülüs çalışmalarına yöneldim. Bu vesileyle beni bu alana yönlendiren ve ilk doktora öğrencisi olduğum Prof. Dr. Mustafa Fayda Bey Hocam bir kez daha minnetle ve saygıyla anıyorum. Bu vesileyle Hocam’a da uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum.


Hocam alanınızla ilgili olarak Mısır, İspanya ve İngiltere’de bulundunuz, hem araştırma çalışmaları yaparken, hem de bizzat sosyal ve kültürel hayat olarak içinde bulunduğunuz doğu ve batı kültürlerinde en çok sizi etkileyen belli başlı saikler nelerdi? Doğu ve Batı kültürlerinin medeniyet dokusunda yer alan ana etmenlerin, halkların kültür sanat, sosyal hayat ve inanç olarak yaşantılarına yansımaları nasıldı diye sorsam bu konuda neler söylersiniz hocam?


Doğu’da Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Suriye, Ürdün ve Mısır’ı tanıma imkânı buldum. Coğrafyalar farklı da olsa, araya resmi sınırlar da girmiş olsa, Müslüman halklar arasında İslam'ın ciddi bir kaynaştırıcı pota teşkil ettiğine şahit oldum. İslam’ın sınırları aşan kardeşlik ruhu ve hukukunun pek çok örneği, hala sımsıcak anılar şeklinde hatıramdır. Selamlaşmak, lokmayı paylaşmak, İslam dünyasının bugünü ve yarınına dair kontrollü ancak samimi sohbetler… Buna karşılık rejimlerden kaynaklanan kontrol ve sansür mekanizmalarının sıkılığı nedeniyle entelektüel kesim arasında İslam dünyasının boğuşmakta olduğu sıkıntılar karşısında çözüm üretebilecek fikri zeminlerin ve kanalların yeterince açık ve rahat olmadığını da tespit ettim. Bu sebeple de pek çok düşünen beyin, ancak değişik vesilelerle eleştirdiğimiz Batılı ülkelere göçmek ya da kaçmak suretiyle kendilerini ifade etmek imkânı bulabilmişlerdir. İslam dünyasının geneli gibi, az önce sıraladığım ülkeler de, geçmişin makul bir muhasebesini yapamadıkları için karşılarına çıkan problemlerle baş edememektedir. Bu ülkelerde tarih, mevcut durumu değerlendirmek ve geleceğe hazırlanmak için zengin bir hazine olarak değerlendirilmesi gerekirken, geçmişin kavgasını vermek için kullanılan bir malzemeye dönüşmüş vaziyettedir. Bu da Müslüman dünyasını, maalesef tarih dışına bitmektedir. Öte taraftan iş ahlakı noktasında da gezip gördüğüm Müslüman ülkelerde ciddi zaafların bulunduğuna yaşayarak şahit oldum. Keza gördüğüm Müslüman ülkelerde sözün ve zamanın da çok fazla değerinin olmadığını fark ettim. Buna mukabil Batı’da tam tersi bir durumla karşılaşmamın beni oldukça şaşırttığını itiraf etmeliyim. Batı güzellemesi yapmayı hiç sevmem. Çünkü bilhassa Batılı siyaset esnafının dünyanın en mürai ve ikiyüzlü insanlar olduklarını, “saman altından su yürütme” ifadesinin en çok onlara yakıştığını gayet iyi biliyorum. Bunu hem tarih okumalarımdan hem de içinde bulunduğum ülkelerin siyaset erbabının gözlemlediğim davranışlarından biliyorum. Bununla birlikte Batılı halklar için daha temkinli konuşmayı tercih ederim. Batılı halklar, Müslüman toplumlarla mukayese edildiğinde daha şeffaftırlar. Sivil toplum bilinci geliştiği için siyasete karşı eleştiri kanalları Müslüman ülkelere kıyasla daha açıktır ve bu kanalları kullanmakta da ısrarlıdırlar. Bu Sebeple Batılı siyasetçilerin toplumlarını dâhili meselelerde manipüle etmeleri, imkansız olmasa da, çok kolay değildir. Müslüman toplumlar ise, maalesef, itaat ve korku temelli bir kalıp içinde hareket ettiklerinden yönlendirilmeleri çok daha kolaydır. Öte taraftan Batılı Toplumlarda iş ahlakının Müslüman toplumlarla kıyaslanamayacak derecede ileride ve işlevsel olduğunu özellikle belirtmeliyim. Biz kendi akademik kurumlarımızda Hz. Peygamberin Hayatına dair bir makaleyi yahut kitabı okutmakta zorlanırken, söz konusu Batılı ülkelerin üniversitelerinde öğrencilerin alanları ne olursa olsun, nasıl ibadet eder gibi, canhıraş bir şekilde çalıştıklarını görünce gıpta etmediğimi söyleyemem. Bundan başka, aynı dünyada sözün ve bilhassa zamanın bizlere kıyasla daha fazla önemsendiğine tanık oldum. Bir örnek versem mesele daha iyi anlaşılacaktır. 2005 senesinde Batı’da Hz. Muhammed Tasavvuru adlı çalışmayı yapmak için İngiltere’de iken kısa ismi SOAS olan School of Oriental and African Studies isimli Fakülteye ilk gittiğimde, İslam Araştırmaları Merkezi müdüründen randevu alarak ziyaretine gittim. Müdür, profesör unvanına sahip Mısırlı bir tefsir hocasıydı. Ziyaret esnasında ondan Fakültenin kütüphanesinden ve bilgisayar laboratuvarında yararlanmam için bir giriş kartı çıkartılmasına yardımcı olmasını istedim. O da gerekli bilgileri not alarak hemen yardımcı olacağını söyledi. Bir hafta sonra kartı almak için gittiğimde, talebimi unutmuş olduğunu fark ettim. Aynı bilgileri yeniden verdim. Bu sefer iki hafta sonra gittiğimde kart için hiçbir teşebbüsün yapılmadığını gördüm. Hoca bana bir kez daha “senin işini halledeceğim” dedi, ancak bu sözünün üzerinden üç hafta daha geçmesine rağmen yine bir sonuç yoktu. Bunun üzerine bir İngiliz profesörden randevu alıp kart çıkarılmasına yardımcı olması ricasında bulundum. Bu hoca bana “yarın saat 11.00’de gel. Kartı ben odamda isem benden alırsın, odada olmazsam, kapının yanındaki sepete korum, oradan alırsın” dedi. Ertesi gün gittiğimde İngiliz hoca odasında yoktu ama ihtiyacım olan kart sepette idi. İki dünyada sözün ve zamanın değerine dair çarpıcı bir örnektir bu. Fakat Batı'da eksik olan şeyler de yok değil. Bunlardan biri, ben merkezli davranış ve tutumlarını yaygın olmasıdır. Elbette bunun istisnaları da mevcuttur. Yardımsever ve paylaşımcı bireylerde topluluklar da eksik değildir. Ancak baskın olan egoizmdir. Günümüzde ırkçılığın temelinde aslında bu zihniyetin de belli ölçüde payı olduğu muhakkaktır. Son zamanlarda tekrar okuduğum Muhammed Esed’in ‘Mekke’ye Giden Yol’ adlı muhteşem kitabında bir ifade dikkatimi çekti, aynen yazıyorum: “Kendi kendime, neredeyse fiziksel bir ürpertiyle soruyorum: Zeyd ve onun soydaşları, çevrelerinde gittikçe daralan, öylesine sinsice, öylesine acımasızca yaklaşan tehlikeye karşı ruhlarını ne zamana kadar okuyabilecekler? Batı’nın ayartıcı çehresi karşısında Doğu’nun artık kolay kolay kayıtsız kalamayacağı bir çağda yaşıyoruz, Toplumsal, siyasal, ekonomik ve daha binlerce etkili unsurlarıyla Batı, Müslüman dünyanın kapılarına balyoz darbeleri indirmektedir. Yirminci yüzyıl Batı dünyasının bu darbeleri altında Müslüman dünya yıkılıp gidecek ve yıkılırken de sadece kendi geleneksel biçimlerini değil, manevi köklerini de mi kaybedecek?” diye sorar yıllar öncesinden, bu soruyu hiç değiştirmeden şimdiki zamanımıza taşıyarak Batı’da ve Doğu’da bulunmuş Amerika’da Üniversitelerde ders vermiş birisi olarak size sorsam neler söylersiniz hocam?


Gelişmiş Batı ülkelerinin, özellikle de ABD’nin gelişmekte olan ülkelere yönelik en büyük tahribatı, insanlığın öteden beri tecrübe ederek iyi olduğunu tescillediği değerleri, Kur'an'ın ifadesiyle “maruf”u hoyratça dışlayan bir hedonist anlayış ve kültürü enjekte etmesidir. Bu hedonist, sadece keyfini ve dünyevi zevklerini önceleyen hayat tarzı, tüketim ekonomisi ve endüstrisi ile birleşince, insanları kelimenin tam anlamıyla gönüllü köleye dönüştürmektedir. Gerçek güzelliğin ruh güzelliği, ahlaki donanım ve davranış olduğu bilincini içselleştirmeye kitleler, kozmetik sanayiinin demirbaş müşterisi olmaktalar. Zaruri bir ihtiyaç olmadığı halde yapılan “estetik” operasyonlar, daha güzel gözükme uğruna cildin tabii yapısını mahveden kişiyi ileride cilt kanserine amade kılan bin bir türlü sentetik makyaj malzemesi… İnsan Fıtratına uymadığı halde hemcins “evlilikleri”, bir diğer ifadeyle Lut kavmine özenme tezahürleri, evlerinde ya da bakımevlerinde yalnızlığa terk edilmiş yaşlılar, Allah’ın en büyük lütfu olan annelik duygusunu arkaik bularak aile kurumuna savaş açan kimi kadın hareketleri, sokaklara ve köprü altlarına terk edilmiş garip gureba, sokak çetelerinden oluşturulup dünyanın dört bir yanında resmi üniformalarının altında bile sivil katliamları apaçık işlemekten çekinmeyen gangster tıynetli ordular, bir günlük zevk uğruna, fakir bir ülkenin bir yıllık yiyecek giyeceğini karşılayacak derecede aşırı harcamaların yapıldığı festivaller, sırf silah sanayilerinin ayakta kalması için tahrik ve teşvik edilen bölgesel savaşlar… Listeyi uzatmak mümkün. Batılı ülkeler bugün kendi dışındaki ülkeleri, teknolojik üstünlüklerin verdiği güçle deneme tahtasına çevirmiş bulunmaktadırlar. Bu üstünlüğe direnmenin tek bir yolu var: Birlik olmak, akıllı olmak ve hepsinden önemlisi ahlaklı olmak. İki yıl Latin Amerika ülkesi Kolombiya’da ders verdim. Toplumun, ailenin nasıl çözüldüğünü, sosyal bünyeyi dayanıklı kılan “marûf” kabilinden geleneksel değerlerin nasıl gücünü kaybetmekte olduğunu, kilisenin çağrılarına hedonist anlayışın yaygınlaşmasına bağlı olarak toplumun nasıl sağır kesildiğini, bu durumun kanun ve nizam, hak ve adalet kavramlarını nasıl kemirdiğini, bunun neticesi olarak harika bir coğrafyaya ve zengin kaynaklara sahip bir ülkenin bunların başkaları tarafından sömürüldüğünü nasıl fark edemediğini, adalet ve nizam fikri kaybolduğunda çeteleşmenin ve anarşinin nasıl meşruiyet kazandığını acı bir tecrübe olarak yaşadım. Ülkenin başkentinin güvenlik ve ekonomik seviye bakımından altı bölgeye ayrıldığını, altıncı bölgede yaşayan zenginlerin fakir fukaranın sefalet içinde yaşadığı birinci bölgeye ancak kılık değiştirerek girmelerinin mümkün olduğunu gördüm. Maalesef Kolombiya’ya dair bu tezahürlerin İslam ülkelerinde olmadığını söyleyemeyiz. Kahire’ye gittiğinizde de benzer bir manzarayla karşılaşabilirsiniz. Bu tarihi İslam şehrinde bugün mezarlıkların bile nasıl yoksullara mesken olduğunu ibretle görmeniz mümkün. Başta Suudiler olmak üzere Körfez ülkelerinin buraya yardımı, insanların refahlarına katkı sağlamak için değil, maalesef kendilerine müzahir bir yönetimi iş başında tutmak için.


Hocam Endülüs’te Müslümanlar eşsiz bir medeniyet kurmuşlar, hem kültürel anlamda, hem sanat ve estetik, mimari anlamında zirve bir dönem yaşanmış, ayrıcı ne kadar yüksekte olursa olsun saraylara sular taşınmış adeta bir su kültürü ve “yeşil devrim” gerçekleşmiş, Avrupa’da eşi benzeri bulunmayan bir eşsiz medeniyet kurulmuş. Hocam yine sizin de belirttiğiniz gibi, Endülüs böylesine muhteşem bir tarihi mirasa rağmen, 1609’da son Müslüman kalıntılarının da topraklardan sürgün edilmesinin arkasından unutulmaya terk edilmiş, sizce bunun sebebi nedir hocam, bu konuda bize neler söylersiniz? Bu durumu izah etmek için birçok sebep ileri sürülebilir. Ancak ben sadece iki tanesi değişmekle iktifa edeceğim. Bunlardan birincisi, Osmanlı Devleti’nin 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması ile birlikte dünya siyasetindeki gücü ve etkisinin azalmaya başlamasıdır. Bu antlaşma sonrasında Batı’da Osmanlı’ya karşı meşhur Kutsal İttifak kurulmuştur. Bunu, Osmanlı hâkimiyetindeki toprakları hedef alan sömürge faaliyetleri ve savaşları takip etmiştir. Sürekli savunma pozisyonunda kalan ve toprak kaybetmeye başlayan Osmanlı, sınırları dışındaki Müslümanları düşünmeye daha az vakit ve imkân bulabilmiştir. Bir diğer ifadeyle evdeki yangın komşuyu unutturmuştur. İkinci sebep ise, eğitim sistemimizde Endülüs dâhil olmak üzere İslam dünyasındaki gelişmeleri kronolojik olarak hatırlatmayı hedefleyen bir tarih dersinin mevcut olmayışıdır. İbn Haldûn tarafından ilimlerin anası olarak nitelenmesi rağmen bizde tarihin eğitim sistemi içerisine zorunlu bir disiplin olarak girmesi, ancak XIX.yüzyılın sonlarında başlamıştır. Doğrusu bunu da Batı’nın tesirine borçlu olduğumuzu itiraf etmeliyim. Tarih olmadan toplumsal belleğin sağlam bir tarih bilinci oluşturmayacağı maalesef çok geç kavradık. Bu bizde tarihin hiç olmadığı anlamına gelmez. Elbette ulemadan tarihe ilgi duyanlar, hacimli tarih kitapları yazanlar vardı. Ancak bunların hepsi bireysel entelektüel merakın sonucuydu. Devletin eğitim sistemi vasıtasıyla toplumsal hafızayı bilinçlendirmek sadedinde Tarihten istifade yoluna gitmesi, dediğim gibi, çok geç olmuştur. Bu ihmal sebebiyledir ki, bir medrese öğrencisi, bırakın Endülüs’ü bir tarafa, Hz. Peygamber dönemi olaylarını bile kronolojik bir sıra içerisinde bilme ve değerlendirme noktasında yeterli müktesebata sahip değildi.


Ancak şu kadarını da eklemeliyim: Osmanlı ziyadesiyle toprak kaybettiği XIX. yüzyılda Endülüs'ü hatırlamaya başlamıştır. Bunun sebeplerinden biri, ‘çöküş sendromu’dur. Endülüs Müslümanlarının güçlü bir medeniyet kurduktan sonra tarih sahnesinden çekilmiş olmaları, benzer bir süreç yaşamakta olan Osmanlı’nın aynı akıbetle karşılaşmaması için Osmanlı münevverlerini harekete geçirmiş, bu bağlamda Endülüs’ün yıkılış serüveni ve sebepleri irdelemeye çalışılmıştır. Endülüs Medeniyeti Müslümanların bu topraklardan sürgün ve adeta kıyıma uğramasından sonra iki asır süren unutulmuşluğun arkasından 19 yüzyılın başlarından itibaren İspanyol tarihçi Conde, Endülüs tarihini bütünsel anlamda araştırarak tarafsız bir bakış açısıyla ilk şarkiyatçı olarak ortaya çıkan kimsedir.

Hocam sonrasında Avrupalı şarkiyatçılar araştırmalarını sürdürerek hem Avrupa tarihine de vakıf olmaları açısından 20. yüzyıl boyunca pek çok şarkiyatçı önemli çalışmalara imza atarak bugüne ulaşan Batı’da Endülüs tarihinin hemen hemen her dönemini ve toplumsal, sanatsal ve siyası yapısını içine alan geniş bir literatür oluşmuş durumda. Müslümanların da çok parlak dönemleri oldu hocam, büyük keşifler yaptılar, sanatsal ve düşünsel pek çok eser bıraktılar arkalarında. Ama Endülüs Medeniyeti konusunda neredeyse bir asır sonra bir uyanma oluyor sizce yeteri kadar araştırma var mı, bu konuya Batılı şarkiyatçılar kadar eğilmişler midir? Daha çok hangi alanlarda yoğunlaşmıştır bu araştırmalar bu konuda bize neler söylersiniz?


Batı’da, özellikle de İspanya’da Endülüs’e dair çalışmalar, sizin de belirttiğiniz gibi XIX. yüzyıl sonlarından itibaren başlamış ve bugün sayısal olarak önemli bir yekûna ulaşmış bulunmaktadır. Batı’daki çalışmalar, Endülüs tarihinin bütün alanlarını içine almaktadır. Endülüs İspanya coğrafyasında şekillendiği için İspanyol tarihçilerin Endülüs tarihi ve medeniyetine yaklaşımları ideolojik tutumlardan etkilenmiştir. Zaten Ortaçağ boyunca Hristiyan kesiminde yazılan kronikler genelde rahiplerin kaleminden çıktıkları için, Endülüs’ü inkâr eden, kötüleyen ve karalayan bir algı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu bakış açısı XIX ve XX. yüzyıllarda da milliyetçi İspanyol tarihçileri arasında ufak değişikliklerle özünü muhafaza etmiştir. Nitekim Endülüs tarihi üzerine çalışmalarıyla maruf olan Simonet, Arapların İspanya’ya medeniyet getirme şanslarının olmadığını söylerken aslında bu görüşü muhafaza ettiğini göstermekteydi. Ancak Aydınlanma ile birlikte Batı Avrupa’da gelişen liberal düşünce, İspanyol entelektüellerin bazılarını da etkisi altına almış ve bu sayede ilk defa Endülüs’e olumlu gözle bakan eserler vücut bulmaya başlamıştır. Nitekim sizin de soruda ismini zikrettiğiniz Conde bu inkârcı çizgiye karşı “Avrupa büyük bir cehalet içinde ve sadece rahiplerin okuryazar olduğu bir durumda iken, Araplar (Müslümanlar) hem Doğu’da hem Afrika’da hem de İspanya’da ilimle donanmış insanlardı.” deme noktasına gelmiştir. YineJoaquín Guichot adlı bir başka tarihçi Historia general de Andalucía adlı eserinde Katolik ve milliyetçi tarihçilerin aksine:“Bu halkın (Müslümanların) müsamahasını/toleransını gördüğümüzde, bilginlerinin kitaplarını okuduğumuzda, muhteşem mimari eserlerini temaşa ettiğimizde, okullarının sayısını öğrendiğimizde, dini nefret yoluyla nasıl karalandıklarını fark ediyoruz. ”demekten kendini alamamıştır. Günümüzde Batı’da İslam düşmanlığın yükselmesine paralel olarak Endülüs tarihi ve medeniyetini olumsuzlayan kitap ve makalelerin sayısında da dikkate değer bir artışın olduğu gözlemlenmektedir. Şüphesiz akademik camiada insaf sahibi araştırmacılar, böyle bir dalgaya prim vermemektedirler, ancak halkın bunlardan çok tarihi maniple eden popülist yazarların etkisi altında kaldıkları da bir vakıadır. Bu sebeple İslam dünyasında, Batı’daki insaf sahibi araştırmacılarla dayanışma içerisinde daha çok çalışmanın yapılması gerektiği hususu izahtan varestedir. Ülkemizde 1980’li yıllara kadar sadece Ziya Paşa’nın Endülüs Tarihi ve birkaç yazı ile hatırlanan Endülüs tarihi ve medeniyeti üzerine son yıllarda giderek artan bir ilginin varlığı dikkat çekmektedir. Bu da beni ziyadesiyle memnun etmektedir. Tabii ilgi duymak güzel, ancak bunu bir de iyi bir tarihçinin sahip olması gereken enstrümanlar ile beslemek gerekir. Bunlar iyi seviyede Arapça, Latince, İspanyolca, Portekizceve İspanyolca bilmek, Hadis metodolojisi ve tarih metodolojisini birlikte hazmetmek ve nihayet alanla alakalı çok okumaktan geçmektedir.


Bu vesileyle başta Mısır, Tunus, Cezayir ve Fas olmak üzere Arap ülkelerinde de bilhassa son yıllarda çok sayıda araştırmanın yapıldığına şahit olmaktayız. Ne var ki kemiyet açısından çok olsalar da bunların bir kısmında keyfiyet açısından ciddi eksikliklerin mevcut olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Bugün maalesef İslam dünyası tarihin bir abartı ve övünme alanı değil, bugünü anlamak ve yarına daha sağlıklı hazırlanmak bakımından bir laboratuvar mahiyetinde olduğunu tam olarak idrak etmiş gözükmemektedir. Bu sebeple de bugün öznesi olamamaktan kaynaklanan yetersizlik ve eksikliğini Endülüs üzerinden abartılı anlatımlara giderek telafi etme yoluna tevessül edilebilmektedir. Evet, Endülüs tarihinin iftihar edilecek pek çok olay, olgu ve medeniyet hamlesi mevcut, ancak aynı tarihte ibretlik pek çok sahne de yok değil. Binaenaleyh madalyonun iki yüzünü görerek tarihe yaklaşmak en sağlıklı yol olacaktır.


Bu noktada 7-8 yıl önce ülkemizde yaşanan bir tartışmaya değinmeden geçemeyeceğim. Bu tartışma tarihe ideolojik yaklaşımların ne kadar tahrif ve tahrip edici olduğunu göstermesi bakımından ibretliktir. Dediğim gibi, 7 veya 8 sene önce muhafazakâr bir gazetenin köşe yazarlarından biri, Endülüs’ü metheden bir yazı kaleme aldı. Verdiği bazı örnekler doğru olmakla birlikte, diğer bazıları gerçeklerden uzak, dolayısıyla da hayal mahsulüydü. Bu yazıya karşı, çok satan merkez medya organlarından birinde, Fransızcadan yaptığı tercümelerle kamuoyunun yakından tanıdığı ve adının önünde Dr. da yazan bir akademisyen bir eleştiri yazısı yazdı. Eleştiri yazısında da bir önceki gibi hem doğru fikirler hem de hiç aslı olmayan, kaynaklarda asla tesadüf edilmeyen ancak, yukarıda bahsettim bazı Katolik ve milliyetçi tarihçilerin propaganda türünden cümleleri boca edilmişti. Hani “al birini vur ötekine” derler ya, aynen o türden iki yazı. Ben her iki yazıyı da eleştiren bir yazı kaleme aldım. Ancak başta atıfta bulunulan muhafazakâr gazete olmak üzere diğer muhafazakâr gazetelerde yazımı yayımlatma imkanı bulamadım. Telefonda “Hocam size döneceğiz” dediler, ama hiç dönmediler.


Hocam, İspanya’da Müslümanların zayıfladığı ve bölgenin işgal edildiği dönemde, Doğu’da büyük bir imparatorluğun temsilci olarak Osmanlılar Anadolu Coğrafyasından başlayarak büyük bir imparatorluğun temellerini atılıyorlar. Osmanlıların Endülüs’e yardım edip etmedikleri hususunda ve gerçekleşen süreçten okuyucularımıza bahsedecek olsanız kısaca neler söylersiniz hocam?


Müslüman entelektüeller, özellikle de Arap olanlar arasında, Endülüs’ün kaybı nedeniyle nostaljiyle karışık bir hicran duygusunun hâkim olduğu öteden beri bilinen ve müşahede edilen bir olgudur. Onlar, bu acı son için sorumlu ararken, Osmanlı’ya pay çıkarmayı da ihmal etmezler. Endülüs’ün zevale yaklaştığı süreçte Osmanlı’nın en güçlü Müslüman devlet olarak temayüz ettiğini, Endülüslüleri kurtarma imkânına sahipken böyle bir sorumluluğu üstlenmekten kaçındıklarını iddia ederler. Tabi bu tamamen şekli bazı tezahürler üzerinden dile getirilen bir iddiadır. Bu iddiada “Osmanlı güçlü ise, her sorunu çözer, çözmeliydi” mantığı hâkimdir. İddiayı dile getiren entelektüellerin bir bölümü İslami duyarlılıklara sahip insanlardır, ancak onlar da tarihi olayları kendi şartları içinde değerlendirme becerisinden uzaktırlar. Bu sebeple sadece duygularını iddiaya dönüştürmüş olmaktadırlar. Bir diğer bölümü ise Arap milliyetçiliğinin tesiriyle Osmanlı ile hesaplaşma sadedinde bunu söylemektedirler. Birinci grup, duygusallıkla hareket ettikleri için mazur görülebilirler. Ancak ikinci gruptakiler, art niyetli ve tarih adına tarihi tahrip etmekle meşguldürler. Onlar bugün de Fransızların ve İngilizlerin çizdiği rotaya uygun olarak Osmanlı’yı “işgalci”, “baskıcı”, “sömürgeci” gibi nitelemelerle kötüleme yarışı içindedirler. Bir taraftan Osmanlı’yı Endülüs’e yardım etmemekle itham ederken diğer taraftan yıllardır Filistinlilere kan kusturan Siyonist Yahudi yöneticilerle gizli ya da açık flört eden müstebit kral ve veliahtlarına toz kondurmazlar. Hatta bunlardan bazıları, Hz. Peygamber’in Hayber’de Yahudilerden ele geçirdiği mallar için bugün “tazminat ödenmeli” diyecek kadar pusulasını şaşırmış vaziyettedirler. Osmanlı’ya dil uzatmakta beis görmeyen “ulema” taifesinden bir grup, bugünlerde Yahudilerle birlikte müşterek bir gelecek kurmanın ne kadar değerli olduğunun güzellemesini yapmakla meşguldürler. Yahudilerle elbette müşterek bir gelecek kurulabilir, komşuluk, iş ve arkadaşlık ilişkileri tesis edilebilir. Bunun temel şartı, İsrail yönetimin zulüm ve düşmanlıktan vazgeçmesi, kendi haddini ve sınırını bilmesi, bu zamana kadar yaptığı zulüm ve baskıları itiraf edip gereğini yapmasıdır. Böyle davranacak bir İsrail yönetimi ile Müslümanlar neden dostça bir arada yaşamasınlar? Arap entelektüellerin en azından bir bölümünün Endülüs konusunda Osmanlı’yı suçlamaları, İsrail konusunda yaşadıkları savrukluğun bir benzeridir.


Osmanlı yardım etme imkânına kavuştuğu ilk günden itibaren Endülüs Müslümanları ile ilgilendi, yardımlarda bulundu. Endülüs Müslümanları ilk kez II. Bayezid dönemimde Osmanlı’dan yardım talebinde bulundu. Padişahın talimatı üzerine 1505’te Kemal Paşa emrindeki bir donanmayla Akdeniz'e açıldı ve İspanya kıyılarından belli sayıda bir Müslüman cemaatini Kuzey Afrika’ya taşıdı. Bu arada Barbaros ve diğer bazı Türk denizcileri de Müslümanların İspanya’dan taşınmasına katkıda bulundular. Kanuni döneminde Barbaros yine Padişah’ın görevlendirmesiyle 1543’te Endülüslüleri taşımak amacıyla donanmanın başında Ak Deniz’e açıldı. Bu arada Fransa ile İspanya’yı sıkıştırıp Müslümanların rahatlamasını sağlamak amacıyla ittifak arayışlarına girişildi. Fransızlar iki kez söz vermelerine rağmen sözlerine sadık kalmadılar. Daha sonra 1568-1571 arasında Gırnata Müslümanları son bir direniş ve diriliş hamlesi başlattılar. Osmanlı idarecileri bu isyana Cezayir Beylerbeyliği üzerinde hem silah hem de asker göndermek suretiyle destek verdi. Bu kapsamda gönderilen 40 gemilik bir donanma, maalesef, Meriyye (Almeria)önlerinde şiddetli fırtına nedeniyle dağıldı. Tarihçi Matias, İstanbul’a gelen Endülüs Müslümanlarının temsilcilerini dinledikten sonra 2000 asker ve 11 gemilik bir filonun yardım için gönderildiğini yazmaktadır. Netice itibariyle yapılan yardımlara rağmen, direnişçiler arasında çıkan ikilik nedeniyle söz konusu direniş başarılı olamadı. II. Selim Endülüslülerin dramını unutmadı. İspanya’ya hücum etmek için bir kez daha Fransa ile ittifak kurma arayışına girdi ancak olumlu cevap alamadı. Padişah III. Murad, o sırada Fas’a hükmetmekte olan Sadiler hanedanının başında bulunan II. Ahmed el-Mansur’u 300 gemi, 2 kara ordusu, atlar ve muhtelif yardımlarla desteklemek suretiyle Endülüs Müslümanlarına yardım etmesi için İspanya’ya girmeye teşvik ettiyse de bu teşebbüsten de bir sonuç elde edilemedi. Bu arada İspanyolların Kuzey Afrika’yı da Endülüs gibi istila ederek Hristiyanlaştırma teşebbüsleri Osmanlı sayesinde durdurulduğunu özellikle kaydetmemiz lazımdır. Bugün Kuzey Afrika Müslüman toprağı olarak kaldıysa bunun birinci sebebi, Osmanlı’nın bölge halkı için yaptığı fedakârlıklardır. Osmanlı Devleti sürgün edilen Endülüs Müslümanlarının sürüldükleri yerlerde iskân edilmeleri, ayaklarının üzerinde duracak hale gelmeleri için önemli tedbirler aldı. Bilhassa Kuzey Afrika’daki beylerbeylerine fermanlar gönderilerek Endülüslülerden bir süre vergi alınmaması, âlimlerinin ve kalifiye elemanlarının istihdam edilmeleri sağlandı. İspanya’dan sürülen Endülüslüler bu gibi desteklerle Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Belgrad, Selanik, İstanbul, Adana, Şam gibi yerlerde iskan edildiler. Bu arada İtalya, İngiltere, Fransa krallarına mektuplar yazılarak buralardaki Endülüslülerin sağ salim Osmanlı topraklarına göçmelerine yardımcı olmaları istendi.


Şimdi bu yapılanlar ortada duruyorken, Osmanlı’nın Endülüs Müslümanlarıyla ilgilenmediği söylenebilir mi? Osmanlı Endülüs Müslümanlarıyla ilgilenmiş ve onlar yardım etmiştir, ancak yapılan bu yardımların dönemin şartları içerisinde arzulanan neticeyi temin etmediği malumdur. Arzulanan netice Endülüs Müslümanlarının kendi yurtlarında kalmaları idi. Ancak unutmamak lazımdır ki, Osmanlı o sırada bir taraftan Ak Deniz’de İspanya İmparatorluğu gibi Avrupa’nın XVI. yüzyıldaki en kuvvetli devletiyle mücadele etmekte diğer taraftan Doğu Avrupa’da varlığını pekiştirmekle meşgul bulunmaktaydı. Bu arada Safevilerin sürekli Osmanlı aleyhine faaliyetlerini ve bu kapsamda Batılı devletlerle Osmanlı karşıtı temaslarını da hatırda tutmak gerekir.

 

Hocam Endülüs’te kurulan Müslüman idaresinde, Hristiyanlar ve Yahudiler’de bulunuyorlardı. Öyle ki İbnü’l Arabî gibi manevi bir büyük şahsiyetin yüreğini insanlığa, farklı inançtan da olsa bütün inanç ve din mensuplarına açması gibi devlet de idaresindeki çoğulcu yapıya ve farklı kültürlere büyük bir anlayış ve sahiplenme göstererek birlikte müşterek bir medeniyet inşası gerçekleşmiş. Büyük bir örnekli teşkil eden bu yönetimde sizce örnek alınacak hangi hususlar vardı, bugünün modern zamanlarına oluşmuş olan bu büyük medeniyetin söyleyeceği neler olabilir hocam?


Endülüs tecrübesinden alınabilecek önemli derslerden birisi, medeniyet mücadelesini siyasî rekabete kurban etmemektir. Endülüs Emevileri, Abbasilerin baskılarından kurtularak devletlerini kurmalarına ve devletlerini kurduktan sonra Abbasilerin kendilerine olan husumetleri devam etmesine rağmen, medeniyet ve kültür alanında Abbasiler döneminde Doğu’daki İslam merkezlerinde tezahür eden başarılardan yararlanmayı kompleksiz bir şekilde kabullenmişler, alıp kendi topraklarına taşımışlar ve kendilerine mal etmişlerdir. Sözgelimi, Endülüs Emevi Emiri II. Abdurrahman döneminde idari yapı yeniden şekillendirilirken Abbasi yönetim tarzı model olarak kabul edilmiştir. Bu yaklaşım aslında “ilim Çin’de de olsa, gidip alınız” sözünün fiiliyata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Öte taraftan Endülüs, Batı’ya ait bir toprak parçasında Doğu’ya ait değerleri ve tecrübeleri temsil eden bir örnektir. Endülüs Müslümanları sahip oldukları bu değerler ve tecrübeyle, üstün bir gayret neticesinde çok yabancısı oldukları bir coğrafyayı vatanlaştırmak için çok yoğun bir çaba ortaya koymuşlar ve neticede burada göz kamaştırıcı bir medeniyet kurmaya muvaffak olmuşlardır. Bu başarının gerisinde, hiç şüphe yok ki, alın teri, bir diğer ifadeyle fikrî ve kültürel cihad ruhu bulunmaktaydı. Doğu’nun birikimlerini Batı’ya taşımak pek çok Endülüslü ilim yolcusunun uzun yıllarına mal olmuştur. Yeni yurtlarında medeniyet meşalesini yükseltmek için bazıları çeyrek asırlık bir süreyi Mekke, Medine, Basra, Bağdat, Kufe, Şam, Kahire gibi ilim merkezlerinde dönemlerinin en ünlü âlimlerinin derslerine katılmaya, ilmi araştırmalara adamışlardır. Bazıları ise aynı amaçlar uğrunda hayatlarını kaybetmişlerdir.


İlim; bir, gerekli cehd gösterildiği, ikincisi ise kudreti olanlarca ilim adamları himaye edildiği takdirde gelişir ve serpilir. İlim adamlarının himayesi bağlamında mutlak işaret edilmesi gereken hususlardan biri, onların çalışmalarını, fikir ve düşüncelerini ortaya koymalarını mümkün kılacak bir özgürlük ortamını temin etmektir. Her toplumda olduğu gibi, Endülüs toplumunda da taklitçilik, özgür düşünceye zaman zaman takoz olmak istemiştir. Ancak bilinçli idarecilerin tutumları sayesinde onların fikri ve ilmi hayat üzerinde egemen olma, dolayısıyla da toplumu yavanlığa ve kuraklığa mahrum etme gayretleri akamete uğramıştır. Aksi halde, bugün Endülüs medeniyetinden söz etmemiz mümkün olmazdı. Yavan Selefi zihniyet günümüzde nasıl hâkim olduğu topraklardaki düşünen beyinlere gulyabani muamelesi yapıp zihinleri fikren çoraklaştırıyorsa, Endülüs’ün aynı akıbeti yaşaması kaçınılmaz olurdu.


Son olarak Endülüs, tarihe mal ettiği örnek bir arada yaşama modeliyle de dikkate değerdir. Tıpkı Anadolu toprakları gibi, her dilden ve dinden insanları, Allah’ın ayetleri kapsamında değerlendirerek kendi çatısı altında yaşatmayı beceren Endülüs topraklarında, Muhyiddinİbnu’l-Arabî, İbn Seb’în, İbn Hazm, İbn Rüşd, Musa b. Meymun gibi büyük isimlerin yetişmiş olması tesadüfi değildir. Eserlerinde Yahudileri ve Hristiyanları dinleri konusunda yaptıkları tahrifler sebebiyle çok sert bir dille eleştiren İbn Hazm’ın onların vatandaş olarak sahip oldukları hakları ölümüne savunması, Müslüman zihniyetindeki ötekiyle bir arada yaşama iradesini göstermesi bakımından son derece dikkati calibdir. Musa b. Meymun Ortaçağ Yahudi ilahiyatı ve felsefesinin en meşhur siması olarak bilinir. Ancak onun kendi fikriyatını İslami bir atmosfer içerisinde biçimlendirdiği de bir vakıadır. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu kadarla iktifa etmek sözü israf etmemek için yeterlidir.


Son olarak size belki de ilk soracağım soruyu sormak istiyorum muhterem hocam, geçenlerde Endülüs’le ilgili bir programa davet edilen Ömer Lekesiz ki beraber Endülüs’ü gezmek nasip olmuş sizlere, bir Endülüs aşığı olarak gözyaşları içinde oraları anlatmaya çalıştı.


Hamdolsun Endülüs’e gitmek bize de nasip oldu. Ama sizin gibi Endülüs tarihine vakıf birisiyle gezmeyi çok isterdim doğrusu. Siz ilk Endülüs’e gittiğinizde o coğrafyayı, geride kalan mirası gördüğünüzde neler hissettiniz bu konuda okuyucularımıza neler söylersiniz? Endülüs’le ilk kez 1987 yılında doktoramı yaparken bir yıllığına o coğrafyaya gittiğimde tanıştım. Doğrusu çok karışık duygular yaşadığımı itiraf etmeliyim. Coğrafyanın güzelliği karşısında gerçekten büyülenmiş ve Müslüman hafızasına Endülüs’ün niçin “Yitik/Kayıp Cennet” şeklinde kazındığını o zaman idrak etmiştim. Ne var ki bir taraftan coğrafya beni büyülerken öbür taraftan bastığım her karış toprağın altında Müslüman şehitlerin, alimlerin, askerlerin kanlarının olduğunu bilmem üzüntümü katladı. Kurtuba Camii, Elhamra Sarayı, dağ başlarından tek başına ayakta durmak için direnen ve atnalı kemerleriyle bir Müslüman eseri olduğunu ilan eden kale kalıntılarını gördükçe hicranım daha da derinleşti. Bir zamanlar Müslüman aklının idari kapasitesinin ve estetik zarafetinin şahlandığı Elhamra Sarayı’nın şimdilerde İspanya için adeta bir banknot matbaası gibi kullanıldığını görünce “neye niyet neye kısmet” demeden edemedim. Kurtuba Camii’ni ziyaret ettiğimde tam merkezine bir ur gibi yerleştirilen katedrali görünce, çok şey yapmak istedim, ancak sadece hayıflanmakla yetindim. Escorial Kütüphanesi’ndeki Arapça kitapları görünce, kendimle onlar arasında özdeşlik kurdum, kendim gibi onları da garip hissettim. Bütün bu olumsuzlukların yaşanmasında Endülüs Müslümanlarının içine sürüklendiği tefrikayı ve bu tefrikanın hâsıl ettiği maddi ve manevi güç kaybını hatırladım. Birlik ruhunun, Milli şairimiz Mehmet Akif’in deyişiyle “sinelerde yüreklerin toplu atmasının” vatan toprağını ve üzerindeki kutsalları muhafaza etmek için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha idrak ettim. Günümüzde de İslam dünyasının, eğer mevcut aymazlığını devam ettirirse, maalesef kaçınılmaz olarak bir Endülüslüleşme süreciyle yüz yüze geleceği ihtimali zihnimi her zamankinden daha fazla kurcalamaya başladı. Mamafih gördüklerimde beni teselli eden yanlar da buldum. Mesela bir İspanyol babanın çocuklarıyla birlikte Kurtuba Camii’ni ziyaret ederken onlara “bu Müslümanlara ait mükemmel bir eserdir. Fakat bizim Hristiyan atalarımızı bunun kıymetini bilemediler. Ortasına diktikleri katedralle orjinalliğine zara verdiler” şeklindeki açıklaması, ortada olan yanlışı gören İspanyolların da bulunduğuna tanık olmamı sağladı ve içim rahatladı. Gırnata ’da girdiğim bir kitapçı dükkânında dükkân sahibi ateist bir gencin “bizim halifelerimizin saraylarını görmeden buradan ayrılmayın. Onlar bize dünyanın nasıl cennete çevrileceğini öğrettiler” demesi karşısında sevinçle karışık bir şaşkınlık yaşadım. Sevilla’daki Müslüman ustalar tarafından Hristiyan kral için Endülüs mimarisi örnek alınarak inşa edilen Alcazares’i ziyaretim esnasında yanımızda bulunan bir Amerikalı akademisyenin “bu inanılmaz bir eser” diyerek beğenisini en üst perdeden ifade etmesi, doğrusu göğsümü kabartmadı diyemem. Daha da önemlisi saydığım eserlerin kimi ziyaretçilerin İslam’la tanışmasına ve kucaklaşmasına vesile olduğunu öğrenmem, bugün kaybedilen cennetin aslına rücu etmesi için yeterli olmuyorsa da, en azından gelecek adına bir ümit kapısı aralamaktaydı.


Yüce Allah Kur’an’ında “Biz o günleri insanlar arasında döndürüp dururuz…” dediğine göre, “keser döner sap döner gün olur hesap döner.” Kıymetli hocam böylesine derinlikli, duyarlı ve verimli bir söyleşi için ne desem az gelir…Okuyucularımız adına ve kendi adıma size şükranlarımı sunuyorum efendim. Rabbim sayılarınızı artırsın inşallah. İlim yolunda hayırlı bereketli bir ömür duasıyla efendim…


SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle