Menu
MUKADDER GEMİCİ İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • MUKADDER GEMİCİ İLE SÖYLEŞİ

MUKADDER GEMİCİ İLE SÖYLEŞİ

-Sevgili Mukadder, yeni kitabın; ‘Nuh’un Kızı’ hayırlı olsun, bahtı açık olsun. Geleneği bozmadan sana da ilk olarak; yazma serüvenin nasıl başladı ve hangi saikler seni yazının kıyılarına getirdi diye sorsam bu konuda bize neler söylersin?

-Evvela âmin diyeyim dualarına. Bir kaza neticesinde -evet tamamen bir kaza- Radyo TV Yayımcılığı okudum. Okula başladığımda derslere şöyle bir baktığımı hatırlıyorum. Yönetmenlik, Montaj, Halkla İlişkiler, Metin Yazarlığı-Senaryo…. Ben dedim kendi kendime, bu işlerden yapsam yapsam sonuncusunu yaparım. Hemen arkasından okulla beraber televizyonculuk başladı. Programların yapım-yönetiminde çalışırken kendi kendime senaryo yazma işi ile epey bir uğraştım. Ama Allah’ın takdiri, hepsi, istisnasız hepsi kağıt üstünde kaldı. Oradan bir yol açılmadı bana. Nasip. Hikâyenin devamında kahramanımız kamu kurumunda çalışmaya başlıyor. Ve burada çalışırken bir taraftan da gayet tuhaf, gayet nedensiz bir şekilde tuhaf ve nedensiz iş yoktur kâinatta, sevk-i ilahi ile diyelim buna- hikâye yazıp çekmeceye atıyor. Okuyan birkaç kişi var, biri Gülçin Durman, o da hikâyeci, çok çok eski arkadaşı kahramanımızın, diyor ki bak bunlar güzel hikâyeler Mukadder, sen bunları -zaten tanıyorsun televizyondan- Dergâh’a, Mustafa Kutlu’ya gönder. Kendisiyle ilk telefon konuşmamızı anlatmak isterim. İki hikâye gönderdim Dergah’a, ertesi gün iş yerinde masa telefonum çaldı. Alo, Mukadder Gemici ile mi görüşüyorum? Evet, buyrun benim. Ben Mustafa Kutlu. İlk hikayende şu şu düzeltmeleri yap bakalım sen. İkinci hikâye tamam. Peki Mustafa Bey, yapmaya çalışırım. Bu arada ben bekliyorum ki ne var ne yok Mukadder, ne yapıyorsun, nasılsın filan desin Mustafa Bey. Yani ne bileyim, hem Mukadder hem Gemici, pek de öyle benzerlikle yan yana gelecek isim ve soy isim değil. En son, telefonu kapatırken soruyor Mustafa Bey, sen bizim Mukadder misin? Evet ben oyum. Tamam görüşürüz. Telefon konuşmamız bu kadar. Önce hikayelerle ilgili yorumunu söylemesini, tanış olma halini sonraya bırakmasını, konuyu uzatmamasını okuyucunun takdirine sevk edelim. Hikayemizin devamında kahramanımız, şu anda burada sorularını cevaplıyor.

-Genelde bütün hanım yazarlara seslenir yıllar öncesinden sanki ‘Kendine Ait Bir Oda’ kitabında Virginia Woolf : “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” diye. Sen kendine ait müşahhas bir oda edindin mi evinde bilmiyorum. Ama benim gözlemlediğim, edebi kamu içerisinde kendine ait bir duruşun, bir konumun var ve bu kendine ait özel alandan yazıyorsun sanki eserlerini. Bunu bile isteye mi yapıyorsun, kendine ait bir dünyada varolma çabanı biraz bize anlatsan.

-Kendime ait bir duruşum olsun, konumum olsun, özel alanım olsun hiç düşünmediğim işler. Bile isteye yaptığım tek şey iyi yazmaya çalışmak. Ama şunu çok iyi biliyorum, dünyanın neresinde hangi dille yazıyor olursa olsun, bir yazar kendine ait duruş ve konumla, kendine ait özel bir alandan yazıyorsa, dışarıdan bakan göz böyle görüyorsa, yazar doğru bir yolda demektir, daha ne ister? Kendime ait dünyamda var olma çabam evet tam adıyla bir çaba bu, sürekli bir gayret içinde olma hali. Var olma çabamda hayatın kendisi çok daha mühim benim için. Yani evim, eşim, çocuklarım, annem babam, kardeşlerim…. Hayat dediğim bu taraf, her şeyden önce gelir. Edebiyat ve iş ise sonra. Edebiyattaki var olma çabasında çok okumak var. Çok beklemek var. Çok düşünmek var. Her sorulduğunda söylediğim gibi, yazdıktan sonra maden işçisinin fiziki yorgunluğunu hissederim bazen ben. Çalışmakta olduğum mesaili bir işim var. Hele şu son yıllarda meşgalesi çokça artan bir iş bu.  Yani hepsinin aynı anda işlemesi gereken çarklarım var. Yazı çarkını da, işler tutmak kolay olmuyor her vakit. Bazen hızlı, bazen yavaş ama sürekli bir tur atmak zorunda o da. Okumak çok güzel, ne tatlı. Yazmak ise hiç kolay değil, sen de çok iyi bilirsin zaten.

-Hikâyeler yazıyorsun ve bunlar kitaplaşarak okurla buluşuyor. Hikâye dalında ısrarlı olduğunu düşünüyorum. Bu ısrar devam eder mi, acaba edebiyatın diğer türlerinde örneğin roman veya deneme alanında da kalemin gezinir ürünler verir misin, bu konuda nelerdüşünüyorsun?

-Ben asabi ve tez canlı bir karaktere sahibim. İşler çabuk bitmeli. Roman yazmak hiç istemedim bugüne kadar. Arzu etmedim bunu. Beni sevenlerse sürekli roman yazman lazım diyorlar, piyasa böyle, canları sağ olsun. Ama iki hikâye var ki, tabiatları gereği beni romana doğru sevk ettiler, itiraf edeyim. Biri üçüncü kitaptaki Nuh’un Kızı. Ustalar zaten seziyor; Mustafa Kutlu da yayımlanınca okumuştu hikâyeyi; “Fırsatı kaçırmışsın, bu roman olabilirmiş pekâlâ” demişti. Diğeri Türk Edebiyatı Dergisi’nin Nisan sayısında yayımlanan Esir Şehrin Annesi adlı hikâye. Okuyanlar hikâyeler böyle kalmamalı diye sıkıştırıyorlar, senaryosunu yaz, film olsun, uzat roman olsun, talepler envaî çeşit. Bilmem ne olacak? Düşüncesi bile beni sıkıyor itiraf etmem gerekirse. Kendimi bir hücreye kapatılmış gibi hissediyorum, roman da senaryo da ne geniş imkanlara sahiptir halbuki. Bir de dönem işi, 12.yy’da geçiyor, okumak ve araştırmak en hafifinden altı yedi ay demek. Allah yardımcım olsun! Deneme yazıyorum, kitaplar, olaylar, insanlar hakkında… Zaman zaman yayımlanıyor dergilerde. Önceleri zor gelirdi, giderek daha çok seviyorum böyle yazılar yazmayı.

-Mustafa Kutlu’nun senin yazın dünyanda önemli bir yeri olduğunu biliyoruz. Yazdığın hikâyelerde de bu yakınlık kendini ele veriyor. Biçim ve biçem olarak olsun, anlatımda canlılık ve hayatın damarlarından büyük bir heyecanla akıp gelen kahramanların hikâyelerini anlatırken de bu benzerlik göze çarpıyor. Mustafa Kutlu’nun senin yazın dünyana katkısı nasıl olmuştur, bize bu konuda neler söylersin?

-Bir yazar Mustafa Kutlu’ya benzetiliyorsa daha ne ister diyeyim bu soruya da. İltifat kabul ederim, bir ustaya hele Mustafa Kutlu’ya benzetilmek kalemime bir madalya takmak demektir, iftihar ederim ancak. Her şey bir yana, onun yaptığını kaç kişi yaptı, yani şark hikayeciliğinin anlatım tarzına bugünden, bu zaman diliminden dümen kırmayı kim akıl etti daha önce? Ama asıl soru bu da değil, kim bunu yapmaya cesaret etti? Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir ’de Erzurum’da bir kahve anlatır, o eşsiz ifadesiyle “hayal ve harikuladeden nasibini almaya gelen” dinleyicilerden bahseder.  O ne şahane bir anlatımdır, o ne efsunlu bir dinleme halidir, mest olur insan okuduğunda. İşte o tat var Mustafa Bey’in hikayelerinde. Mustafa Kutlu’nun benim hikayelerime çok katkısı olmuştur, bu uzun uzun anlatılacak bir katkı. Çünküçoğu yazar onun söylediklerini kalemlerine bir müdahale olarak görüyormuş meğer, sonradan anladım ben bunu. Mesela bir hikâye yazmıştım, ilk yazdığım hikâyelerden birinde övgü cümleleri beklerken -çünkü genellikle böyle olurdu- baştan yaz, sadece şu paragraf kalsın, geri kalanın tamamını at, baştan yaz dedi. 3-4 sayfa atılacak yani, Oturup tekrar yazdım. Sonra çok inandığım ve çok sevdiğim başka bir hikâye için de; “Her şey tamam, her şey çok güzel ama final böyle olmaz dedi, finali değiştir” dedi. Ben hikâyeyi o hali ile hangi dergiye göndersem yayınlanırdı, bundan çok çok emindim. Göndermedim, yeni bir final eklemek için yazın ortasından kışın ortasına kadar uğraştım. Mustafa Bey’in direksiyona dokunuşları her hikâyede oldu mu, tabii ki hayır. Yol buyunca, her virajda, her tümsekte, her hikâyede oluyorsa ortada bir problem var demektir zaten.

-Söyleşiye başladığımdan bu yana hep ‘hikâye’ diyerek sorularımı yöneltiyorum. Tartışılan bir konu; ‘hikâye’ ve ‘öykü’ ayrımı noktasında bize neler söylersin, senin yazdıkların hikâye mi?

-Hikâye efendim, baştan sona hikâye, sadece hikâye, hep hikâye çünkü hepsi hikâye! Ben hikâye yazıyorum. Kafam çok net. Hikâye ve öykü ayrımı nedir, anlayamıyorum ben. Fransızcada var mı böyle bir ayrım? İngilizcede? Çok modern yazıyoruz o yüzden öykü diyoruz, acayip fantastik yazıyoruz öykü diyoruz, bana mesnetsiz geliyor. Elin adamları niye yeni ad vermiyor yahu modernliği icad etmişken? Ama bu ben bağnazın tekiyim demek de değil. Vay sen nasıl öykü dersin kavgası çok gereksiz, çok anlamsız. Artık yerleşmiş bir isim öykü. İsteyen istediğini desin. Ama ben demem. Çünkü öykü kelimesinin ortaya çıkışında bir kasıt var, beni ait olduğum kökten koparma kastı.

-‘Nuh’un Kızı’, kitaptaki ilk öykü aynı zaman da kitaba da adını vermiş. Dingin, duru bir anlatımla devam eden hikâyenin sonunda derin bir ironi yakalıyor okuru. Bu bağlamda soracak olsam, ‘Nuh’un Gemisi’ yaşadığımız çağda, ahir zamanda da var mı sence, bu gemiye binmeye çalışanlar hakkında bize neler söylersin?

-Hepimiz o gemiye binmeye çalışıyoruz. Her devrin bir tufanı var. O kıssalar bunun için anlatılıyor Kur’an’da. Çağ, zor bir çağ. Çoluk çocukla uğraşmak, onları insan etmek çok zor. Çeldiriciler insanlık tarihi boyunca hiç olmadığı kadar sayıca çok ve kuvvetli. Allah yardımcımız olsun.  Tufan çeşit çeşit. Evde ayrı, işte ayrı, sokakta ayrı. Hepsi birer sembol; Nuh, tufan, gemi. Denk düştü kalemime, hamdolsun.

-‘Hak Edilmiş Bir Ölüm’ hikâyesi yakın zamanda yaşadığımız travmatik acılara bizi sürükleyen, toplumsal anlamda bizi ihanetlerle yüzleştiren darbeyi anlatıyor. Sen bu konuyu, Anadolu’dan kopup gelen iki kardeş üzerinden, ana-baba duyarlılığı ve safiyetini, düş kırıklığını, yaşanan travmayla o ana babanın eşsiz acısını ve teslimiyetini hikâyende duyarlı bir hüzünle harmanlayarak anlatmaya çalışıyorsun. Bu hikâyeyi kaleme almak zor oldu mu senin için?

-Çok zordu o hikâyeyi yazmak. Çünkü millete ihanet edenin cezasını vermek gerekir, kardeşin bile olsa. 15 Temmuz’dan kısa bir süre sonra yazmaya başladım, altı ay sonra bitti. 15 Temmuzun üzerimde derin bir etkisi oldu. Yaralandım. Bu ihanet, beni daha fazla asabileştirdi, tahammülümü azalttı. Yakınlarıma, arkadaşlarıma değil, devlete, millete kast eden davranışlara. İç güdülerimi aklımın önüne koyuyorum artık. Yayınlanmadan önce hikâyeyi okuyanlardan biri, sonu ağır olmamış mı dedi. Yok dedim, ihanetin cezası tarih boyunca hiç değişmedi.

-‘Ameliyattan Önce’ hikâyen aile içi iletişim, anne baba evlat duyarlılığı etrafında kurgulanmış. Ölüm öylesine yakın kahramana. Acaba modern ve post modern dağılmalar yaşayan insanlığa her an ona kadar geriye saydığını yaşıyor olduğunu hissettirmek için mi kaleme alındı bu hikâye diye sorsam bize neler söylersin?

-Babacığım çok sağlam bir adamdır. Ruhen ve fiziken inanılmaz kuvvetli, devrilmez, yıkılmaz, engellenemez. Artık yaşlandı. Hastanede yattı bir keresinde. Onu öylece görünce, aman Allahım dedim babam nasıl hasta olur? Kuvvetli, sağlam bir babanın hastalığını anlatma fikri oradan çıktı. Anlattığım başka bir adamdır elbette. Hiç öyle modern, postmodern dağılmalar peşinde değildim. Hikâye daha doğrusu edebiyat böyle kuvvetli bir şey işte, her okurun kavrayışıyla bambaşka anlamlara bürünen bir zenginlik. Tatlı, güzel, bir parça hüzünlü bir aile hikayesi yazmaktı derdim. Baba olma hali. Aile, o bütünlük, çok mühimdir çünkü benim için.

-‘Hür Bir İnsan’, ‘Yıldızlar Kadar Uzak’ ve ‘Dönüş’ hikâyelerinde kahramanların yüzeysel yaşantılarından ziyade yüreğindeki eşsiz seferlere doğru sanki kalemini yolculuğa çıkarmış ve o seferlerden de nice zengin yaşanmışlığı veya yaşanmamışlığı, pişmanlığı, kini, öfkeyi, tövbeyi, duayı dışa vurmaya çalışıyor gibisin? Bu yazınsal arayışa kabuktan öze doğru biryürüyüş, özde olanı gösterme çabası da diyebilir miyiz?

-İlk kitaptan sonra korkmuştum ben biraz. O vakitlerde biraz bocalamalar, boğulmalar yaşıyordum yazmakla ilgili. Yazmazsın olur biter noktasına sık ziyaretlerim vardı. Elimde fersiz bir fener, satırların arasında kendi dilimi arıyordum. Birinci kitapla ikinci kitap arası uzundur bu yüzden. Bir taraftan da sürekli okuyorum. Yazar dediğin daha baştan, en baştan bir niyetle başlıyor. Kimi diyor ki sen bu aptal dünyaya fırlatılıp atılmış bir varlıksın, kimsenin umurunda değilsin. Zaten Tanrı yok. Varsa da çok zalim. Yaşamak boş bir iş, var olma anlamsız. Cümlesine hâşâ! Ben karşı taraftayım. İnancım var. Kendi dilimi bulma arayışına bu haller eklendi, yazmak, dert oldu bana. Hâsılı, özde olanı gösterme çabası veya yazınsal arayış dediğin, iyi yazarak davamı gütmeden ibaret yani benim için. Her cümle en yukardaki bu niyete bağlı.

-‘Dayan ve Çok Yaşa’ hikâyenle, hemen yanıbaşımızda yaşanan insanlık dramına, Ortadoğu halklarının yaşadığı tarifi imkânsız acılara da yer veriyorsun. Sinema dilinin de imkânlarını kullanarak adeta yaşanmışlık okurun gözünde öylesine canlı ve dinamik. Sence yaşanan bu acılar yeterince edebi kamuda yer aldı mı? Bu konuda bize neler söylersin.?

-Canlı ve dinamik diyorsun inşallah öyledir. Dünyanın bu sıkışmış hali yeni bir çağın eşiğinde olduğumuz hissini veriyor bana. O yüzden bu savaş bir gün bitecek, o vakte kadar dayan ve çok yaşa diyorum. Suriye’deki savaşın edebi kamuda yeterince yer alıp almadığını ise bilmiyorum. Elimden geldiğince takip ediyorum ama yetişemiyorum. İnşallah hakkıyla, çokça yazmışızdır, çokça okunmuştur, temennim bu. Ama çok büyük bir nitelik meselemiz var. Sabahtan akşama kadar hikâye yazalım, film çekelim, çizelim, boyayalım, nitelik olmadan ne işe yarar? Hamaset olmasın, didaktik olmasın, hakiki olsun, dert bu, bütün derdim bu.

-Söyleşi için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Kaleminize yüreğinize bereket diyoruz sevgili Mukadder…

-Ben de teşekkür etmek istiyorum. Zaman zaman röportajlar veriyorum. Bazen maksadın, değil okurda daha soruyu soranda hasıl olmadığını görüp üzülüyordum. Bu sefer mutlu oldum doğrusu. İşin mutfağından gelmenin tesiri belli, bu sorular için asıl ben teşekkürlerimi sunuyorum.

MUKADDER GEMİCİ

1974'de Çankırılı bir ailenin çocuğu olarak, İstanbul'da dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu Radyo-TV Bölümü'nü, daha sonra da işletme fakültesini bitirdi. Üniversite ile birlikte 1994'te Kanal 7 televizyonunda çalışmaya başladı. 2001 yılına kadar ağırlık olarak belgesel, kültür-sanat programları olmak üzere yapım, yönetmen, metin yazarı olarak farklı programlarda görev aldı. 2003 yılından itibaren İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi/İSKİ Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğünde çalışmaya başladı. Hikâyeleri ilk olarak Dergah Dergisi’nde yayımlanmaya başladı. "Asla Pes Etme" adlı ilk kitabı 2011'de yayımlandı. “Asla Pes Etme” ile Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye Ödülü’nü ve ESKADER tarafından verilen yılın hikâyecisi Ödülü’nü aldı. Kadınların Şehirleri, Yazmak ve Yaşamak, Sessiz Harfler, Korkut Ata Ne Söyledi, 28 Şubat'a 28 Öykü kolektif kitaplarında yer aldı. Dergah Dergisi’nin dışında, Hece, İtibar, Dil ve Edebiyat dergilerinde de hikayeleri yayımlandı. Lise öğrencilerine yönelik yazarlık okulunda atölye dersleri verdi.. İkinci kitabı "Kar Makamı" 2016'da, üçüncü kitabı "Nuh'un Kızı" 2017'de Dergah Yayınları tarafından yayımlandı. Evli ve üç çocuk annesidir.

(Mahalle Mektebi, Sayı 41)

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle