Menu
MİHRİBAN İNAN KARATEPE İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • MİHRİBAN İNAN KARATEPE İLE SÖYLEŞİ

MİHRİBAN İNAN KARATEPE İLE SÖYLEŞİ

MİHRİBAN İNAN KARATEPE İLE KADİFE DURAĞI VE ÖYKÜ ÜZERİNE : “İYİ ve GÜZEL OLANI BELİRLEYEN ‘DEĞERLER’ HAYATIN HER ALANINDA BELİRLEYİCİ OLMALI…”

Hepimiz insan hikâyelerinin peşindeyiz. Kimimiz ayna tutmayı, kimimiz sarsmayı, kimimiz değiştirmeyi, kimimiz cevap vermeyi, kimimiz soru sordurmayı, kimimiz de bunların bazen birkaçını, bazen de hepsini amaçlayarak anlatmaya çalışıyoruz hikâyelerimizi. Sizin yazarlık serüveniniz bunların ya da bunların dışında amaçlardan bir tanesine sıkı sıkıya bağlı mıdır? 

-Yazarlığımın sıkı sıkıya bağlı olduğu -olmasını dilediğim- iki şey var: İçtenlik ve hakkını vermek… Bu aynı zamanda yaşantımın da bağlı olduğu iki ilke. Birçok defalar öyküye başlama şeklimin deneme yanılma yoluyla, bir ders atmosferi içinde olduğunu söylemişimdir. Esasen öykü türünün öğretilebilir bir şey olduğuna inanıyorum. Ancak öykü yazarlığı ‘sürdürülebilirlik’ de istiyor ve bunu hiçbir üniversite, hiçbir yazarlık atölyesi öğretemiyor. Bu sadece kişinin kendi savaşımından ibaret. Bir sonuç değil bir süreç. Bir süreç olunca da yukarda saydığınız amaçlar da -ki hepsine ben bir araç gözüyle bakarım, çünkü hepsi sadece öykü için değil herhangi bir kompozisyon için de söylenebilecek anlatım biçimleridir: Açıklayıcı, betimleyici, tartışmacı, soru-cevaplı vb.- yaşımıza ve başımıza bağlı olarak değişiyor. Hani halk arasında; insan Rabbine her nefeste iki can borçludur, derler. Yani bizler nefes alıp verirken bile aynı kişi değiliz; vücudumuzun kimyası, hücrelerimizdeki oksijen miktarı farklı. Bir yazarın, örneğin, yirmi yılını mercek altına alıyorsanız, bir durağanlıktan asla söz edemezsiniz.Sıkı sıkıya bağlı olduğu ya da olduğunu zannettiği ilkelerini bile terketmiş yenilerini bulmuş olabilir ve bu aynıyla eserine yansır. Ancak hepimizin bir yaradılış hamurumuz var ve bu hamurun bir potansiyeli, bir esneme kabiliyeti var. Bu verili. Kimi kendini bu anlamda zamanında keşfediyor ve enerjisini doğru kanalize ediyor.  Hz. Ömer örneğini düşünün, Müslüman olunca o sert tabiatı yumuşamadı aslında sadece kime ve neye karşı sert olması gerektiğini bildi. Yazarlık serüvenimiz de aynı… Dış etkilere açık, olmalı da… S. Karakoç’a atfedilen; ‘Büyük şiir okuyan asla aynı kişi değildir’, sözünü hatırlatarak bunca okumalarımız dilimizi değiştirip dönüştürmüyor olamaz, olmamalı diyorum... Şunu bilir ve söylerim, ahirimiz evvelimizden hayırlı olsun. Biz son’a bakalım da sona kalmayalım. O yüzden çalışmaya devam etmeli…

Öykülerinizin konu seçimleri bir hakikat penceresinden hayata ve dünyaya bakan yazar izlenimi uyandırıyor ki sizi tanımasam da öykülerinizi okuduğum için bu tespiti yapmakta zorlanmazdım. Öte yandan bir öykü sadece anlattığı hikâye değildir, dil ile hakikat arasında kurulan ilişki açısından öykü denen edebi türü nereye konumlandırıyorsunuz? 

Evet, beni tanımasanız da öyküm beni tanıtıyor olmalı. Çünkü bölünmüş kişiliklerimiz yok. Yazarken kimliğimizi ve kişiliğimizi askıya almıyoruz. Aksine yazdıklarımızdan da sorumlu tutulacağımızı bile bile yazıyoruz… hâttâ yazmadıklarımızdan da… Ama ben’imiz durağan değil, benlik zaman içinde oluşuyor, dediğim gibi… Kurmaca türlerden söz ediyorsak özellikle yazar ve anlatıcı ayrımını gözardı etmemeli… Metnin sesi olan anlatıcıyı yazarın beni gibi görmek ve metinden yola çıkarak yazarın hayatına gitmek birçok yanlışı da beraberinde getirebilir. Elbette yapısalcı bir yaklaşımla; ‘yazar ölmüştür, sadece metin vardır’ da demiyoruz. İnsan elinden, dilinden sadır olan her şeyden sorumlu olduğuna göre -bunu sadece dinî argümanlarla söylemiyorum- edebiyat da bundan soyutlanmış değildir. Sadece metne dönük bir eleştiri getirirken aslında insana dair umudumuzun altını çizmiş oluyoruz. Çünkü edebî eser donmuş bir yapıdır, edilgendir, çağının dil ve kültürüne eklidir ve okurunun algı düzeyine emanet edilmiş hatta insafına kalmıştır ama insan öyle mi, son nefesine kadar ondan ümit mihrikesilmez. Yazdıkları yaşantısının bir izdüşümüdür kuşkusuz ancak bıraktığı izlerden bir izdir… Tümü değil. Dil ve hakikat ilişkisine gelince, ‘hakikat’ vurgunuzdan dolayı çok teşekkür ediyorum öncelikle. ‘Gerçeklik’le arasında dağlar kadar fark var malum olduğu üzere; gerçek çokluğu, hakikat tekliği imliyor. Hatta ayrı ayrı gerçeklikleri birbirine bağlayan, onları bir bütün halinde anlamaya yarayan yasalar dizisine hakikat dememiz tam yerinde. Çünkü gerçeklik daha çok nesnellikle beraber anılırken, hakikat; görünmeyenin ardındaki özü, görünenleri birbirine bağlayan asıl bağı temsil anlamında kullanılıyor. Duyular düzeyinde gerçeklikten, akıl düzeyinde ise hakikatten söz edebiliyoruz. Tabii bir de ‘akleden kalp’ (Hac:46) meselesi var ki aklın lazım olduğunu ancak akılla değil kalple bir sonuca varıldığını söylüyor bize ve bu cihetle kalple yazılan öyküler de kalple okunuyor. Bu bağlamda öykümüzün bileşenleri tek tek duyular düzeyinde bir gerçekliği temsil ederken, öykümüzün bütünü bir hakikat arayışı olarak tezahür ediyor. Ama sadece arayış… Arayışlar da çeşit çeşit… Öykü de bunlardan biri sadece ve Hasan Aycın’ın kulaklarını çınlatarak elimizdeki ‘bir asa’ dersem öykü için nereye konumlandırdığımı da söylemiş olur muyum...

Öte yandan insanın yaşadığı değişim ve tabi modern dünya (internet, görsellik, hız,) dil ile hakikat arasındaki ilişkiyi kopartmaya muktedir olabilir mi sizce? 

Olmaz olur mu? Şeytan ne demişti; “Onları mutlaka saptıracağım… ve yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (Nisa:119) Hakikat olgusundan yukarda söz ettik. Dil üzerine bugüne kadar yığınla tanımlama yapıldı. Benim referansım Bakara:31’dir bu konuda, diyeyim. Yani dil; verilidir. İnsan eşyayı isimlendirme kabiliyetiyle yaratılmıştır. ‘Allah’ın yarattığını değiştirmek’ olgusu üzerinden gidersek; dili, kurgusu, biçim ve içeriğiyle ‘sarkmayan’ ancak bizim dünya görüşümüze taban tabana zıt bir eseri de kendi içinde bir bütün addeder hale geldik. O tip eserlerdeki içtenliğe(!) ve bunun dille en sarih biçimde ortaya konmuş olmasına bakıyoruz sanırım. Oysa iyi ve güzel olanı belirleyen ‘değerler’ hayatın her alanında belirleyici olmalıydı. Örneğin bir yazar ‘dört başı mamur’ bir dil yetkesiyle benim değerlerime küfrediyorsa bu her şeyden önce insan haklarına saldırı kategorisine girmeliydi. ‘İyi ve güzel’ olanın ne olduğunu dil ve hakikat arasındaki ilişki belirlemez hale geldi artık. Şeytan amacına ulaştı. Kısacık bir tanımlamayla söyleyeyim: “Yazmak: Bağlanmaktır.” (Cemal Şakar, Yazı Bilinci, s.28, Hece Yayınları) Ama biz her şeyin arasını o kadar açtık ki… Bu yüzden ama’lı cümlelerimiz de çoğaldı… güzel ama ahlaki değil, iyi ama biraz müstehcen, doğru ama çirkin vb. Oysa dolunay parmakla gösterilmez, ortadadır. Bizim hakikatımız henüz ay gibi doğmamış üzerimize,  onunla aramızda perdeler, örtüler var. Zaten ‘küfr’ de bir örtüdür, bilincimizi örten…

Tanıklığınızın farkındayım. Bir öykücü olarak belli dönemlerde yaşanan belli acılara tanıklık etmek gayesiyle yazdığınız öyküler var. Bunun yanında sıradan insan hallerini, duygu durumlarını anlattığınız öyküleriniz de var. Seçiminizi sizin kendi gündeminiz mi, yani duygu haliniz ya da moda tabirle psikolojiniz mi, yoksa insanların halleri ve çileleri mi belirliyor? Ya da aslında bu iki şey gerçekten iki farklı şey midir bir sanatçı için yoksa birbirine sıkı sıkıya bağlı mıdır?

DSC_5153Bu iki şey, iki şey değildir evet, çok şeydir ama birdir. Ehadiyet ve vahidiyet kavramlarını hatırlatmak isterim. Her insan teki hem biriciktir; kimseye benzemez, hem insan olması hasebiyle diğer insanlarla aynıdır, onlara benzer. Buna ‘benzerlikteki benzemezlik’ diyebiliriz. Yazdığımız bütün haller hem birbirine benzer, hem benzemez… ‘gündemimiz’ , ‘psikolojimiz’, ‘insanların halleri ve çileleri’ birbirinden ayrı mıdır ki… Hani ne derler:“Duygularınız düşüncelerinizi, düşünceleriniz inançlarınızı, inançlarınız davranışlarınızı, davranışlarınız alışkanlıklarınızı, alışkanlıklarınız da hayatınızı oluşturur.”

Gerçeklik algımız değişiyor. Anlatılan hikayeden yazılan hikayeye geçtik. Bu çok uzun bir zaman aldı insan ömrüyle kıyaslarsak ama öte yandan kültür tarihine bakarsak o kadar da uzun bir süreç değil. Bugün yazılan hikayeden bahsetmek durumundayız ama yaşanan dönüşüm sanata da sirayet etmek durumunda. Durumunda mı? Hikaye ya da modern öykü bu değişimden nasıl etkilenecek sizce?

Modern anlatı bu değişimden zerrelerine kadar etkilenecek. Onun zerreleri kimine göre harflerdir, kimine göre sesler, heceler, kelimeler, cümleler… Yeni düzenlemeyle artık x,q,w harfleri kullanıma girmiştir madem, öyküye de girmesin mi? Bunca görsel malzemeyle her gün burun buruna yaşarken, sürekli anı fotoğraflayıp paylaşırken, birtakım simgelerle ‘gülüp, ağlarken’ kurmaca anlatıların doğası gereği bu yanılsamadan nasibini almaması düşünülemez. Bir de bilhassa ‘her insan kendi çağının çocuğudur’ ve çağının argümanlarını kullanır. Mesele çağının argümanlarını hangi kıstasa vurduğudur.  Yani birileri yemek yemeden önce tabağın resmini çekip ‘paylaşıyor’sa bu paylaşımdan yoksulların karnı doymak şöyle dursun, tokların bile iştahı kabarıyorsa bu tuhaf paylaşım biçimi değildir öyküye yansıması gereken, bunun bir ‘paylaşım’ olmadığıdır.

Sizin öykü anlayışınıza baktığımda dil ve anlatım olanakları açısından bir değişimin dönüşümün izlerine rastlamıyorum. Bu bir eleştiri değil. Çünkü biliyorum ki insan anlatmaya kendi gözünün gördüklerinden başlar. Hikayenin kendisi değil anlatma olanakları açısından ele alıyorum konuyu. Bu açıdan bundan sonra öykü anlayışınızın neye evrileceğine dair ne söylersiniz? 

Bekleyip göreceğiz. Öykümü savunmak istemem. Bir ize rastlamamışsanız sadece saygı duyarım. İnsan ‘anlatmaya’ olduğu kadar hatta daha da önce ‘anlamaya’ kendi gözünün gördüklerinden başlıyor kanımca. Malum kurmaca türler bir çeşit şifreli yapılardır ve her okur verili kodları çözebildiği oranda edebi eserden estetik haz alır. Okur yelpazesi de oldukça geniş, ‘Herkes kendi kabınca dolduruyor’, ne de olsa… Bize düşen yerinde saymamak ve gün gün çıtayı yükseltmek… kendi çıtamızı. Tıpkı dünyaya getirdiğimiz çocukların gelişimini izlerken heyecan duyduğumuz ama sadece bir seyirci olmadığımız gibi öykümüzün de evrelerini takip etmeli. Birçok yazar kendini okumuyor zaten. Ama ben okuyorum. Daha ne kadar değişip dönüşecek hayta, merakla bekliyorum.

(Heceöykü, s.60, Aralık- Ocak 2013-2014)      

GÜRAY

Güray Süngü, 1976 yılında İstanbul Kadırga'da doğmuştur. İlk eserlerini Hece Edebiyat Dergisinde yayımlamıştır. Daha sonraki yıllarında Hece Öykü, Vio Edebiyat, Kaçak Yayın Özgür Edebiyat gibi dergilerde kısa öyküler yazmıştır.Güray Süngü, öykülerinde en fazla ölüm, yalnızlık ve yabancılaşma temalarını işlemektedir. Çoğunlukla zihin bölümleri ile gelişen kurgu ağırlıklı öyküleri tercih etmektedir.
Güray Süngü, Düş Kesiği adlı romanını 2010 yılında yayımlamıştır. Roman Oğuz Atay roman ödülünü kazanmıştır. Yazarın son romanı olan Kış Bahçesi 2011 Türkiye Yazarlar Birliği roman ödülüne layık görülmüştür.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları