İlk kitabınız 2011’de yayınlanan “Asla Pes Etme” idi. Şimdi beşinci öykü kitabınız olan “Unutulmuş Hikâyeler”e imza attınız. Geriye dönüp bakınca nasıl bir toplam görüyorsunuz
Bazen “Ben mi yazdım bunları?” diyorum doğrusu. Şu hayat dağdağası içinde ne ara yazdım bunları? Hayret yanında sevinç ve memnuniyet de duyuyorum ama. Bu duygunun kaynağı ise dün yazılmış bugün unutulmuş hikâyeler. 20’lerin, 30’ların, 40’ların işte bütün geçmişin hikâyelerini okuyunca yazar duygusunun, döneme, hadiselere edebî şahitliğin kıymetini daha iyi anlıyorum. Öyle de olur muymuş demeyin, bal gibi olur, yarından bakınca daha çok seviyorum hikâyelerimi.
Kitaba ismini veren “Unutulmuş Hikâyeler”, hacim olarak da kitabın neredeyse yarısını kapsıyor. Adeta öykü yazma gerekçenizi hikâyeleştirmişsiniz. İmam Gazali’den alıntılar da dikkat çekici. Nasıl doğdu bu hikâye?
O kadar uğraştım ben bu hikâyeye de doğduğu an hiç yok aklımda! Hikaye içindeki keşiflerime dair anlar var birkaç tane sadece. Yolunu kaybetmiş bir genç yavrucak benim kahramanım; otobüste metrobüste, Marmaray’da karşınızda oturan, yanınızda duran, kulağında kulaklığı, gözü telefonunda bir genç. Bütün o tereddütlerine, dik kafalılığına, özgürlük düşkünlüğüne rağmen ne de tatlı bir kız! Mişkatü’l Envar’ı okuyordum, bazı cümlelerin altını çizmiştim. Bu cümleleri hikâye kurgusuna bir merak duygusu çerçevesinde yerleştirmeye çalıştım ki bugün yeniden keşfedilsin, oradan ışıklı bir yol açılsın.
“Gergedan” hikâyesinde Afrika ve gergedan; iç dünyayı anlatmak amacıyla seçilmiş birer vesileden mi ibaret?
Hikâye kahramanı küçük kızın iç dünyasına denk düştü gergedan. Onca imkân içinde benzer bir yalnızlık yaşıyor ikisi de. Yapayalnızlığı hatta… Bir planla başlamadı ama onu söyleyeyim, nesli tükenmiş gergedana yolda rastladım, aldım heybeme koydum.
“Trafik”te bir kıyamet anlatısı var. Belki de çoktan kopmuş ama trafik yüzünden fark edilmemiş bir kıyamet gibi. Ne dersiniz?
Vallahi şu koca İstanbul’da doğdum, büyüdüm, yaşıyorum… En son kar felaketinde eve varamadık eşimle. Döndük durduk, durduk döndük. İlk eve varamama maceram da değil üstelik bu. Birkaç defa kalmışlığım var yollarda. Belediyede çalışınca yirmi yıl, teferruatlara daha vakıf olunca metropol (şehir değil dikkatinizi çekerim, metropol) ne demek az buçuk daha iyi biliyorsunuz sokaktaki insana göre. “Çoktan kopmuş ama fark edilmemiş kıyamet” derken siz ne güzel anlatmışsınız, İstanbul metropolü sanırım öyle bir yer artık. Zor. Belki yaşlandığım için biraz öyle geliyordur bilmiyorum. Dağla, denizle, gökle daha çok irtibat kurmak istiyorum ama esaret bitmiyor; iş, çocuklar, büyüklerin sağlık meseleleri, ağırlıklar var ayaklarımda, kaçamıyorum.
Pek çok hikâyenizde ev ve aile merkezi bir konumda yer alıyor. Niçin?
Ev ve aile hayatımın merkezi konumunda yer aldıkları için elbette. “Mukadder Gemici, ev ve aileyi çok yazar” diyebilirsiniz, hiç gocunmam, memnun olurum bundan.
Bir de “Tahlil” kitabı yazdın. Sait Faik Abasıyanık sizin için ne anlama geliyor? Niçin “Alemdağ’da Var Bir Yılan”?
Cemal Şakar teklif etmişti tahlil serisi için yazmamı. Ben de saf saf kabul ettim, ne bileyim başıma işler açacağını? Mevzu ne okumakla bitiyor ne de araştırmakla. Hâlâ şunu da yazsaydım, şunu şöyle deseydim diyorum aklıma geldikçe. Sait Faik eski bir dost kadar iyi tanıdığım biri artık benim için, huyunu suyunu biliyorum, neyi sever, neden hoşlanmaz. Üzülüyorum da ona, koyu kederine, ne diyeyim? “Alemdağ’da Var Bir Yılan” genel kabulle Türk hikâyesinde bir kırılma noktasında duruyor, bu kitaptan sonra hikâye hattı ikiye ayrılıyor. Bir dalı modernleşmeyi temsil ediyor. Ben de bu kırılma anını anlatıyorum işte o tahlil kitabında. Çok şey öğrendim bu kitabın hazırlığında, zordu ama değdi. Vesile olanlar var olsunlar.
“Unutulmuş Hikâyeler” henüz yeni bir kitap. Yine de soralım. Gündeminde neler var?
Gündemimde şu var; 434-438. Bölümler arasında Orhun ve Hira ne yapacak? Günlük bir dizinin senaryo ekibine dâhil oldum. Öğrenmenin yaşı yok, ne zor işmiş bu günlük diziyle uğraşmak! Ekibimizin işi şu, genel hikâye bütünlüğü içinde nihai sona ulaşana kadar her hafta yeni olaylar, duygular yakalamak. Hikâye dediğime bakmayın, edebî hikâye ile hiç mi hiç alakası yok. Bazen Binbir Gece Masallarına benzetiyorum. Seyirci denen sultan, reytingle kafamızı kesmesin diye anlatıp duruyoruz. Benim burada nihai bir hedefim var tabi -zaten senaryo yazarak başlamıştım ben yazmaya, en geride o duruyor, çekirdekte- bakalım günün birinde dağları, tepeleri aşıp, Kaf Dağı’nın ardında bir yerde ekranda “Senaryo/Mukadder Gemici” yazan bir işe varacak mıyım bu masalın sonunda? Hikâye çok nazlı bir sevgili, bu işten hiç hoşnut değil, onu söyleyeyim, son bir yılda sadece tek bir hikâye yazdım da oradan biliyorum.
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.